Asım Karaömerlioğlu – Orada Bir Köy Var Uzakta – Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem

Tanmsal yapıların çözülmesi insanlık tarihinin en önemli, en trajik gelişmelerinden birisiydi. Dünya tarihi açısından aşağı yukarı on bin yıl önce insanlığın avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçişi ne kadar önemli bir gelişme olmuşsa, tarımsal yapıların çözülmesi ve sanayinin gelişmesi de en az o derece sarsıcı, başdöndürücü bir gelişmeydi. 20. yüzyıl köylülüğün çözülmesine, milyonlarca insanın büyük acılar ve beklentilerle şehirlerin yolunu tutmasına sahne oldu. Bu süreç elbette her ülkede farklı, eşitsiz bir şekilde yaşandı, ancak etkileri tüm dünyada eşzamanlı olarak hissedildi. Sanayi devrimi ve tarımsal yapıların çözülüşü insanlığı daha önceki hiçbir dönemle kıyaslanmayacak ölçüde büyük, derin ve sürekli bir değişim rüzgârının içine sürükledi. Bu hızlı ve sancılı altüst oluş insanların sadece günlük yaşamlarında değil, entelektüel evrenlerinde de önemli değişikliklere yol açtı. Aslında modernite denilen olgu da sözkonusu büyük ve derin dönüşümün, oluşun ve yokoluşun sürekliliğinin adından başka bir şey değildi. Modernite tüm referans noktalarının yitirildiği, “tanrı öldü” denilen bir dönemin adı oldu. Modemitenin en büyük, en sarsıcı etkisi ise hiç kuşkusuz köylüler üzerinde olacaktı. Hal böyle olduğu için köylü sorunu dünyanın hemen her 11 bölgesinde son derece kritik bir sorun olarak belirdi. 1917 Rus Devrimi’nin en sancılı ve kritik konusu hiç kuşkusuz köylülüğün tasfiyesiydi. Birinci Dünya Savaşı sonrası Balkanlar köylü isyanlarıyla sarsıldı. İki savaş arası dönemde köycü hareketler dünyanın her yerinde önem kazandılar. Dünyanın en kalabalık ülkesi Çin 1949’da komünist partinin önderliğinde bir köylü devrimine sahne oldu.


Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya köylü meselesi dünyanın her yerinde önemli sorunlarla beraber ideolojik tartışmaları, siyasal hareketleri gündeme getirdi. Türkiye’de de köylü meselesi son derece yaşamsal önemdeydi. Bunun bir nedeni Osmanlı’dan Cumhuriyet’e köylülüğün toplam nüfus içindeki oranının bir hayli artmış olmasıydı. Yeni Cumhuriyet daha az şehirli, daha çok köylüydü. Bu nedenle de Ankara’daki yeni yönetim köylülüğün Osmanlı’ya göre daha önemli olduğu bir toplumsal yapı buldu önünde. Üstelik köylüler sadece nüfusun neredeyse yüzde sekseni gibi çoğunluğunu oluşturmalarıyla değil, aynı zamanda en önemli üretici kesimi oluşturmaları nedeniyle de hayati önemi haiz bir kesimdi. Hal böyle olunca da köylülük ülkeyi yönetenlerce dikkate alınması, siyasal ve ideolojik anlamda kazanılması gereken en önemli gücü oluşturuyordu. Öte yandan, 1917’de Rusya’da köylülüğün de aktif desteğini alan devrim, dünyanın başka bölgelerini olduğu gibi Türkiye’yi de korkutmuştu. Birinci Dünya Savaşı sonrası Balkanlar’daki güçlü köylü isyanları da benzer şekilde köylü meselesinin önemini ortaya koymuştu. Tarımsal yapıların çözülmesinin, yani köylü sorununun, büyük sorunlar ortaya çıkarabileceği düşünülüyordu. Bu nedenle de Kemalist yönetici seçkinler köylülüğü de içerecek bir halkçılık anlayışına yöneldiler. Denebilir ki erken Cumhuriyet döneminin halkçılık söylemi köylülük meselesine vurgusuyla anlam kazanacaktı. Köy ve köylülere ait değerler halkçılık söylemi içinde yüceltilecekti. “Orda, bir köy var uzakta, gitmesek de, görmesek de, o köy bizim köyümüzdür” şarkısı bugünlere kadar dillerden düşmeyecekti. “Gidilmese de”, “görülmese de” yine de bizim olan köyler! Aslına bakılırsa bu dizelerde kristalleşen anlayış Türkiye’de yaygın olarak kullanı12 lan halkçılık anlayışının da bir yansımasıydı belki: “Halk” adına, köylüler adına bu kadar çok söz söylenmesi ile, aslında onlarla ilgili sağlanan gelişmelerin çok sınırlı olması arasındaki gerilimin adıydı belki de halkçılık.

Kuşkusuz halkçılık tek-parti ideolojisinin önemli ve belirleyici temel taşlarından birisiydi. Halkçılık kavramı Cumhuriyet Halk Partisi’nin programında yer almış, yeni rejimin altı temel ilkesinden birisi olarak benimsenmiş, 1937 yılında anayasaya rejimin kurucu bir ilkesi olarak dahil edilmişti. Ancak halkçılık, kavramın son derece yaygın kullanılmasına ragmen, ironiktir, Türkiye’de üzerinde en az çalışılan konulardan birisi olageldi. Türkçe birkaç kitap ve makale1 dışında, Türkiye’deki halkçılığı kapsamlı bir şekilde konu edinen bir çalışmaya rastlamak neredeyse mümkün değil. Oysa Rusya ve Latin Amerika’daki benzer tarihsel deneyimler teorik ve karşılaştırmalı çok sayıda çalışmada ele alınmıştır. Bu tür çalışmalar sayesinde bu ülkelerin tarihlerine yeni bir gözle bakmak mümkün olmuş, yeni kavram ve olgular tarihçilerin ve tarihyazımı ile ilgilenenlerin gündemine girebilmiştir. Genel olarak modern Türkiye tarihini, özellikle de tek-parti dönemini anlamak için halkçılığın taşıdığı kilit öneme rağmen konu ile ilgili derinliği olan analiz ve araştırmalar maalesef yeterince yapılmadı. İşte 1 Ilhan Tekeli ve Gencay Şayian, “Türkiye’de Halkçılık İdeolojisinin Evrimi,” Toplum ve Bilim, 6-7, 1987, s. 44-110. Bu konuda Zafer Toprak’m şu çalışmaları son derece önemlidir: “Popülizm ve Türkiye’deki Boyudan,” Tarih ve Demokrasi —Tank Zafer Tunaya’ya Armağan-. İstanbul: İstanbul Öğretim Üyeleri Demeği, 1992, s. 41-65; “Osmanlı Narodnikleri; ‘Halka Doğru’ Gidenler,” Toplum ve Bilim 24, Kış 1984, s. 69-81; “Halkçılık İdeolojisinin Oluşumu,” Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Tarihiyle İlgili Sorunlar Sempozyumu. İstanbul: İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi Mezunları Derneği, 1977, 13-38; “İkinci Meşrutiyet’te Solidarist Düşünce: Halkçılık,” Toplum ve Bilim, sayı 1, Bahar 1977, s. 92-123.

Yakın dönemde yayımlanmış iki kitabı anabiliriz: Cezmi Eraslan, Yakın Dönem, Türk Düşüncesinde Halkçılık ve Atatürk, Kumsaati Yayınları, İstanbul, 2003. Sefa Şimşek, Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi: Halkevleri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2002. Füsun Üstel’in köycülük üzerine makaleleri, yararlı yönlerine rağmen, olguya daha çok betimleyici bir düzeyde yaklaşıyor. Bakınız “Tek Parti Döneminde Köycülük İdeolojisi ya da Nusret Kemal Köymen,” Tarih ve Toplum 74, Şubat 1990, s. 47-51 ve “Köycüler Cemiyeti,” Tarih ve Toplum 72, Aralık 1989, s. 12-16. 13 elinizdeki kitap köycülük söylemini eksen alarak bu amaca yönelik mütevazı bir katkıyı amaçlamakta. Türkiye’de halkçılığın bir toplumsal ve siyasal kitle hareketi olmadığını baştan vurgulamak gerek. Daha çok devlet güdümlü bir söylemi içerdiği, hatta olası potansiyel toplumsal hareketlere karşı tepeden bir müdahale ve yönlendirme için gündeme geldiği; siyasal rejimin kitle tabanını genişletmek, sınıfsal farklan “sınıfsız” bir toplum adına örtbas etmek ve nihayet yönetici zümrenin seçkinciliğini gizlemek için bir araç rolü üstlendiği öne sürülebilir. Ancak Türkiye’deki halkçılığı Cumhuriyet’in ilk yıllarında nüfusun yüzde seksenini oluşturan köylülere bakmadan, özellikle de Kemalist iktidarın köylü kitlesini algılayışım ve onlara yönelik kurumsal uygulamalarını ele almadan anlamak imkânsız. Bunun da ötesinde, tek-parti dönemi Türk aydınları arasında moda olmuş köycü söylem ve uygulamaları ele almak, halkçılığın egemen ideolojideki yerini ve algılanışını değerlendirmek için paha biçilmez olanaklar sunuyor. Bu nedenle, erken Cumhuriyet dönemindeki halkçılık konusunu irdelemeyi hedef alan bir çalışmada köycü söylem ve uygulamalar yararlı bir çıkış noktasıdır. Öte yandan Cumhuriyet döneminin entelektüel tarihini yazmak için de köycü söylem ve bu söylemin koşulladığı algılayış ve uygulamalar kilit önem taşımakta. Köycülük, dünyada şehirleşmenin ve sanayileşmenin hâkim olduğu bir dönemde köy hayatının ve değerlerinin önemine yapılan vurgular toplamıdır. Türkiye’de köycü söylem liberal ve toplumsal sınıf temelli ideolojilerin tümden reddini; durağan, farklılaşmamış bir topluma özlemi dile getiriyordu.

Köycülüğün aynı zamanda çoğunluğu köylü olan bir ülkede milliyetçilik için kitlesel bir taban yaratması bekleniyor, sosyalist, sınıf temelli ideolojilere karşı bir barikat işlevi görmesi umut ediliyordu. 1929 Dünya Buhram’nın etkisindeki zor yıllarda köylülerin taleplerini karşılamanın gerektiğinin altını çizen köycü ideoloji; aydınların bir ‘ürünü’ olmasına rağmen, garip bir şekilde, sığ bir anti-entelektüalizme dayanak sağlıyor ve ‘gerçek’ Türk’ü köylerde arayan milliyetçi bir mit yaratma sürecini teşvik ediyor14 du. Köycülüğün Türkiye entelektüel tarihindeki bu işlevselliği de modem Türkiye üzerine yapılmış çoğu çalışmalarda gözardı edilmiştir. Oysa köycülük tek-parti döneminde, Kemalist seçkinler tarafından sürekli ve önemle savunulmuştu. Tekparti döneminin seçkin tarihçilerinden Ömer Lütfi Barkan daha 1935 yılında bu konudaki boşluğu saptamış, buhran yıllarında köylülüğün öneminin ortaya çıktığını çeşitli vesilelerle vurgulamıştı. Köycülüğe bu kadar çok vurgu yapılmasının altında yatan nedenlerin başında birtakım endişelerin, korkuların varlığı gelir. Başta gelen korkulardan birisi geleneksel toprak sisteminin dağılması ve topraksız köylü sayısının çoğalmasıyla, köylerden şehirlere göçenlerin oluşturacağı işçi sınıfının siyasal istikrarsızlığa neden olacağı idi. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrası Doğu Avrupa ve Balkanlar’da kendini göstermiş olan kitlesel köylü hareketlerinin yarattığı kaotik ve radikal bir altüst oluş tehlikesi hafızalarda henüz tazeydi. Aslında bütün bu endişelerin ortak noktası, olası bir köylü hareketinin siyasal rejime karşı bir tehdit oluşturması ya da siyasal katılımı sahiden genişletmeye dönük taleplerin çoğalmasıydı. Böylesi bir gelişme yönetici seçkinlerin iktidar tekelinin soıgulanması ve tartışılmasına yol açabilirdi. Bir başka deyişle, Kemalist halkçılığın en önemli yönlerinden birisi olarak nitelendirilebilecek köycülük, ironik bir şekilde, aslında rejimin seçkinci yönünü meşrulaştırmaya yaradı. Köycü söylemin gözardı edilmesi, tek-parti dönemiyle ilgili çeşitli özgül tarihsel konularda da birtakım çarpıtmalara neden oldu. Kemalist tarihyazımmın temel taşları olarak kullanılmaları, başlıbaşma, bu konulardaki çarpıtmaları körükleyen bir etken de oldu. Erken Cumhuriyet dönemiyle ilgili akademik çalışmalar, genel olarak, en tartışmalı tarihsel olguların bile köycü söylemle bağlantısını kurmada başarılı olamadılar. Köy Enstitüleri deneyimi bu duruma iyi bir örnektir.

Bu deneyim genelde tek-parti dönemi halkçılığının en “ilerici” çıkışı olarak sunulur. Benzer şekilde, 1945’teki Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu da köycülük ideolojisi ve politikası çözümleniş meden kurgulandığı için son derece yanlış çıkarımlara neden olmuştur. Oysa köycülüğü dikkate alan bir tartışma ekseni, ki kitaptaki beşinci bölümde bu yapılacaktır, her iki konuya da çok farklı açılımlar getirebilmektedir. Sonuç olarak, 1920’lerden itibaren oldukça önem kazanmış köycülüğe dikkat çekmek kritik bir değer kazanıyor. Kemalizmi salt bir ilerici modernleşme projesine indirgeyen birçok görüş de böylece tartışmaya açılabilecektir. Örneğin, Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma ve Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni sözkonusu perspektifleri kullanan, bir dönemin önemli çalışmaları olabilmişlerdi.2 Bu eserlerde olsun, günümüzde sosyal bilim ve tarihçilik adına yazılan birçok eserde olsun, Kemalist tek-parti rejimini kendinden menkul bir “ilerici” rejim diye övüp, kutsamak, erken Cumhuriyet tarihine tek taraflı bir ideolojik yaklaşımdır. Ve bu tek taraflılık biraz da Kemalist ideolojinin muhafazakâr yönlerini gözardı etmekten kaynaklanmaktadır. Köycü söylem bu açıdan da önem taşımakta, Kemalizmin muhafazakâr yönlerine dikkat çekmektedir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir