El ilanları Akşam karanlığında gökyüzünden yağmaya başladılar. Surların üzerinden uçuşarak, yanlamasına taklalar atarak, damların üzerinden ve evlerin arasındaki derin ve dar yarıkların arasından kanat çırpar gibi geçiyorlardı. Sokaklarda girdaplar oluşturuyor ve kaldırımların üzerini beyaz bir örtü gibi kaplıyorlardı. Bu kasabada yaşayanlar için acil mesaj, yazıyordu her birinde. Derhal kırsal alana kaçın. Gelgit yükselmişti. Ay küçücük, sarı ve kambur görünüyordu. Doğu sahilindeki otellerin çatılarında ve bunların arkasındaki bahçelerde, yarım düzine Amerikan topçu birliği havan toplarının ağızlarına yangın gülleleri yerleştirmişlerdi. Bombardıman Uçakları Manş Denizi’ni gece yarısı geçtiler. On iki taneydiler ve isimlerini şarkılardan almışlardı: Stardust ve Stormy Weather ve Pistol-Packin’ Mama gibi. Üzerine köpüklü sayısız dalga kıvrımı serpilmiş olan deniz, kayıyormuş gibi altlarında uzanıyordu. Denizciler ay ışığının aydınlattığı, ufuk boyunca sıralanmış basık ada kümeciklerini çok geçmeden fark edebildiler. Fransa. İnterkomlar hışırdamaya başlamıştı. Bombardıman uçakları kasıtlı olarak ve neredeyse tembelce denecek şekilde alçalıyordu.
Sahil boyunca uzanan uçaksavar mevzilerinden kırmızı ışık şeritleri yükseliyordu. Karanlığın içinde belli belirsiz görünen harap durumdaki gemiler, ya açılan delikler yüzünden batmış, ya da kullanılamaz hale gelmişti. Bir tanesinin pruvası uçmuştu, için için yanan bir diğeri ise hâlâ kor gibi parlıyordu. Dıştaki adalardan birinde, paniğe kapılmış bir şekilde zikzaklar çizerek ilerleyen koyunlar kayaların arasına doğru kaçışıyordu. Her bir uçağın içinde, bir bombacı vardı. Hedef alma penceresinden bakıyor ve yirmiye kadar sayıyorlardı. Dört, beş, altı, yedi… Ve giderek yakınlaşmakta olan, granit bir burun üzerindeki surlarla çevrili bu şehri çürük bir dişe benzetiyorlardı. Oyulması gereken son bir apse gibi kapkara ve tehlikeliydi… Kız Şehrin bir köşesinde, Vauborel Sokağı’ndaki 4 numaralı yüksek ve dar evin altıncı ve en üst katında, gözleri görmeyen Marie-Laure LeBlanc adlı on altı yaşındaki kız, üstü tamamen maketle kaplı olan alçak bir masanın üzerine doğru diz çöktü. Bu maket, yaşadığı şehrin minyatür bir modeliydi ve surların içindeki yüzlerce ev, dükkân ve otelin aslına uygun kopyalarını içeriyordu. Tırtıllı kulesiyle katedral; hantal ve eski Saint-Malo Şatosu ve her biri bacalı sıra sıra kulübeler de oradaydı. Môle Plajı adı verilen sahilden incecik, ahşap bir iskele denize doğru bir kavis çizerek uzanıyordu; narin, kafes tonozlu bir avlu, deniz ürünleri satılan çarşının üstünü örtmekteydi; en küçüğü elma çekirdeğinden büyük olmayan küçücük oturma yerleri, halka açık meydanları süslüyordu. Marie-Laure, parmak uçlarını kale duvarlarının üzerinde taç gibi duran bir santim enindeki korkuluk duvarı boyunca gezdirerek, maketin tüm çevresinde düzgün olmayan bir yıldız şekli çizdi. Duvarların üstündeki, dört tören topunun denize doğru çevrildiği açıklığı buldu. “Hollanda burcu,” diye fısıldadı ve parmakları minik bir merdivenin üzerinden aşağıya doğru indi. “Cordier Sokağı.
Jacques Cartier Sokağı.” Odanın bir köşesinde, ağzına kadar suyla dolu iki çinko kova vardı. Onları doldur diye tembihlemişti büyük amcası; ne vakit mümkün olursa doldur demişti. Üçüncü kattaki banyo küvetini de… Suyun tekrar ne zaman kesileceği bilinmez. Parmakları katedralin çan kulesinin üzerinde gezinmeye devam etti. Dinan Kapısı’nın güneyi… Tüm gece boyunca, bu evin sahibi olan ve bir önceki gece o uyurken dışarı çıkıp henüz dönmemiş olan büyük amcası Etienne’i beklerken parmaklarını maketin üzerinde dolaştırmıştı. Şimdi yine gece olmuştu, saat bir devir daha yapmıştı. Tüm sokak sakindi ve o bir türlü uyuyamıyordu. Beş kilometre öteden bile bombardıman uçaklarının sesini duyabiliyordu. Giderek artan bir radyo paraziti, bir deniz kabuğunun içindeki uğultu sesi gibiydi… Yatak odasının penceresini açınca, uçakların sesi daha da şiddetlendi. Bu ses haricinde, gece ürkütücü bir sessizliğe bürünmüştü: Ne bir motor gürültüsü, ne bir insan sesi, ne de herhangi bir tıkırtı… Siren sesi yoktu. Kaldırımların üzerinde adım sesi yoktu. Martılar bile ortadan kaybolmuş gibiydi. Sadece bir blok ötede ve altı kat aşağıda, şehir duvarlarının dibini yalayan gelgit dalgalarının sesi duyuluyordu. Bir şey daha vardı.
Hafif hafif, çok yakınlarda pır pır eden bir şey… Marie-Laure sol taraftaki panjurları yavaşça açtı, sağ taraftakinin çıtalarını parmaklarıyla yokladı. Oraya sıkışmış bir kâğıt parçasına ilişti elleri. Onu tutup burnuna götürdü. Kâğıt taze mürekkep kokuyordu. Ya da benzin. Fakat hâlâ hışırdıyordu, anlaşılan havayla teması uzun sürmemişti. Marie-Laure ayaklarında çorapları, yatak odasına arkasını dönerek pencerenin yanında durdu. Gardırobun üstünde bir uçtan bir uca deniz kabukları diziliydi. Dipteki tahta boyunca da çakmak taşları… Köşede bastonu duruyordu; Braille alfabesiyle yazılmış devasa romanı yatağının üzerinde yüzükoyun yatmaktaydı. Uçakların monoton homurtusu da giderek artıyordu. Genç Adam Kuzeye doğru beş sokak ötede, beyaz saçlı, on yedi yaşındaki Werner Pfennig adlı Alman er, kesik kesik gelen hafif bir mırıltı sesiyle uyanmıştı. Kedi mırlamasından biraz daha tiz bir sesti bu. Uzaktaki bir pencerenin camına vuran sineklerin sesi gibi… Neredeydi? Tabanca yağının tatlı ve hafiften kimyasal kokusu; mermi sandıklarının yeni çakılmış ham tahtaları; yatak çarşaflarından yükselen naftalin kokusu… Oteldeydi tabii. L’hotel des Abeilles, yani Arılar Oteli. Gece bitmemişti.
Vakit hâlâ erkendi. Deniz tarafından ıslık ve patlama sesleri duyuldu; uçaksavar ateşi şiddetlenmişti. Uçaksavar onbaşısı koridordan aşağı, merdivenlere doğru aceleyle koşturdu. “Mahzene in,” diye bağırdı arkasına bakarak. Werner arazi fenerinin ışıklarını yaktı, battaniyesini silindir şeklindeki sırt çantasının içine tıkıştırdı ve koridordan aşağı doğru koştu. Çok değil, kısa bir süre önce Arılar Oteli, ön cephesindeki mavi panjurları, kafeteryasında buz üzerinde servis edilen istiridyeleri ve barın arkasında bardakları parlatan papyonlu Breton garsonlarıyla neşeli bir yerdi. Denize hâkim, yirmi bir tane odası ve devasa şöminesi olan bir lobisi vardı. Parisliler hafta sonu tatillerinde buraya aperatif içkilerini yudumlamaya gelirlerdi. Onlardan önce, bakanların, bakan yardımcılarının, başrahiplerle amiraller gibi Cumhuriyet’in özel görevli memurlarının arada bir geldiği olurdu. Onlardan birkaç asır önce de, aralarında katiller, yağmacılar, baskıncılar ve gemiciler olan rüzgâr yanığı tenli korsanlar… Burası, daha da önceleri, tam beş asır önce henüz bir otel değilken, hükümet izniyle korsanlık yapan ama Saint-Malo’nun dışındaki kırlarda arılar hakkında araştırma yapmak uğruna gemilere saldırmaktan vazgeçen zengin bir kişinin eviydi. Bu kişi defterlerine notlar yazarken, bir yandan da peteklerden bal yerdi. Nitekim oteldeki kapıların üst pervazlarının tepesindeki başlıklarda hâlâ balarısı oymaları vardı. Avludaki fildişi kaplı çeşme de arı kovanı şeklindeydi. Werner’in favorisi ise, en üst kattaki en büyük odaların tavanlarındaki renkleri uçmuş beş duvar resmiydi. Bunlarda mavi fon üzerinde yüzen, çocuk büyüklüğünde tembel erkek arılar ve şeffaf kanatlı işçi arılar vardı.
Tavanın altıgen bir banyo küvetinin üzerine düşen kısmında ise dokuz ayak büyüklüğünde, çok gözlü ve karnı altın renkli tüylerle kaplı, tek bir kraliçe arı kıvrılmış halde duruyordu. Son dört hafta içinde otel bambaşka bir şeye dönüşmüş, bir kale halini almıştı. Bir Avusturya hava savunma kıtası, her bir pencerenin üzerini tahta çakarak kapamış, her bir karyolayı tersine çevirmişti. Girişi takviye etmişler, merdivenlere top mermileri istiflemişlerdi. Otelin bahçeye bakan ve doğrudan surlara açılan, Fransız balkonlu odaların bulunduğu dördüncü katı, on kiloluk gülleleri on beş kilometre öteye fırlatabilen ve adına “88” denen oldukça eski, yüksek hızlı bir uçaksavar topunun yuvası haline gelmişti. Avusturyalılar bu toplarına Majesteleri derlerdi ve son bir hafta boyunca, işçi arılar kraliçe arıya nasıl hizmet ederlerse, onlar da bu topa aynı şekilde ihtimam göstermişlerdi. Onu yağla beslemişler, namlusunu yeniden boyamışlar, tekerleklerini yağlamışlar ve ayaklarının dibine sunu yapar gibi kum torbaları dizmişlerdi. Oteldeki herkesin koruyucusu, işte bu ölüm saçan hükümdar, soylu seksen sekiz olacaktı. “88” arka arkaya iki kez ateşlendiğinde Werner henüz zemin kata giden merdivenlerin yarısına kadar gelebilmişti. Top sesini ilk kez bu kadar yakından duyuyordu. Otelin üst yarısı adeta uçup gitmişti. Werner sendeledi ve kollarını kulaklara doğru kaldırdı. Duvarları binanın temeline kadar titreten bu ses, yankılanıp tekrar yukarıya tırmanıyordu. Werner iki kat yukarıdaki Avusturyalıların sürünerek ilerlediklerini duydu. Mermileri yüklediklerini ve iki top mermisinin dört-beş kilometre ötedeki okyanusun üzerinden yol alırken çıkardığı, giderek uzaklaşan çığlığa benzer sesi de işitti… Askerlerden biri şarkı söylüyor gibiydi.
Belki de birden fazla asker şarkı söylüyordu. Veya askerlerin hepsi birden aynı şarkıyı söylüyordu. Sonraki bir saat içerisinde bulundukları yerden canlı çıkamayacakları belli olan sekiz Luftwaffe erkeği, kraliçeleri için bir aşk şarkısı söylemeyi sürdürdüler. Werner lobi boyunca elindeki arazi fenerinin ışığını takip etti. Büyük top üçüncü kez ateşlenince, yakınlarda bir yerlerde camların şangırdama sesi duyuldu. Bacanın içindeki kurum, sağanak halinde tıngırdaya tıngırdaya aşağıya indi ve otelin duvarları çınlamaya başladı. Werner bu sesin dişlerini sökecek kadar güçlü olmasından korktu. Mahzenin kapısını iterek açtı ve bir an durup bekledi. Bakışlarıyla etrafı taradı. “Buraya kadar mı?” diye sordu. “Gerçekten geliyorlar mı?” Ama orada yanıt verecek kimse yoktu. Saint-Malo Sokakların hem aşağı hem yukarı kısımlarında evleri tahliye edilmemiş son kasaba sakinleri uyanıp yataklarından kalktılar, sızlandılar ve iç geçirdiler. Bunların arasında kimler yoktu ki… Evde kalmış kızlar, fahişeler ve ihtiyarlar. Kaytarıcılar, işbirlikçiler, inançsızlar, sarhoşlar. Her bir sınıftan rahibeler.
Fakirler. İnatçılar. Körler. Bazıları sığınaklara doğru telaşla gitti, bazıları da bunun sadece bir tatbikat olduğuna inanmak istedi. Bazıları ise gitmek yerine, bir battaniye veya bir dua kitabı veya bir deste oyun kâğıdı alma bahanesiyle oralarda sallanıp durdu. D-gününü iki ay önce yaşamışlardı. Cherbourg kurtarılmıştı, Caen kurtarılmıştı, Rennes de… Batı Fransa’nın yarısı özgürdü. Doğuda ise, Sovyetler Minsk’i geri almıştı; Polonya Milli Muhafızları Varşova’da isyan halindeydi; rüzgârın yönünün değiştiğini söyleyebilecek kadar cesareti olan sadece birkaç gazete vardı. Ama burası öyle değildi. Kıtanın ucundaki bu son kalede, Breton sahilindeki Almanlara karşı bu son direniş noktasında durum farklıydı. Burada, insanlar aralarında şöyle fısıldaşıyordu: Almanlar ortaçağdan kalma duvarların altındaki iki kilometre boyunca uzanan yeraltı koridorlarını restore etmişler ve yeni savunmalar, yeni kanallar, yeni kaçış yolları ve hayret verecek kadar çetrefilli yeraltı kompleksleri inşa etmişlerdi. Yarımadadaki La Cité adlı kalenin altı, eski şehirden nehrin karşı tarafına kadar, revir ve mühimmat odalarıyla doluydu. Orada bir de yeraltı hastanesi vardı veya insanlar en azından öyle bir yer olduğuna inanıyorlardı. Ayrıca bir havalandırma sistemi, iki yüz bin litrelik su tankı, Berlin’le direkt haberleşme hattı, alev kusan bubi tuzakları ve periskoplu nişan dürbünü olan bir de korugan 1 ağı bulunmaktaydı; bir yıl boyunca her gün denize gülle fırlatmaya yetecek kadar ağır toplar istiflemiş durumdaydılar. Bu insanların fısıldadıkları başka şeyler de oluyordu tabii: Burada ölmeye hazır bin tane Alman var.
Veya beş bin. Belki de daha fazla. Saint-Malo… Dört bir yanı suyla çevrili olan bu kasabanın Fransa’nın geri kalanıyla bağlantısı, bir dolgu yol, köprü ve kumlu bir kıyı dilinden ibaretti. Saint-Malo’nun insanları biz her şeyden önce Malolularız, derlerdi. Daha sonra Breton. Geriye bir şey kalmışsa, işte o kadar da Fransız… Fırtınalı günlerde, şehrin granit kayaları mavileşirdi. Gelgit en yüksek noktaya ulaştığında, deniz kasabanın tam merkezindeki evlerin bodrum katlarına doğru sessizce ilerlerdi. Sular iyice çekildiğinde ise, kabuklu deniz hayvanlarının yapıştığı binlerce batık gemi iskeleti denizin dışına çıkardı. Bu küçük burun üç bin yıldan beri nice kuşatmalara tanık olmuştu. Ama bunun gibisine, asla… Bir büyükanne huysuz bir bebeği göğsüne yasladı. Birkaç kilometre ötede, Saint-Servan dışındaki küçük bir sokağa işeyen bir sarhoş, önündeki çitin üzerine düşen el ilanına göz ucuyla baktı. Bu kasabada yaşayanlar için acil mesaj diye yazıyordu kâğıtta. Derhal kırsal alana kaçın. En dışta bulunan adaların üzerindeki uçaksavar bataryaları yanıp sönüyordu ve eski şehirdeki eski Alman topları bir kez daha, denizin üzerinden uğuldayarak geçen top mermileri yağdırdı. Sahilden dört yüz metre açıktaki bir adada, Ulusal Kale’de hapis olan üç yüz seksen Fransız, ay ışığının aydınlattığı bir avluda birbirlerine sokularak gökyüzüne baktılar.
Dört yıldır işgal altındaydılar. Yaklaşan bombardıman uçaklarının homurtusu, acaba neyin habercisiydi? Kurtuluşun mu? Yoksa yok oluşun mu? Hafif silahların takırtısı ve uçaksavarların çatlak trampet sesi işitiliyordu. Katedral kulesinin tepesine tünemiş olan bir düzine güvercin, bina boyunca çağlayan gibi aktıktan sonra denize doğru dümen kırdı.

Anthony Doerr – Goremedigimiz Tum Isiklar
PDF Kitap İndir |