Ayşe Kulin – Birgün

Dışarının kuru soğuğu, arabanın sıcak hava üfüren kaloriferine rağmen, içime sızıp, iliklerime işlemiş sanki. Ellerim ayaklarım buz gibi, gözlerimi yola dikmiş, baktıklarımı göremeden ve hiç kıpırdamadan dimdik oturuyorum. Her ikimiz de yay gibi gergin, tek laf etmeden yol alıyoruz. İlk konuşan o oluyor: “Yaklaşıyoruz, hazırlansan iyi olur.” Geniş siyah örtüyü başımın üzerine yerleştirip, kaşlarıma kadar indiriyorum. İki ucunu çekiştirerek burnumun hemen altından çengelli iğne ile tutturuyorum. Gülmeye başlıyor Hasan Bey: “Örtünü biraz yukarı çek de önünü gör.” Beceriksiz hareketlerle örtüyü alnımın ortasından geri çekmeye çabalıyorum. 3 “Hah bak, iyi oldu böyle. Pek de yakıştı. Gözlerinin güzelliği ortaya çıktı.” “Bu örtünün yakışabileceği birini düşünemiyorum.” “Hiç de değil. Güzel gözlü ama çirkin burunlu kadınlara pek de fila yakışabilir.” “Teşekkür ederim! ” “Burnunun çirkin olmadığını benim kadar sen de biliyorsun.


İltifat avcılığı yapma şimdi, sabah sabah.” Kızıyorum için için ama, babam yaşında ve bana yardım etmeye çalışan bir adamla tartışmayı gereksiz bulduğum için su – suyorum. Sabahın erken saatlerinde daha yoğun olan sis yer yer açılıyor. Başımdaki örtünün ucuyla yan penceremdeki buğuyu siliyorum. Az daha gidiyoruz. “Çok sıkıldım öffi Nefes alamıyorum.” “Neden alamıyorsun? Burnunu kapamadın ki!” “Olsun! Yine de bunaldım. Psikolojik herhalde. Camı indirir misiniz azıcık, hava girsin.” Düğmeye basarak camı yan yarıya indiriyor. Sabah ayazında ürperiyoruz ikimiz de. “Bir kere daha üstünden geçelim mi?” diye soruyor Hasan Bey. “Sorularımı çabucak soracağım. Konuyu dağıtmayacağım. Not alamadıklarımı aklımda tutacağım ve dışarı çıkar çıkmaz hemen yazacağım defterime.

Acıkırsak çantamdaki bisküvileri yiyeceğiz. Konuşmam beşten önce bitmiş olacak. Bir terslik olursa, kimseye bir açıklama yapmadan, hemen sizi arayacağım cebinizden.” “Ne yazık ki arayamayacaksın. Telefona izin vermiyorlarmış.” “Yapmayın! Ya bir terslik olursa … ” “Olmayacak. Olursa, Dilaver Bey’e başvuracaksın.” “O da kim?” “Benim eski bir dostum. İçerden. Seni ona emanet edeceğim.” 4 “Güvenilir biri mi?” “Olmaz olur mu!” “Eh, tamam öyleyse.” “En önemli şeyi unuttun, kızım.” “Unutmadım. Bu buluşmayı hiç ama hiç kimse bilmeyecek, sizden, benden bir de neydi adı… Dilaver Bey’ den başka.” “Aferin.

” “Hasan Bey, bu yardımınızı unutmayacağım … gerçekten … çok, çok teşekkür ediyorum.” “Dua et de başımıza bir iş gelmesin.” “Gelmez. Kimse bilmiyor ki … bizlerden başka.” “Yerin kulağı vardır,” sesi sıkıntılı, “duyulursa, kabak hapishane müdürünün başına patlar.” “Duyulmayacak,” diyorum içimdeki endişeyi sesime yansıtmamaya çalışarak, “inanın bana, bu gün bu iş, hiç kimse bilmeden bitecek.” “İnşallah!” “Şu ses kayıt makinesi … ” “Sen çıkart onu çantandan bana ver. Üzerinde bulmasınlar. Bir şeyler yapmaya çalışacağım.” “Çantamda değil. Onu bir poşete koydum … arkada koltuğun üzerinde … yani iyi olurdu, her şeyi akılda tutmak mümkün değil ki, not alırken de zaman kaybederim.” “Sen bu kadarına bile şükret!” “Etmez olur muyum! Sağolun, siz olmasaydınız … ” Aynı teşekkür sözlerini belki yüz kere yinelemiş olduğum için, bir bıkkınlık basıyor üzerime, bitiremiyorum lafımı. Hasan Bey, önümüzdeki kavşaktan sağa sapıyor. Uzun bir süre daha gidiyoruz, yine hiç konuşmadan. Her ikimiz de kendi endişelerimize gömülüyüz.

Sonra sola doğru kıvrılıyoruz, az daha ilerliyoruz ve birden karşımızda hapishanenin üst kısmı tel örgülü beton duvarı beliriyor. Tıkanır gibi oluyorum. Arka kol5 tukta duran çantama uzanıp, çantayı kucağıma koyuyorum ve karıştırmaya başlıyorum. Nefret ederim böyle kuyu gibi derin çantalardan. İçinde aranan her şey, hele de aceleniz varsa, bir köşeye girip kaybolur. Karıştıra karıştıra, el yordamıyla astım ilacımı bulup, alıyorum. Sımsıkı tutuyorum disküsü avucumda. “Hayrola?” diyor Hasan Bey. “Heyecandan herhalde. Nefessiz kalır gibi oldum.” “Astım hastası olduğunu bilmiyordum. Alerjik mi? Polenlere karşı mı hassasiyetin?” “Yok hayır, polenlere karşı alerjik değilim. Nem dokunuyor galiba.” “Arabanın içinde nem filan yok ama … sinirlisin biraz. Vazgeçelim mi?” “Asla!” Araba yavaşlayarak demir kapının önüne geliyor.

Duruyor. Hasan Bey, aşağı inip kapıya yürüyor, kapının hemen yanındaki kulübeye giriyor. Aceleyle bir iki nefes çekiyorum elimdeki disküsten. Geri geldiğinde, “Sen in, beni burada bekle,” diyor bana, “arabayı park edip geliyorum.” İniyorum arabadan, kaldırıma çıkıp bekliyorum. Başımdan belime uzanan siyah örtüyle, bileklerime kadar inen gri mantonun içinde kımıldanamadan heykel gibi duruyorum. Ne korkunç bir his bu, bir kuleye hapsedilmiş gibi. Bir insan kendi özgür iradesiyle bezden bir kuleye hapsedilmeyi kabul edebilir mi? Neden bu kadar tepkisiz benim dinimin kadınları? Yavaşça bir adım atıyorum … bir adım daha, bir adım daha. Yürünüyormuş demek … hızlı hızlı yürüyorum … duvar boyunca yirmi adım ileri, yirmi adım geri, gidip geliyorum bir türlü alışamadığım kıyafetimin içinde. Kapının önünde dikilen nöbetçi hayretle beni seyrediyor. Arabasını park eden Hasan Bey, cep telefonundan arayarak geldiğimizi haber vermiş olmalı ki, demir kapıdan lacivert elbiseli bir adam çıkıyor ve selamlıyor bizi. Lacivert elbise 6 giyen memurların niye birbirlerine bu kadar benzediklerini tam anlamıyla çözememişimdir; tıpkı tüm din tacirlerinin badem bıyıkları, yuvarlak yüzleri, fildırfiş gözleriyle, futbolcuların adaleli ve çarpık bacakları, sert hatlı gergin simalarıyla ya da milletvekillerinin fırça bıyıklarıyla birbirlerine benzemelerini çözemediğim gibi. Bu çelimsiz, soluk yüzlü adamın da, az gelirliler sınıfına dahil olduğu için herhalde, hayatından bezmiş bir hali var. Suratında hep aynı mutsuz ifadeyle demir kapının yanındaki kontrol kulübesinde oturan nöbetçilerle konuşuyor ve elindeki kağıdı gösteriyor. Nöbetçi, küçük penceresinden elini uzatıp kimliklerimizi alıyor, bize birer yaka kartı veriyor.

Dışardaki diğer nöbetçi isteksizce aralıyor kapıyı, içeri giriyoruz. Geniş bir avlu burası. Hiç ağaç yok. İnsan yok. Bomboş bir alan. Aval aval bakınıyorum etrafıma. Hasan Bey kolumu çekiştiriyor. “Yürü kızım!” Kapıdaki nöbetçilerden uzaklaşınca, adamın kulağına eğilip fısır fısır konuşuyor Hasan Bey. Hiç ses etmeden başını sallayıp duruyor, lacivertli adam. Hızlı hızlı yürüyerek karşımızdaki binanın kapısından giriyoruz. Hava meydanlarındaki gibi hazırlanmış bir kontrol noktası var önümüzde. “Elinizi okutun,” diyor bir görevli. Hayretle baktığımı görünce, lacivertli, elimi alarak duvardaki manyetik alete yapıştırıyor. Benden sonra Hasan Bey de okutuyor elini. “Aygıt elimizi okuduğuna göre, falımızı da söylese bari,” diyorum.

Kimse gülmüyor. Hasan Bey bile duymamazlığa geliyor beni. Burada herkes, her an çok ciddi ve çok kederli olmak durumunda demek ki! Çantamı yürüyen kuşağa bırakarak kontrol noktasından geçmek istiyorum. Hemen bir uyarı geliyor: “Ayakkabılarınızı çıkartın!” Hasan Bey’le birlikte, çıkartıyoruz ayakkabılarımızı. Çoraplı ayaklarımızla geçiyoruz kontrol noktasından. Bir görevli ayak7 kabılarımı eline alıp içlerine, tabanlarına bakıyor ve geri veriyor. Çantamı alırken, aygıtın önünde oturan bir başka görevli cep telefonumu soruyor. Çantamdan çıkarıp uzatıyorum. “Burada kalacak. Çıkarken alırsınız.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir