Arnold Joseph Toynbee – Uygarlık Yargılanıyor

Tarih görüşüm gerçekte tarihin küçük bir parçasıdır; ayrıca bana değil, daha çok başka insanlara özgü bir tarihin; çünkü bilim adamının bir ömür boyu yaptığı iş, kendi kovasın-daki suyu başka sayısız kovanın besleyip büyüttüğü bilgi ırmağına eklemektir. Kişisel tarih görüşümün aydınlık ve anlaşılabilir kılınması için, kaynaklarının, gelişmesinin, toplumsal ve kişisel temellerinin gözönünde bulundurulması gerekir. Đnsan aklının evrene açılmasını sağlayan birçok pencere var. Ben neden düşünür ya da fizikçi değil de tarihçiyim? Çayı, kahveyi neden şekersiz içiyorsam onun için. Bu iki alışkanlık da, çocuk iken annemden öyle gördüğüm için oluştu. Ben bir tarihçiyim, çünkü annem de tarihçiydi; ama bununla birlikte anneminkinden başka bir okula bağlı olduğumu da biliyorum. Neden herşeyiyle annemi izlemedim acaba? Birincisi, annemden sonra gelen bir kuşağın içinde doğmuşum. Bu nedenle, tarih benim kuşağımı 1914’teki darboğaza doğru sürüklerken, daha düşünecek durumda değildim. Đkincisi, benim gördüğüm eğitim, annemin gördüğü eğitimden daha eski bir eğitimdi. Annem, Đngiltere’deki ilk üniversiteli kadınlar kuşağından olduğu için, çağdaş Batı tarihi konusunda son moda bir eğitim görmüştü. Bu eğitimin temelini Đngiltere’nin kendi ulusal tarihi oluşturuyordu. Bense, erkek olduğum için eski eğitim veren bir Đngiliz okuluna gittim ve hem orada hem de Oxford’da tam anlamıyla Yunan ve Lâtin klâsiklerine dayanan bir öğretim gördüm. Klâsik eğitim, özellikle günümüzde doğan “olası tarih-çi”ler için kanımca değer biçilmez bir olgudur. Eğitim temeli olarak Yunan-Roma dünyası tarihinin kolayca görülebilecek bazı üstünlükleri var. En başta, Yunan-Roma tarihine belli bir uzaklıktan bakıyoruz.


Artık “tamamlanmış” olduğundan, onu bütünlüğü içinde görebiliyoruz. Oysa sonunun ne olacağını hâlâ bilemediğimiz, bitmemiş bir oyun olan Batı tarihimiz böyle değildir. Gelip geçici oyuncular olarak yer aldığımız kalabalık ve karışık sahneden baktığımız zaman şu andaki genel görünümün ne olduğunu bile kestiremiyoruz. îkinci olarak, Yunan-Roma tarih alanı bilgi yığınıyla kaplanıp örtülmediğinden ve Yunan-Roma toplumunun yok oluşuyla bizim toplumumuzun doğumu arasındaki evrede, her şeyin gerçeği bütünüyle ortaya çıktığından, tek tek ağaçları değil de bütün “orman” ı görebiliyoruz. Hem sonra, o dar görüşlü prenslikler, yakın tarihte bizde olduğu gibi, tonlarca belgeyi üstüste yığmak yerine iş görecek kadar belge bırakmakla yetinmişlerdir. Bir Yunan-Roma tarih çalışması için elimizde bulunan belgeler sayıca yeterli, nitelikçe seçkin olmalarının yanında, özellikleri bakımından da oldukça dengeli bir dağılım gösteriyorlar. Heykeller, şiirler, felsefî eserler, burada yasa ve anlaşma metinlerinden daha çok işe yarıyor; bu ise Yunan-Roma tarihiyle beslenmiş bir tarihçinin kafasında bir orantı duygusu doğuruyor. Çünkü zamanın kazandırdığı perspektiften geçmişe bakınca, kendi kuşağımızın yaşadığı zamana bakıp çıkartamayacağımız bir gerçeği görüyoruz: Sanatçıların, edebiyatçıların eserleri, iş adamlarının, askerlerin ve devlet adamlarının yaptıklarından daha uzun ömürlü oluyor. Şairler ve düşünürler, tarihçilerden daha 10 uzun bir süre hatırlanırken, peygamberler ve azizler hepsinden üstün ve uzun ömürlüdürler. Agamemnon ve Perikles’in hayalleri günümüze ancak Homeros ve Thukydides’in büyülü sözleriyle gelebilirken, Homeros’la Thukydides artık okunmaz olduğunda, Đsa’nın, Buddha’nın Sokrates’in düşünülemeyecek kadar uzaktaki kuşakların belleklerinde hâlâ taptaze yaşayacağını düşünmek hiç de zor değil. Yunan-Roma tarihinin üçüncü ve belki de en önemli üstünlüğü ise, dar ve sınırlı olmak yerine, geniş ve evrensel bir görünüş taşır olmasıdır. Atina, Đsparta ve Roma kent devletlerini gölgede bırakmış olabilir. Kaldı ki, baştan beri Helen dünyası, Atina eğitim sisteminin etkisi altındaydı. Roma ise, ömrünün sonlarına doğru, bütün Yunan-Roma dünyasını tek bir ülke durumuna getirmişti. Yunan-Roma tarihi baştan sona incelendiğinde, “birlik” temasının egemenliği sezilir ve ben bu büyük senfoniyi duyar duymaz, artık her gece annemden beni yatırırken bölümler olarak dinlediğim ve bir zamanlar beni büyülemiş olan ülkemin o dar tarihinin ıssız ve taşralı müziğinden etkilenmek tehlikesinden kurtuluvermiş-tim.

Annemin kuşağının yalnız Đngiltere’deki değil, bütün Batı ülkelerindeki önde gelen tarihçileri, insanların yaşayışlarıyla yakından ilgili olduğu kuruntusuyla ulusal tarih çalışmasını alabildiğine yüreklendiriyorlardı. Onlara göre böyle bir çalışma, nedense başka yerlerin ve dönemlerin tarihinden daha önemliydi… Oysa Đsa’nın Filistin’i ve Platon’un Yunanistan’ı, Đngiliz erkeklerinin ve Viktorya Çağı kadınlarının yaşamında, Alfred’in ya da Elizabeth’in Đngiltere’sinden daha etkiliydi. Đngiliz tarihinin babası saygıdeğer bedenini ruhuna tam anlamıyla aykırı olarak kişinin doğduğu ülkenin tarihini yüceltmesi biçiminde beliren bu yanlış çıkışlı Viktoryan yüceltmesine karşın, Viktoryan Đngiliz’in tarih karşısındaki tutumu, 11 hâlâ bütünüyle tarihin dışında kalmış birinin tutumu gibiydi. Zaman denen o kesintisiz ırmak, başkalarını yuttuğu gibi onu yutmayacaktır. Viktorya döneminde yaşayan bir Đngiliz, tıpkı bir Ortaçağ Đtalyan tablosundaki durumlarından hoşnut cennetliklerin, cehennemdeki lânetlilerin acısını seyretmesi gibi, kendi ayrıcalıklarına bürünmüş, kendinden güvenli bir davranışla, tarihin akışına kapılmış giden, birbirleriyle boğuşan, batıp boğulan insan yığınlarına bakmaktadır: Đlgiyle, sevecenlikle; ama korkmadan… Birinci Şarl tarihte yaşamıştı -ne şanssızlık-; Sir Robert VValpole ise azgın dalgaların elinden kılpayı kurtulmayı başarabilmişti. Bize gelince… Biz, yüksekteydik, sular bizim oralara kadar gelemezdi, güvenlik içindeydik. Belki eski çağdaşlarımız hâlâ sularla boğuşmaktadırlar, fakat bunun bizimle ne ilgisi olabilir? Đyi hatırlıyorum, 1908-1909 Bosna bunalımı sırasında Profesör L. B. Namier (ki o zamanlar Balliol’da üniversite öğrencisiydi ve Avusturya’nın Galiçya sınırındaki evlerinde geçirdiği tatilden yeni dönmüştü) bize ve öteki Balliol’lilere çok havalı bir tutumla (belki de bize havalı gelmiştir) ” Avusturya ordusu babamın malikânesinde seferber olmuştu… Rus ordusu ise sınırın karşısında, bir buçuk saatlik yolda hazır-dı”demişti. Bu bize ” kurşun askerler” den bir sahne gibi gelmişti, fakat anlayışsızlık tek yanlı değildi. Uluslararası gelişmeleri gözleyen keskin bakışlı bir Orta Avrupalı, Galiçya’da başlayan yangının kendi evlerine de sıçrayacağını göremeyen bu Đngiliz öğrencilerin kavrayışsızlığını inanılmayacak bir şey gibi görüyordu. Üç yıl sonra, Yunanistan’ın engebeli topraklarında Epami-nondas’la Philopoemen’in ardında dolaşıp, köy kahvelerindeki konuşmaları dinlerken, Sir Edward Grey’in dış politikası denilen bir şeyin varlığını öğrendim. O zaman bile, bizim 12 de tarihin içinde yer aldığımızı kavrayabilmiş değildim. 1913 yılında bir gün, sessiz ve kül rengi Kuzey Denizi’nin Suffolk kıyısında yürürken, tarihi Akdeniz’e karşı duyduğum özlem duygusunu hatırlıyorum. 1914 Savaşı beni, Balliol’de Literae Humaniores ardındaki öğrencilere Thukydides’i yorumlarken yakaladı.

Birdenbire herşey aydınlanıvermişti. Şu anda biz de, Thukydides’in kendi döneminde yaşadığı bir deneyi yaşıyorduk. Artık Thukydides’i yepyeni bir gözle, kelimelerin altındaki anlamı, sözün gerisindeki duyguları sezinleyerek okuyordum. Anlıyordum ki, ona eserini yazdıran tarihsel bunalımın içine düşmeden önce onu hiç anlamamıştım. Artık açıkça görülüyordu: Thukydides bu aşamayı daha önce geçirmişti. O ve onun kuşağı, bizim yeni yeni vardığımız bu yere çok daha önceden varmışlardı. Gerçekte onun yaşadığı “an” benim geleceğim olmuştu. Ama bu durum, benim dünyamı “modern” Thukydides’in dünyasını ise “eski” diye nitelendiren kronolojik yaklaşımı anlamsız duruma getirivermişti. Kronoloji ne derse desin, Thukydides’in dünyasıyla benim dünyamın felsefî anlamda “çağdaş” oldukları kanıtlanmış oluyordu. Yunan-Roma uygarlığıyla Batı uygarlığı arasındaki ilişki gerçekten böyleyse, bildiğimiz bütün uygarlıklar arasındaki ilişkiler de böyle değil midir? Bende yeni olan bu ” bütün uygarlıkların felsefî çağdaşlığı” düşüncesi, modern Batı biliminin bazı buluşlarıyla da iyice güçlendi. Günümüzde jeoloji ve kozmogoni tarafından açıklanan zaman cetvelinde bizim “uygar” dediğimiz insan topluluklarının ilk örneklerinin ortaya çıkmasından sonra geçen beş ya da altı bin yıl, günümüze kadar gelen insan ırkının yaşıyla, bu gezegendeki yaşamla, bu gezegenin kendisiyle, güneş sistemimizle, içinde bir toz parçası gibi durduğumuz galaksi ile ya da uçsuz bucaksız ve yaşlı yıldızlar sisteminin 13 bütünüyle karşılaştırıldığında son derece küçük bir zaman aralığıdır. Bu zamansal büyüklük aşamalarıyla karşılaştırdığımızda, M. Ö. II. bin yıllık devrede ortaya çıkmış (Yunan-Roma uygarlığı gibi), M.

Ö. IV. bin yıllık devrede ortaya çıkmış (Eski Mısır gibi) ve Hristiyanlığın ilk bin yılında ortaya çıkmış (bizimki gibi) uygarlıkların birbirinin gerçekten çağdaşı olduğunu görmekteyiz. Böylece, uygarlık denilen insan topluluklarının tarihlerinin toplamı anlamında olmak üzere “tarih”, birbirine paralel, çağdaş bir yorumlar demeti olarak ortaya çıktı, insan, kendi kendisi olduktan sonra, yüz binlerce yıldan beri, ilkel yaşam koşullarını aşabilmek için bir dizi atılımlar yaptı. Günümüzde, Yeni Gine’de, Terra del Fuego’ da ve Sibirya’nın kuzeybatı ucunda kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerde hâlâ ilkel yaşamlarını sürdürenler var. Bunlar bugüne kadar diğer insan topluluklarının saldırgan öncülerinin yok etme ve sindirme saldırılarına tanık olmadılar. Değişik topluluklar arasındaki şaşırtıcı kültür farklılıkları, California Üniversitesi profesörlerinden Teggart’ın eserleriyle ilgimi çekti. Bu derinlere uzanan fark, gerçekte hep şu son beş-altı bin yıl içinde oluştu. Burada, sub specie temporis (zaman içinde) evrenin gizlerini araştırırken umut verici bir nokta ortaya çıkıyor. Uygarlık dediğimiz eylemi başlatan birkaç toplumun, böylesine uzun bir aradan sonra, yakınlarda yeniden, yepyeni ve sonu bilinmez bir eyleme girmelerinin anlamı neydi? Đnsan topluluklarının büyük çoğunluğunun hiç uyanmadıkları o uykudan onları uyandıran neydi? Bu soru, 1920 yazında Profesör Namier, elime Osvvald Spengler’in Unter-tang des Abendlendes adlı eserini tutuşturana kadar kafamın içinde dönüp duruyordu. Kitabı okumaya başladığımda, bütün tarih sezgimi aydınlatan bir ışıkla karşılaşmış gibi oldum. Başlarda, karşılıklar bir yana sorduğum soruların bile ken14 dimden çok Spengler tarafından biçimlendirilip biçimlendi-rilmediği konusunda kuşkuluydum. Belli başlı tezlerimden biri, tarihsel çalışmada en küçük birimin bütün toplumlar olduğu ve Yunan-Roma dünyasının kent devletleri ya da çağdaş Batının ulus devletleri gibi gelişi güzel parçalara ayrılamayacağı idi. Đkinci tezim de, uygarlık dediğimiz, bütün toplumların tarihlerinin bir anlamda paralel ve çağdaş olduğu idi. Spengler’in sisteminde de bu iki nokta çok önemli bir yer tutuyordu.

Fakat Spengler’in kitabında uygarlıkların doğuşu konusundaki soruma karşılık aradığımda, benim için hâlâ yapılacak bazı işler olduğunu gördüm; çünkü bana öyle geldi ki, bu konuda Spengler hiç de aydınlatıcı olmayacak derecede dogmatik ve deterministik bir yaklaşım içindedir. Ona göre uygarlıklar doğar, gelişir, geriler ve belirli bir zaman çizelgesine uyarak yıkılırdı. Bu aşamaların hiçbirisi konusunda bir açıklama getirilmiyordu. Bu yalnızca Spengler’in algıladığı bir doğa yasasıydı ve siz ona güvenmeliydiniz: Đpse dixit (1). Bu gelişigüzel kararlılık Spengler’in parlak dehasına hiç de yakışmıyordu. Đşte bu noktada, ulusal gelenekler arasındaki farklılığı gördüm. Almanların önsel yönteminin işe yaramadığı noktada bakalım bizim Đngiliz amprisizmi ne yapacak? Gerçeklerin ışığında başka olası açıklamaları deneyelim ve görelim, bakalım ne kadar dayanacak… Irk ve çevre, değişik insan toplulukları arasındaki kültürel farklılıkları çözümlemek için XIX. yüzyılda yaşamış Batılı tarihçilerin ileri sürdükleri iki karşıt terim. Fakat sıkı sıkıya kapalı bu kapıyı açmayı iki anahtar da başaramadı. Irk kuramını ele alırsak, tarihin çalışma alanı olan insan türünün değişik üyeleri arasındaki fiziksel ırk farklılıkları ile ruhsal düzlemdeki farklılıkların, birbiriyle ilgili olduğunu gösteren herhan-(1) “O kendisi söyledi” anlamında Lâtince bir söz. 15 gi bir kanıt var mı elimizde? Tartışmayı sürdürmek için böyle bir ilişkinin varlığını kabul etsek bile, bir ya da birkaç uygarlığın “baba” ları arasında hemen hemen aynı ırktan insanların bulunmasını nasıl açıklayacağız? Siyah ırkın, günümüze kadar, sözü edilmeye değer bir katkısı olduğunu söyleyemiyoruz; ancak uygarlık deneyinin gündemde olduğu anın kısalığını düşünürsek, bunu insanların bir yeteneksizlik kanıtı olarak göremeyiz, yalnız dürtü ya da fırsat yoksunluğunun bir sonucu da olabilir. Çevreye gelince, sırasıyla Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının beşiği olan Aşağı Nil vadisi ile Aşağı Dicle-Fırat vadisinin fiziksel yapıları arasında çok açık bir benzerlik var; fakat eğer fiziksel yapılar uygarlıkların gerçek doğuş nedeni ise, neden coğrafya olarak bunlara benzeyen Ürdün ve Rio Grande vadilerinde de bunlara paralel uygarlıklar boy göstermedi ve neden ekvatoral And platosun-daki uygarlığın Afrika’da Kenya bölgesindeki dağlarda bir karşılığı yok? Bu kişisel olmayan, bilimsel sayılabilecek açıklamaların yıkılışı, beni mitolojiye götürdü. Bu dönüşü, kışkırtıcı ve geriletici bir adım imiş gibi temkinli ve utangaç bir davranışla yaptım. Eğer o sıralarda 1914-1918 savaşı arasında psikoloji tarafından açılan yeni çağdan bilgili olsaydım, herhalde daha az çekinirdim. Eğer.

C. G. Jung’un eserlerini tanı-saymışım, bana gereken ipuçlarını vereceklermiş. Yaklaşımımın temellerini, okulda iyi bir biçimde öğrendiğim Aeschy-lus’un Agamemnon’uyla Goethe’nin Faust’unda buldum. Goethe’nin “Cennet’te ön konuşma”sı, başmeleklerin Tan-rı’nın yaratmayı tamamlamasını dile getiren ilâhîleri ile başlar. Fakat Tanrı’nın eserleri kusursuzdur ve bunun sınanması için açık kapı bırakılmamıştır. Eğer Mefistofeles Tanrı’nın huzurunda en seçkin yaratıklardan birini baştan çıkarma konusunda kendisine olanak verilmesini istemeseydi bu kördü16 ğüm belki de hiç çözülemeyecekti. Tanrı bu meydan okumayı kabullenir ve böylece yaratma eylemi bir adım daha ileri götürülmüş olur. Đki kişi arasında «meydan okuma» ve «cevap verme» biçiminde ortaya çıkan bir etkileşim: Burada söz konusu olan şey, kıvılcımı tutuşturan fitil ve çelik değil mi? Goethe’nin Đlâhî Komedya yorumunda Mephistopheles, çok geç farkettiği nefretinin oyununa gelmek üzere yaratılmıştır. Eğer Şeytan’ın meydan okumasına karşılık olarak Tanrı yarattığı şeyleri gerçekten tehlikeye atarsa ve yeni birşey yaratma fırsatını kazanmak için Tanrı’nın böyle birşey yapacağını kabul edersek, biz de Şeytan’ın her zaman kaybetmediğini kabule zorunlu oluruz. Eğer bu meydan okuma ve cevap işleyişi uygarlıkların başka türlü anlaşılamaz ve kestirilemez olan doğuş ve büyüyüşlerini açıklıyorsa, yıkılış ve parçalanmalarını da açıklıyor demektir. Bildiğimiz uygarlıkların birçoğu yerle bir olmuş durumda, birçoğu da parçalanmayla sonuçlanan yolun sonuna yaklaşmış gibi… Ölü uygarlıkların otopsileri, kendi uygarlığımızın ya da diğer canlı uygarlıkların yıldızlarına bakmamızı sağlamaya yetmiyor. Spengler’in izniyle belirtelim ki, uyarıcı meydan okumaların neden sonsuza kadar başarılı karşılıklar almadığına ilişkin bir neden görülmüyor ortalıkta. Öte yandan, ölü uygarlıkların, çözülmeden parçalanmaya varana kadar izledikleri yolu deneysel ve karşılaştırmalı yöntemlerle incelediğimizde, bir dereceye kadar Spenglerci tekdüzeliği bulabiliyoruz; bu ise o kadar şaşırtıcı bir şey değil. Çözülme, ipin ucunu kaçırmak anlamına geldiğinden ve bu da adım adım özgürlükten otomatizme kayışa yol açtığından, özgür hareketlerin sonsuz derecede değişik olması ve tam olarak düşünülememesi nedeniyle zaten otomatik işlemler tekdüze ve düzenli olmak zorunda.

17 Kısaca belirtmek gerekirse, toplumsal parçalanmanın düzenli biçimi, parçalanan toplumun kafa tutan bir proletarya ile etkisini gittikçe yitiren egemen bir azınlığa bölünmesi biçiminde ortaya çıkıyor. Parçalanma işlemi dümdüz bir yol izlemiyor, sırasıyla bozgun, yükselme ve yeniden bozgun «kasılma» larıyla sarsılıyor. En son yükselişte, toplumu öldürücü yaralara karşı koruyan, egemen azınlık oluyor ve bunu da, evrensel devlet barışı aracılığıyla yapıyor. Egemen azınlığın evrensel devletinin çevresinde proletarya evrensel bir kilise kuruyor ve parçalanan toplumun iyice yok olduğu ikinci yükselmede bu evrensel kilise varlığını sürdürerek, yeni bir uygarlığın doğduğu kozayı oluşturuyor. Günümüzdeki Batılı tarih öğrencileri bu olguyu, Yunan-Roma tarihindeki Roma Barışı (Pax Romana) ve Hristiyan Kilisesi örneklerinden tanı-yor.Augustus’un gerçekleştirdiği Roma Barışı, birkaç yüzyıl süren savaşlar, kötü yönetim ve devrimle hırpalanan Yunan-Roma dünyasını yeniden sağlam temeller üzerine oturtmuş gibi görünüyor. Fakat Augustus’un çıkışının, bir ertelemeden başka bir şey olmadığı çok geçmeden anlaşıldı. Đki yüzelli yıl süren bir durgunluktan sonra imparatorluk, milâdî tarihin III. yüzyılında öyle bir darbe yedi ki, bir daha kendine gelemedi. V. ve VI. yüzyıllarda ortaya çıkan bunalım sonucunda da bir daha dirilmezcesine parçalandı. Geçici Roma Barışından gerçekten yararlanan Hristiyan Kilisesi oldu. Kilise, kök salmak ve yayılmak için bu olanağı iyi kullandı. Đmparatorluk onu ezmede başarısız kalıp, benimsemeye karar verinceye kadar çok zulüm gördü ve bu destek bile imparatorluğu kurtarmaya yetmeyince kilise, imparatorluğun kalıtını devraldı.

Batan bir uygarlık ve yükselen bir din arasındaki aynı ilişki bir düzineye varan başka durumlarda da gözlenebilir. Sözgelişi Uzakdoğuda Ts’in ve Han Đmparatorluğu, Roma 18 Đmparatorluğu’nun, Mahayana Budizm de Hristiyan Kilisesinin oynadığı rolü oynamıştır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir