Ayşe Saraçgil – Bukalemun Erkek

Türk Müslüman toplumunu 19. yüzyılın ilk yansından itibaren ilgilendirmeye başlayan modernleşme sürecinin, hâkimiyet ilişkileri üzerinde çok derin etkileri oldu. İktidann en mahrem düşünce yapılanmn öncelikli ifadeleri, erkek kültürü ve ataerkil yapılar, değişim yönünde çok güçlü baskılara maruz kaldılar. Bu çalışma, modem Türk edebiyatına derinlemesine bir bakışla, sözü geçen baskılan ve ürettikleri değişimleri yorumlamayı amaçlıyor. 1860- 1980 yıllan arasında yayınlanan roman ve öykülerde yansmlmış günlük hayat gerçeği ile aynı dönemde aile yapılarını, sosyal hiyerarşiyi ve kadm-erkek ilişkilerini yeniden düzenlemeye yönelik norm ve kurallar getiren politik ve yasal girişimler ile bunlann mukayesesi, araştırmanın temel araç ve yöntemini oluşturuyor. 1839’da başlayan Batılılaşma süreci içerisinde doğan modem Türk edebiyatı, şimdiye dek, başlıca üç grupta toplayabileceğimiz pek çok açıdan incelendi: Edebi-estetik çalışmalar,1 aşın olarak nitelendirilen bir Batılılaşmanın yaratabileceği toplumsal tehlikelerin irdelenmesini hedefleyen çalışmalar2 ve son yıllarda hızlanan ve çeşitlenen, kadın özgürlüğü sorunu üzerine yoğunlaşmış çalışmalar.3 Batılılaşma sürecinin neden olduğu veya empoze ettiği değişimlere uyum sağlamak üzere Müslüman-Türk ataerkilliğinin giriştiği çabalar ise, şimdiye dek yapılan çözümlemelerin dışında kaldı.4 Bu çalışma, ülkemizdeki erkek egemenliğinin iç mekanizmalarında oluşan dönüşümlerin zaman, şekil ve içeriği yanında psikolojik ve sosyal sonuçlan ile ilgili pek çok soruya kısmi de olsa cevap arama amacı ile ortak edebi muhayyilemizin derinlemesine deşilmesinin ilk ürünüdür. Ataerkil sistem,5 yani erkeğin kadın üzerinde hâkimiyetini oluşturan uygulamaların, toplumsal ve kültürel yapıların tümü, Türkiye’ye veya tslâm dinine özgü olmadığı gibi, farklı tarihi dönem ve kültürel ortamlarda hep aynı kalan, değişmez bir gerçeklik de değil. Bu, tarihî, sosyo-ekonomik ve kültürel, her kendine özgü ortamda, iktidar ilişkilerinin en mahrem biçim ve yapılarım ifade eden bir sistem.® Bundan ötürü, cinsler arası ilişkilerin toplumsal bağlamda kendilerini ifade ettikleri temsilî ve sembolik biçimleri, oluşum süreçlerinde dikkatle incelemek ve bağımlılığı yaratan modellerin yanısıra, mücadele ve hâkimiyet biçimlerini de irdelemek, üzerine çalışılan toplumun kendine has gelişim mekanizmalarını ve tarihî süreç içerisinde gündelik yaşam ve politik hayatın temelinde yatan ideolojik söylemlerin uğradığı değişimleri, daha doğru bir biçimde tahlil etmemize yardımcı olabilir.7 Çeşitli modernleşme deneyimleri, bu sürecin, kültürün en kalıcı unsurlarını bile nasıl içine aldığını, onlan nasıl değişime uğrattığını ve oluşan şartlarda ataerkil yapıların nasıl yeniden şekillendirildiğini göstermiştir. Bununla birlikte bu yapılardaki değişimler diğerlerine göre çok daha büyük zorluklarla gerçekleşmektedir. Devlet organlarını, hukuki, politik ve ekonomik sistemleri değiştirmek, ataerkil yapılar gibi derinlemesine özümsenmiş kültürel oluşumların değişmesi ile kıyaslanamayacak derecede kolaydır. Zira ataerkil yapılar, bireysel kimliğin ve ortak yaşamı şekillendiren ve anlamlandıran uygulamaların, daha ince, daha bilinç dışı boyutlarını kapsıyorlar.


8 Bu yüzden, bunların değişimi, yalnızca bireysel ve toplumsal bilinç düzeyinde bir yeniden düzenlemeyi değil, aynı zamanda bireysel ve toplumsal dünya görüşünün gerek gündelik hayatın somut deneyimleri içerisinde, gerekse de sembolik düzeyde, yeniden yaratılmasını gerektiriyor. Ayrıca ataerkilliğin, gereğinden fazla kullanılmaktan ötürü anlam kaybına uğramış, kimi zaman tüm gerçekliğin tek başına üze tine yüklendiği, kimi zaman ise yansıtabileceğinden çok daha dar bir kapsamı ifade etmek üzere kullanılan problematik bir kavram olduğunu ilave etmeliyiz. Bu kavramın kullanımında basite indirgemelerden veya sadece betimsel irdelemelerden kaçınmak ve konu üzerine yapılmış en yeni metodolojik çalışmaların da önerdiği gibi, kavramın tatbik edileceği tarihî ve kültürel ortamdaki değişimleri iyice göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu anlamda ileri kapitalist ülkelerdeki ataerkil yapılar üzerine çalışıyor olsa da Silvia Walby’nin geliştirmiş olduğu tipolojiye değinmemizde yarar var. İngiliz araştırmacı, çok sayıda nedensellik faktörünün bir anda teorize edilmesi gerekliliğinden yola çıkarak ataerkillik olgusunu, ev içi üretim, cinsellik, kültür, şiddet, devlet kurumlan ve ücretli iş olmak üzere altı temel yapıya bölmeyi öneriyor ve ataerkilliğin çeşitli dışavurumlannı bu öğelerin birbirleriyle karşılıklı ilişkilerinde bulmaya çalışıyor. Walby’nin aynmsadığı yapılan başlıca iki alanda toplayabiliriz: Özel ve kamusal. Özel alanda ataerkillik, kadının ev içi (ilişkileri ve) üretimi aracılığı ile sömürülmesinde ifadesini buluyor. Oysa kamu alanındaki ataerkillik, ücretli iş ve sosyo-politik ilişkilerin organizasyon biçimlerine dayanıyor. Kamu alanındaki ataerkilliği incelerken de alt yapıyı oluşturan ev içi ilişkilerini, dolayısıyla özel ve kamusal alanlar arasındaki içiçeliği gözden kaçırmamak gerekiyor. Nitekim, bir alandan diğerine geçişler gerek yukanda sayılan yapılar içerisinde, gerekse de onların herbirinin kendi içinde önemli değişimlere yol açıyor.9 Böyle bir yaklaşım, bir yandan ataerkillik olgusunu kadının erkek tarafından ezilmesi gibi basit bir evrensel gerçekliğe indirgemeden, tüm karmaşıklığı içerisinde kavrayabilmemize, öte yandan da bu olgunun gelişimini kurumsal ve politik sistemlerin kendi dönüşümleri ve meşruluk temelleri ile ilişkisi içerisinde inceleyebilmemize olanak sağlıyor. Bu niteliği ile Walby’nin geliştirmiş olduğu inceleme yöntemi, ileri kapitalist ülkeleri hedefliyor olmasına rağmen, Türkiye gibi tamamen dış kaynaklı modellere yönelik ve fitili dışandan ateşlenmiş bir çağdaşlaşma süreci geçirmiş bir toplumun irdelenmesi için de yararlı bir çıkış noktası oluşturuyor.Özellikle belirtmemiz gerekir ki, ne ataerkillik ne de ataerkil silsile sadece ailevi organizasyon modelleridir. Bunlar, dünyayı algılama biçimlerini, kolektif deneyimlerin düzenlenişini ve iktidar mekanizmalarının kurulmasını belirleyen yapılardır. Ataerkil sistemin özellikle etkili olmayı başardığı toplumsal gerçekliklerde evrenin algılanma biçimi bile ev içi yapılanmaları yansıtıyor ve bu yapılanmaların tipik hiyerarşi ve bölünmelerinin yankısına dönüşüyor.

Aynı şekilde tüm bir halkın ve onu oluşturan bireylerin psikolojisi de özgün ataerkil yapılar tarafından belirleniyor.10 Öte yandan ataerkillik ve ataerkil silsile İslâm dininin kültürel temellerini oluşturuyor. Kuran erkeklere, erkekler için indirilmiştir ve kadınlara ancak olağanüstü durumlarda ve genellikle bağlı oldukları erkekler aracılığı ile hitap eder. Müslüman toplumlarda ataerkil silsile erkek soy çizgisini, gerek birinci dereceden (baba, büyükbaba, dede), gerekse ikinci dereceden (erkek kardeşler, dayılar, kuzenler) olmak üzere önemle vurgularken, ataerkil sistem, bu erkek soy çizgisini mutlak otorite konumuna getirir. Her politik sistemde olduğu gibi, Müslüman toplumlarda da iktidarın organizasyonu, aile yapışma sembolik bir biçimde bağlanarak meşrulaştınlmıştır. Nitekim dünyanın her köşesinde babalık kavramının irdelenme biçimi, politik iradenin irdelenme biçiminden farklı düşünülememektedir.11 Bu genel varsayımlardan yola çıkarak Osmanlı lmparatorluğu’nda 1839 yılında resmen ve yukarıdan aşağıya doğru12 bir yöntemle başlatılan kurumsal modernleşme sürecinin siyasal, hukuki ve yasal gücün işlev ve oıganizasyonunu değiştirmek amacıyla getirdiği bir dizi reformu konumuz açısından gözlemlemeye başlayabiliriz. Osmanlı sistemini Batı Avrupa’da uygulanan kriterleri izleyerek rasyonalize etmeyi amaçlayan bu yenilikler, imparatorluk iktidarının dinî temellerine kertik koyuyordu. Nitekim Batı uygarlığı ile ilişkilere bağımlı bir konumda giren imparatorlu ğun yaşatılması açısından gerekliliği su götürmei Türk modernleşmesi, dereceli fakat kararlı bir laikleşme sürecine dönüşmüştür.13 Devamlılık ve yenileşmenin karmaşık bir örgüsü halinde oluşan bu derin değişim, Hıristiyan Batı dünyasını pek çok açıdan imparatorluğun nirengi noktası haline getirdiği gibi, Osmanlı kültürünün ve benliğinin temellerini de farklılaştırmıştır. Aidiyet bilincinin böylesine köklü bir değişime uğraması, kaçınılmaz olarak sosyal mekanizma ve dinamikler üzerinde çok derin etkiler yaratmıştır. Türkiye, eski geleneklerini, değiştirmeye veya ıslah yoluyla uyumlamaya çalışarak, bir anlamda yeniden yaratmak zorunda kalmıştır. Bu yeniden yaratma çabası, toplumun en yüksek katmanlarından, İstanbul’un reformlara en büyük katkıda bulunmakta olan seçkin tabakalarından başlamıştır. Sorunu ilk algılayan ve değişimin biçimleri üzerinde düşünmeye ilk başlayan toplumsal tabakalar bunlar olmuştur. Yukan tabakaların müdahaleleri ile oluşan bir süreç, bir halkın zihniyetini, evreni kavrayışını, iküdann en mahrem yapılan tarafından belirlenen psikolojisini, hiyerarşik ve sosyal ilişkileri kurma ve yaşama biçimlerini nereye kadar değiştirebilir? Bir toplum, kendisine empoze edilen değişimlere nasıl tepki gösterir, onlan nasıl algılar, onlara nasıl uyum sağlar? Bu değişikliklere gösterilen tepkilerin çözümlenmesi çok güçtür.

Genellikle değişik sınıf ve katmanlarda, değişik cins ve çıkar gruplan arasında, kısacası toplumun her sektöründe değişim sürecine başka bir tepki ve katılış biçimi gözlemlenecektir. Bu çalışmanın büyük bir kısmında dikkatlerimiz, değişimin gerekliliğini ilk kavrayan ve aynı zamanda da onun en önemli itici gücü olan Türk-Müslüman seçkinleri üzerinde yoğunlaşacak. Bu seçkinler, modernleşme sürecine hayatî gereksinmeleri ile bağlı idiler. Değişimler onlara empoze edilmedi, aksine onlar tarafından istendi ve hatta büyük ölçüde belirlendi. Geleneksel toplumun âdet ve alışkanlıklannı sert bir biçimde eleştirerek gelenekleri yeniden biçimlendirmeye çalışan ilk aktif toplumsal özneler onlar oldular. Topluma yönelttikleri eleştiriler daha ilk elden ve tabii bir şekil de, evlilikle ilgili âdetler, aile düzeni, kadın erkek ilişkileri ve kadın haklan gibi sorunlan da kapsadı. Ama iktidar ilişkilerinin en mahrem yapılarını ilgilendiren bu eleştiriler, hangi noktaya kadar radikal olabilirlerdi? Başka bir deyişle, bu eleştiriler modernleşme sürecinin en derin kıvnmlannda yatan toplumsal ve bireysel direnme mekanizmalan tarafından engellenmiyorlar mıydı? Bu sorulara cevap ararken modernleşme ile karşı karşıya gelmenin doğurduğu etkilerin geniş biçimde yankılandığı modem edebiyata başvurmak çekici geliyor. Bildiğimiz gibi modem Türk edebiyatı da aynı değişim sürecinin bir meyvası ve Türk kültürünün Arap-Fars etkisinden Batı Avrupa etkisine geçişinin hem aracı hem de ürünü. Modernleşme süreci içerisinde Müslüman-Türk edebiyatı ifade şeklini, dilini, içeriğini ve işlevini değiştirdi. Bu değişimin köktenliğini kavrayabilmek için önceki dönem edebiyatının temel özelliklerini kısaca hatırlamakta yarar var. Türkçe konuşan topluluklar 9. yüzyıl sonlanna doğru İslâm dinine geçmeye başladıklannda yalnızca yeni bir inanç sistemini kabul etmiyor, aynı zamanda dillerinde ve edebî ifade biçimlerinde derin değişimleri gerektirecek şartlanmalann da temelini atıyorlardı. Nitekim “Müslüman dünyasına girmek için gerekli kaligrafik anahtar”14 olarak algıladıktan, Kuran’m yazıldığı Arap alfabesini kullanmaya başladılar. Arap alfabesinin benimsenişi ve soyut düşünce üretiminin İslâm diniyle özdeşleşmesi, Arapça ve Farsça kelimelerin ve hatta gramer kurallannın gittikçe artan bir biçimde dile girmesine yol açü. Bunu, neredeyse doğal bir biçimde, Müslüman dünyasının edebi ilkelerine adapte olma süreci izledi.

Böylece doğmaya başlayan elit dili ve edebiyatı, Osmanlı Imparatorluğu’nda özgün bir ayncalık dilini, Osmanlıca’yı türetti. Arapça, Farsça ve Türkçe’nin olanaklannın birlikte kullanılabildiği bu seçkinler dili, bir yandan imparatorluğun yapısal özelliği olan halk (reaya) – (askerî) seçkinler aynmını iyice belirgin hale getirirken, öte yandan, gerçekten imparatorluğa özgü kozmopolit bir dil ve kültürün yaratılmasına da aracı oldu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir