Ayşe Kulin – Handan

Gözlerimi açtım. Önce bembeyaz tavanı, sonra da üzerinde ağaç gölgelerinin oynaştığı duvarı gördüm. Neredeyim ben? Buraya nasıl geldim? Ne zaman geldim? Dirseğimin üzerinde doğrulup etrafıma baktım. Tanımadığım bir odadayım. Kim getirdi beni bu odaya? Ne zaman getirdi ve yüz yıllık bir uykuya bıraktı ki, uyanışım böyle sancılı? Kaç zamandır uyumaktayım ben sahi? Kemiklerim üzerinde yattığım şilteyle adeta bütünleşmiş, elim, kolum ve kafam uyuşmuş olduğuna göre, dün geceden beri mi, üç gündür mü, üç yıldır mı, yoksa üç yüz yıldır mı? Neden hiçbir şey hatırlamıyorum? Gözlerim perdenin aralığından sızan gün ışığında dans eden toz zerreciklerinde, boş bir gayretle anımsamaya çalış7 tım. Kafam kazan gibi, hala çok uykum var. Yastığıma yaslanıp etrafımı incelemeyi sürdürdüm. Duvarlar ve perdeler beyaz olsa da, bir hastane odası değil burası. Bilirim hastane odalarını. Kokuları, dokuları başkadır. Duvarlarının illa beyaz olması da şart değildir üstelik. Benim unutamadığım hastane odasının duvarları açık maviydi. Doktorun gömleği koyu maviydi, Haşim’inki ince mavi çizgiliydi. Şu işe bakın ki, benim üzerimdeki, bağcıkları arkadan bağlanan hasta geceliği de mavi çiçekliydi. Oda çok soğuk olmalıydı ki, üşüyordum.


Dişlerim birbirine vuruyordu, tuhafbir ses çıkararak. “Bebek duruyor mu?” diye sormuştum başımda dikilen doktora. Sesim taraz tarazdı, boğazım yanıyordu. “Yormayın kendinizi. Dinlenin şimdi, sonra konuşuruz.” “Söylesenize, bebeğim yaşıyor mu?” Bana cevap veren olmamıştı. Uzaktan annemin sesini duymuştum. Annemin sesini nerede olsa hep duyarım ben. Öte dünyalarda bile olsa, yine duyarım. Uykumda dahi gelir, fısıldar kulağıma. Annem o sırada hayattaydı ve daha çok gençsin, yavrum, diyordu bana, bir bebeğin daha olur, odanın derinliğinde bir yerden. Haşim ve doktor, bir orkestra şefinden işaret almışçasına aynı anda öksürmüşlerdi. Oda lizol kokuyordu. Haşim yatağımın yanında dikiliyordu. Kül gibiydi rengi.

Yüzünde tuhaf bir ifade vardı. Merhamet desem değil, şefkat hiç değil. Bezginliğe varan bir hayal kırklığı gibi, daha çok. O an bana söylemek isteyip de söyleyemediğini, içinde sabırla saklayıp on ay sonra söylemişti. 8 Ben psikolojik terapi sırasında aldığım ilaçlar yüzünden on iki fazla kiloyu vücuduma yaymış olarak, ince uzun hayal gibi bir genç kızdan bir iri kadana kadına dönüşmenin acı gerçeğiyle mücadele etmekteyken … Haince, lafını hiç sakınmadan, hemen sadede gelerek söylemişti. Üstelik evlilik yıldönümümüzde … Hatırladım işte! Geçmişimle bağlarımı kopardığım zamanlarda, o mavi hastane odasıyla hatırlarım, unuttuklarımı. Çizgili gömleğiyle başımda dikilen kocamın gözlerindeki ifadenin bende yarattığı yıkıntıyla dönüş yaparım belleğime. Çünkü hayatımın dönüm notasıdır o an. Halk dilinde dış-gebelik diye bilinen durumunun, milyonlarca kadın arasında bana isabet ettiğini ve diğer tüpümde de yapışma olmasından dolayı, bundan böyle asla çocuk doğuramayacağımı öğrendiğim ve işte bu yüzden ömrümün geri kalanının hep yalnızlıklar içinde geçeceğini sezdiğim andır. Unutamam. Şimdi de tıpkı o günkü gibi. Ancak, o mavi hastane odasından çağrışımla artık her şey net de kafamda, sadece buraya ne zaman ve neden geldiğim hala dumanlı. Çok içmiş olmalıyım yatmadan önce. Şu anda içinde bulunduğum oda, hayır, kesinlikle bir hastane odası değil. Enerjisi, duvarlara sinmiş fısıltıları başka.

Bambaşka. Bir hapishane hücresi de değil, küçüklüğüne rağmen, çünkü yatağımın çaprazında bir hasır koltuk var, karşı du9 varda bir manzara resmi asılı ve perdesinden anlıyorum ki, penceresi geniş. Oysa bir hastane odası olabilirdi, hastayım çünkü ben. Ruhum hasta. Uzun bir zamandır hasta ruhum. Hapishane hücresi de olabilirdi, çünkü suçluyum aynı zamanda. Gerçeklerle yüzleşemediğim için suçlu ruhum. Bedenimse, hasta ve suçlu ruhumu taşımaktan çok yorgun. Kapattım gözlerimi, uyudum yine. Yeniden uyandığımda, perdenin aralığından bu kez güneş sızmıyordu içeri, ama oda etrafımı görebileceğim kadar aydınlıktı. Yattığım yerden, el yordamıyla başucu lambasının düğmesini aradım. Bulamayınca doğruldum, ayaklarımı yere sarkıtıp oturdum yatakta. Tuvalete gitmeliyim diye düşündüm. Ayağa kalkmaya yeltenince yerde, yatağın hemen yanında bir şeye bastım. Ayağım kaydı, gerisin geriye yatağa düştüm.

Toparlandım, eğildim ve aldım yerdeki o şeyi. Bir kitap! Kapağında, yüzü hayal gibi belli belirsiz bir genç kadın resmi var. Elimde kitap, tuvaleti arandım uyku sersemi, ışığını yaktım ve kitabın adını okudum: ıJ[anaan. Aynaya baktığımda ise, çiğ ışıkta bu adın canlısı belirdi karşımda. Yakından tanıdığım, yorgun, bezgin ve hafızasız Handan! Kendinden kurtulmak için unutmayı seçen ve fakat onu dahi beceremeyen. Dışarıya verdiği görüntü ise, şu işe bakın ki tam tersi. Tuttuğunu koparan bir kadın imajı. Kimse bilmiyor kopardıklarından elinde kalanın kocaman bir yalnızlık olduğunu. Kafamı musluktan akıttığım soğuk suyun altına tuttum bir süre. İyice ayıldım. Kim bilir hangi otel müşterisinin 10 unuttuğu bu eski püskü sararmış romanı dün gece başucumdaki konsolun çekmesinde bulup şafak sökene kadar okuduğumu iyi kötü hatırlıyordum artık. Sonra yorgunluktan, uykusuzluktan sızmışım demek ki. Ölüm uykusuna yatar gibi hem de. Islak saçlarımı havluya sardım, kitabı alıp odaya geçtim. Tekrar yatağa girdim.

Başucu lambasının ışığını tam kitabın üzerine düşecek şekilde ayarladım. Şanslı sayılırım yine, kasaba otellerinde yatakta okumaya yetecek kadar ışığı olan başucu lambalarını bulmak kolay değildir. Malum, Türkler okumaz. Burası şansıma, yabancı konuklar için tasarlanmış olmalı. Saat kaç, bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Kitabı bitirene kadar çıkmayacağım yataktan. Karnım acıksa da çıkmayacağım. Acıkırsam eğer, kadın dergilerinin diyet sayfalarında yazdığı gibi, kalçama ve karnıma depolanmış yağlarımı yaksın bedenim. Önce dün gece okumaya başladığım hayal mahsulü ‘}(andan’ın sonunu öğrenmeliyim, çünkü kitabı okudukça görüyorum ki, belli bir yaştan itibaren hatalarımız, günahlarımız ve sevaplarımızla ikiz kardeş gibi benzeşiyoruz adaşımla. Haliyle sonunu merak ediyorum romanın, görelim bakalım benzerlik nereye kadarmış? Üstelik rasgele konmuş değil benim adım. Handan adını babaannem seçmiş bana. Yüzü, gözümün önünde beliriyor, kendine has ikna tınısıyla, ilk çocuğunu, beni bekleyen annemin usul usul beynini yıkarken. “Bak kızım, bir roman okuyorum, kahramanı öyle zarif, öyle güzel ve akıllı bir kadın ki, herkesi büyülüyor, tesiri al11 tına alıyor. Koskoca Halide Edib onca isim arasında başkahramanı için boşuna seçmemiş bu adı, lügate baktım, meğer handan, şen ve neşeli demekmiş.

Bebeğimiz kız olursa, Handan pek münasip bir isim. Öyle değil mi ama? Ha? Ne dersin kızım? Ha?” Annem, ”Ama ben de birkaç isim düşündüm,” diye gevelese de, babaannem pes etmemiş, gelininin kalan hamileliği boyunca Handan da Handan diye tutturmuştur. Yine de tüm sorumluluğu babaanneme yüklememeli; dünyamıza o henüz romanı bitiremeden, doktorun verdiği tarihten iki hafta önce buyurduğum için, benim de katkım var bu adı taşımamda. Sözlüğe bakmaya üşenmeyen babaannem, ben öyle aniden doğuverince romanın sonuna bakmayı ihmal etmiş olmalı, çünkü Handan ölüyor mu, kalıyor mu öğrenmeden, yazdırmışlar adımı nüfusa. Alnıma böyle çakılmış işte, roman kahramanı ‘}{andan’ ın pek de iç açıcı olmayan kaderi. Ey anneler, babalar, çocuklarınıza olur olmaz roman kahramanlarının adını verecekseniz illa, iki kere düşünün bir zahmet! İsmini seçtiğiniz bu kahraman mutlu olmuş mu, yüzü gülmüş mü, sonu nasıl gelmiş öğrenin önce. Seçtiğiniz isim, çocuklarınızın hayatını gölgelemesin, yoksa büyüdüklerinde, adını koyan kişilere lanet etmeleri kaçınılmaz olur. İşte ben mesela, ‘}{andan’ı okudukça, hayatımı çıkmaz sokaklara yönlendirmiş olduğu için adımı seçen babaanneme saydırıp duruyorum. Babaannem beni duyabilseydi, nankör, derdi. Hatta roman kahramanıyla kendi kaderim arasında bağ kurmaya 12 çalıştığım için, beni deli olmakla itham ederdi. Kendi mutsuzluklarını hep kendin yarattın, suçu başkalarında arama, derdi. Gerçekten bahtsız onca insan varken etrafta, senin ne eksiğin var ki kendine acıyorsun, aç mısın, açık mısın ki diye sorardı. Dünyanın en bahtsız insanı elbette değildim ama kendimi bildim bileli sonu gelmez bir arayış içindeydim. Beni sevenleri ben sevemedim, benim sevdiklerim de beni sevmediler nedense. Ne zaman, ‘işte budur,’ dedimse, nihayet nefeslenip bir erkekte karar kıldımsa, hatta iş hayatımı yoluna koyduğumu sandımsa, karşıma hep bir sorun çıktı.

Şansımın yaver gittiği hiç mi olmadı? Oldu belki, fakat sürekliği olmadı. Umutla başladığım her ilişkide ve her elimi attığım işte, bir süre sonra hüsrana uğramak kaderim oldu adeta. Bir sevgiliden ötekine, bir işten diğerine savrulup durmama erken doğumumdan zaten belli olan aceleciliğimin, fevri davranışlarımın, çabuk kızıp sonradan pişman olacağım ani karar verme huyumun neden olduğunu düşünmüştüm. Oysa şimdi, şu elimdeki kitabı okurken görüyorum ki, mutluluğun sürekli avucumdan kaçmasından, huyum kadar adım da sorumluymuş! Yaşamıma, adı Halide olan yazarın yarattığı ‘}{anian’ının gölgesi vurmuş. Şu işe bakın ki, babaannemin adı da Halide’dir üstelik! Bu durumda babaanneme kızmamak elde mi?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir