Bernard Cornwell – Seytanin Atlilari

Bernard Cornvvell, 1944 Londra’sında dünyaya geldi. Londra Unüversitesi’ni bitirip, bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra, BBC’de yaklaşık on yıl çalıştı. Hâlâ eşi olan Judy Cornvvell’le evlenebilmek için Amerika’ya taşındı. Çalışmak için Amerikan Hükümeti’nden izin almak zorundaydı; ancak kitap yazma konusunda izin gerekme-diğinden bu mesleğe başladı ve bugün dünyada tarihi roman alanında en önemli yazarlardan biridir. “…pek çok ölümcül savaş yapıldı, insanlar katledildi, kiliseler soyuldu, ruhlar tahrip edildi, genç kadınlar ve bakireler kirletildi; saygıdeğer dullar ve eşler rezil edildi; kasabalar, malikaneler, binalar yakıldı; yollarda soygunlar ve gaddarlıklar yapıldı; pusular kuruldu. Bu yüzden adalet sağlanamadı. Hıristiyanlık inancı zayıfladı, ticaret yok oldu ve bu savaşları takiben konuşulamayacak, sayı-lamayacak ve yazılamayacak kadar kötü ve korkunç olay-lar yaşandı.” FRANSA KRALI II. JEAN, 1360 Harlequin, büyük olasılıkla eski Fransızca sözcük helleguin’den alınmıştır: şeytanın atlıları. Hookton hazinesi 1342 yılının Paskalya sabahında çalındı. Bu hazine, kutsal bir şey, kilisenin kirişlerinde asılı duran kutsal bir emanetti ve bu kadar değerli bir nesnenin böylesi tanınmamış bir köyde tutulması olağandışıydı. Bazı köylüler kutsal emanetin orada işi olmadığını, bir katedralde veya büyük bir manastırda saklanması gerektiğini söylerken kimileri, hem de sayıları çok olan kimileri, onun gerçek olmadığını söylüyordu. Yalnızca aptallar kutsal emanetlerin sahte olduğunu inkâr ediyordu. İkna yeteneği olan adamlar ingiltere’nin az bilinen kesimlerin-de dolanıp kutsal azizlerin el ve ayak parmaklarından veya kaburgalarından olduğunu söyledikleri sararmış kemikleri satarlardı. Ve kemikler bazen gerçekten insana ait olsa da çoğunlukla bir domuza ya da hatta bir geyiğe ait oluyor, ama insanlar yine de satın alıp bu kemiklere dua ediyordu.


“İnsan St. Guinefort’a dua etse de olur,” derdi Peder Ralph, sonra genizden gelen alaycı bir kahkaha patlatırdı. “Uyluk kemiğine dua ediyorlar, uyluk kemiğine! Kutsal domuz!” Hazineyi Hookton’a getiren Peder Ralph olmuştu ve bir katedrale ya da manastıra götürülmesini kabul etmemişti, böylece sekiz yıl boyunca kilisede asılı kaldığından üzerinde tozlar ve batı kulesinin yüksek penceresinden meyilli güneş ışıkları girdiğinde gümüş renginde parlayan örümcek ağları birikmişti. Serçeler hazinenin üstüne tüner, bazı sabahlar sapma asılmış yarasalar görülürdü. Nadiren temizlenir ve neredeyse hiç aşağıya indirilmezdi, ama arada bir Peder Ralph merdiven getirip hazinenin zincirlerini açtırır ve ona dua edip okşardı. Onunla hiç övünmezdi. Böyle değerli bir hazineye sahip olan diğer kilise ve manastırlar hacıları çekmek için onları kullanırdı, ama Peder Ralph ziyaretçileri geri çevirirdi, “Önemli bir şey değil,” derdi eğer bir yabancı kutsal hazineyi soracak olursa. “Ucuz bir mücevher. Önemli bir şey değil.” Ziyaretçi ısrar ederse sinirlenirdi. “Önemli bir şey değil, bir şey değil, bir şey değil!” Peder Ralph öfkeli değilken bile ürkütücü bir adamdı, ama öfkelendiğinde saçları havaya dikilmiş bir canavara dönüşüyor ve ateşli öfkesi hazineyi koruyordu, ama Peder Ralph cehaletin en iyi koruma olduğuna inanıyordu, çünkü eğer insanlar onu bil-mezse Tanrı korurdu. Ve korumuştu da, bir süre için. Hookton’un tanmmamışiığı hazinenin en iyi korumasıydı. Küçük köy İngiltere’nin güney sahilinde, neredeyse nehre dönüşen Lipp deresinin çakıl taşı kaplı sahili geçip denize döküldüğü yerde kurulmuştu. Köye ait altı tane balıkçı teknesi çalışıyor, geceleri Lipp’in son düzlüğünün etrafında kıvrılan çakıllı uzantı yani Hook tarafından korunuyordu, ama 1322’deki ünlü fırtınada deniz kükreyerek Hook’u da aşmış ve tekneleri yukarı sahile vurarak paramparça etmişti.

O trajediden sonra köy hiçbir zaman tamamen toparlanamamıştı. Fırtınadan önce Hook’tan on dokuz tekne açılıyordu, ama yirmi yıl sonra yalnızca altı tekne Lipp’in tehlikeli setinin ötesindeki dalgalarla boğuşuyordu. Köylülerin geri kalanı ya tuzlada çalışıyor ya da hazinenin kararmış kirişlerinden sarktığı küçük taş kilisenin etrafına toplanmış olan sazdan yapılma kulübe yığınlarının arkasındaki tepelerde koyun ve sığır otlatıyordu. Burası, arkadaki yeşil tepeleri, içindeki cehaleti ve ötesindeki engin deniziyle tekne, balık, tuz ve çiftlik hayvanı memleketi olan Hookton’du. Hookton da Hıristiyanlıktaki her yer gibi Paskalya ari-fesinde nöbet tuttu ve 1342’de bu ciddi görev, Peder Ralph’ın Kutsal Paskalya Ekmeğini takdis edip, ekmek ve şarabı beyaz örtülü sunağa koymasını seyreden beş adam tarafından yerine getirildi. Bu tören için yapılan özel ekmekler beyaz keten bir örtüyle örtülen basit bir toprak kâ-senin içinde dururken, şarap Peder Ralph’e ait gümüş bir kupada saklanırdı. Gümüş kupa da onun esrarının bir parçasıydı. Peder, dindar ve bir köy rahibine göre fazla bilgili olan çok uzun boylu bir adamdı. Piskopos olabileceği, ama şeytanın ona kötü rüyalarla musallat olduğu ve Hookton’a gelmeden önce ruhu şeytanlar tarafından ele geçirildiği için bir manastırın hücresine kilitlendiğine dair söylentiler ortalıkta dolaşıyordu. Sonra 1334’te şeytanlar onu bırakmış ve o da martılara vaaz vererek, sahilde günahları için ağlayarak ve göğsünü sivri uçlu taşlarla döverek köylüleri dehşete düşürdüğü Hookton’a gelmişti. Kötülüğü vicdanına çok büyük baskı yaptığında bir köpek gibi uluyordu, ama ücra köşedeki bu köyde bir parça huzur da bulmuştu. Keresteden, kâhyasıyla paylaştığı büyük bir ev yapmıştı ve üç mil kuzeydeki taş evde yaşayan Hookton lordu Sir Giles Marriott’la arkadaş olmuştu. Sir Giles kuşkusuz bir centilmendi ve vahşi saçlarına ve öfkeli sesine rağmen Peder Ralph de öyle görünüyordu. Kiliseye getirdiği hazineden sonra Hookton’daki en harika şeyler olan kitapları topluyordu. Bazen kapısını açık bıraktığında insanlar şaşkınlıkla yutkunarak masanın üstüne yığılmış olan deri kaplı on yedi kitaba bakar-dı.

Çoğu Latince’ydi, ama birkaç tanesi Peder Ralph’in ana dili olan Fransızca’ydı. Ama onun dili Fransa Fransızca’sı değil, Norman Fransızca’sı, İngiltere’nin hükümdarlarının diliydi ve köylüler rahiplerinin asil bir soydan geldiğine inanıyordu, ama kimse bunu onun yüzüne karşı sormaya cesaret edemiyordu. Hepsi ondan çok korkuyordu, fakat o köylülere karşı görevlerini yapıyordu; onları vaftiz ediyor, yeni doğan çocuklar için Tanrıya şükran duası gönderiyor, evlendiriyor, günah çıkartıyor, günahlarını bağışlıyor, azarlıyor ve gömüyordu, yine de onlarla zaman geçirmiyordu. Karmakarışık saçları, öfkeyle bakan gözleriyle asık bir suratla yalnız başına dolaşıyordu, ama yine de köylüler onunla gurur duyuyordu. Çoğu köy kilisesi cahil, muhallebi suratlı, kiliseye gelenlerden biraz daha fazla eğitimli rahiplerin eline kalmıştı, ama Hookton Peder Ralph sayesinde iyi bir âlime sahipti. Peder, sosyal-leşmeyecek kadar zeki, belki bir aziz, belki bir soylu, kendi kendine günah çıkaran bir günahkârdı ve belki deliydi, ama inkâr edilemeyecek kada/ gerçek bir rahipti. Peder Ralph Kutsal Ekmekleri kutsayıp beş adamı, Lucifer’in Paskalyadan bir gece önce ülke dışında olduğu ve bu şeytanın hiçbir şeyi Kutsal Ekmekleri sunak taşından çalmaktan daha fazla istemediği, bu yüzden beş adamın ekmeği ve şarabı titizlikle korumaları gerektiği konusunda uyardı ve rahip gittikten sonra kısa bir süre için adamlar itaatkâr bir şekilde dizlerinin üstünde kalıp yanında bir armanın bulunduğu gümüş rengi ayin kupasına baktılar. Armada elinde bir kâse tutan efsanevi bir canavar, bir yale vardı ve köylülere Peder Ralph’in gerçekte asil doğmuş olup ruhu şeytanlar tarafından ele geçirildiği için aşağılık bir seviyeye düşen bir adam olduğunu anlatan şey bu soylu kupaydı. Gümüş kupa uzun gece boyunca yanacak olan muazzam uzunluktaki iki mumun aydınlığında titreşiyor gibi görünüyordu. Çoğu köylünün uygun Paskalya mumları almaya parası yetmiyordu, fakat Peder Ralph her yıl Shaftesbury’deki keşişlerden iki mum alırdı ve köylüler bu mumlara bakmak için çekine çekine kiliseye sokulurdu. Ama o gece, karanlıktan sonra yalnızca bu beş adam uzun, titremeyen alevleri gördü. Balıkçı John osurdu. “Bunun şeytanları uzak tutmak için yeterli olduğunu düşünebilirsiniz,” dedi ve diğer dördü güldü. Sonra hep birlikte koro bölümünün merdivenlerinden ayrılıp sırtlarını orta kısımdaki duvara vererek oturdular. John’un karısı bir sepet dolusu ekmek, peynir ve tütsülenmiş balık hazırlamış, sahilde tuzlası olan Edward bira getirmişti.

Hıristiyanlıktaki büyük kiliselerde bu yıllık nöbeti şövalyeler tutardı. Üzerlerine sıçrayan aslanların, kamburu-nu çıkarmış şahinlerin, balta başlarının ve kanatları açık kartalların işlendiği zırhlı yelekleri ve tepesinde tüylü sorguçların bulunduğu miğferleriyle diz çökerek beklerlerdi, ama Hookton’da şövalye yoktu ve yalnızca diğerlerinden biraz ayrı duran Thomas adlı en genç adamın silahı vardı. Eski, küt ve hafifçe paslanmış bir kılıçtı bu. “O eski kılıcın şeytanı kaçıracağını düşünüyor musun, Thomas?” diye sordu John. “Babam getirmem gerektiğini söyledi,” dedi Thomas. “Baban kılıçtan ne istiyor?” “O hiçbir şeyi atmaz, biliyorsun,” dedi Thomas, eski silahı kaldırarak. Ağırdı, ama kolayca kaldırıyordu; on se-kizinde, uzun boylu ve muazzam güçlüydü. Köyün en zengin adamının oğlu olmasına rağmen çok çalışkan bir çocuk olduğu için Hookton’da sevilirdi. Denizde ellerini 17 BERNARD CORNU/ELL yara bere ve kan içinde bırakan katranlanmış ağları çek-mekten daha çok sevdiği bir şey yoktu. Bir teknenin nasıl denize açılacağını bilirdi ve rüzgâr yetersiz kaldığında iyi kürek çekecek gücü vardı; tuzak hazırlayabilir, ok atabilir, mezar kazabilir, bir buzağıyı kısırlaştırabilir, kuru sazdan dam örtüsü yapabilir ya da bütün gün ot kesebilirdi. İri yarı, kemikli, kara saçlı bir taşra çocuğuydu, ama Tanrı ona Thomas’m sıradan şeylerin üstüne çıkmasını isteyen bir baba vermişti. Oğlunun rahip olmasını istiyordu, Thomas bu yüzden Oxford’da ilk dönemini okumuştu. “Oxford’da ne yapıyorsun Thomas?” diye sordu Edward ona. “Yapmamam gereken her şeyi,” dedi Thomas. Siyah saçlarını babasmınki gibi kemikli olan yüzünden çekti.

Gözleri masmaviydi, uzun bir çenesi, hafif kapalı gözleri ve hızlı bir gülümsemesi vardı. Köydeki kızlar onu yakışıklı buluyordu. “Oxford’da kızlar var mı?” diye sordu John kurnazca. “Hem de çok fazla,” dedi Thomas. “Bunu babana söyleme,” dedi John. “Yoksa seni yine kırbaçlar. Kırbaçlı iyi bir adam senin şu baban.” “Daha iyisi yok,” diye o»ayladı Thomas. “Yalnızca senin için en iyisini istiyor,” dedi John. “Bir adamı bunun için suçlayamazsın.” Ama Thomas babasını suçluyordu. Babasını her zaman suçluyordu. Babasıyla yıllardır savaşmıştı ve hiçbir şey aralarındaki öfkeyi Thomas’m ok ve yaylara olan düşkünlüğü kadar şiddetlendirmiyordu. Annesinin babası Weald’da yay yapıyordu ve Thomas neredeyse on yaşma gelene kadar büyükbabasıyla yaşamıştı. Sonra babası onu Hookton’a getirmişti.

Thomas orada okçulukta iyi olan bir başka adamla, Sir Giles Marriott’un avcısıyla tanışmış ve avcı onun yeni öğretmeni olmuştu. Thomas ilk yayını 18 ŞEYTANIN ATLILARI on bir yaşındayken yapmıştı, fakat babası karaağaçtan yaptığı silahı bulunca dizinde ikiye ayırmış ve geriye kalanları oğlunu dövmek için kullanmıştı. “Sen sıradan bir adam değilsin,” diye bağırmıştı babası, kırık yay parçalarını Thomas’ın sırtına, kafasına ve bacaklarına indirerek, ama ne sözler ne de dayak bir işe yaramıştı. Ve Thomas’ın babası genellikle başka şeylerle meşgul olduğu için Thomas saplantısıyla ilgilenecek bol bol zaman buluyordu. On beşine gelene kadar büyükbabası kadar iyi bir şekilde yay yapar olmuştu. Yayında kullanmak üzere Porsuk ağacından şeritler yapmayı içgüdüsel olarak biliyordu. Yaptığı yayın iç göbeği yoğun ağaç özünden gelirken, ön tarafı daha esnek dış kısmından geliyor ve yay büküldüğünde ağacın sert iç kısmından gelen kısmı hep tekrar düzleşmeye çalışıyor, yumuşak kısmı da bunu mümkün kılan kas görevi görüyordu. Thomas’ın keskin zekâsına göre bir yayda zarif, basit ve güzel bir şey vardı. Pürüzsüz ve güçlü, iyi bir ok bir genç kızın düz karnı gibiydi ve o gece Hookton kilisesinde Paskalya nöbetini tutan Thomas’ın aklına köyün küçük birahanesinde çalışan Jane gelmişti. > • John, Edward ve diğer iki adam köydeki şeyler hakkında konuşuyordu: Dorchester fuarındaki kuzuların fi-yatı, Lipp Tepesindeki bir gecede bir kaz sürüsünü yiyen yaşlı bir tilki ve Lyme çatılarında görülen melek. “Bence çok içiyorlardı,” dedi Edward. “içtiğim zaman ben de melek görüyorum,” dedi John. “O Jane olmalı,” dedi Edward. “Meleğe benziyor.” “Ama bir melek gibi davranmıyor,” dedi John.

“O kız hamile.” Adamların dördü birden masum bir şekilde kirişte asılı duran kılıca bakan Thomas’a döndü. Aslında Thomas çocuğun kendisinden olmasından korkuyordu ve öğrendiğinde babasının ne diyeceğini düşünüp dehşe-19 BERNARD CORNWELL te kapılıyordu, ama o gece Jane’in hamile olduğunu bilmiyormuş gibi yaptı. Yalnızca kuruması için asılmış balık ağmın yarı gizlediği hazineye bakmaya devam etti. Bu arada dört adam yavaş yavaş uykuya daldı. Soğuk bir rüzgâr ikiz mumların alevini oynattı. Köyün bir yerlerinde bir köpek uludu ve Thomas çakıl kaplı sahile vurup geri çekilen, durup tekrar vuran denizin kalp çarpıntısını andıran hiç bitmeyen sesini dinledi. Dört adamın horultu-sunu dinlerken babasının Jane’i hiç öğrenmemesi için dua etti, ama bu pek mümkün değildi, çünkü Jane Thomas’a kendisiyle evlenmesi için baskı yapıyordu ve o ne yapacağım bilmiyordu. Belki Jane’i ve yayını da alıp oradan kaçmalıydı, ama bir belirsizlik durumu içinde olduğundan öylece oturup kilisenin tavanında asılı duran kutsal ema-nete bakıp yardım için azizine dua etti. Hazine bir mızraktı. Bir adamın kolu kadar kaim, bir adamın boyunun iki katı uzunlukta olan devasa bir şeydi. Dişbudak ağacından yapılmış olmalıydı, ama o kadar eskiydi ki kimse bunu gerçekten bilemezdi. Yıllar kararmış mızrağı biraz eğmişti ve ucu demir ya da çelikten değil, gittikçe sivrilen kama biçimindeki rengi donuklaşmış gümüşten yapılmıştı. Sapı elle tutulmayı kolaylaştıracak şekilde şişkin değil, bir üvendire ya da kargı kadar pürüzsüzdü; gerçekten de kutsal emanet bir öküz üvendiresine benziyordtı, ama hiçbir çiftçi bir öküz üvendiresine gümüş uç takmazdı. Bu bir silahtı, bir mızraktı.

Ama yalnızca eski bir mızrak değil, St. George’un ejderhayı öldürmek için kullandığı mızraktı, ingiltere’nin mızrağıydı, çünkü St. George İngiltere’nin aziziydi ve bu da mızrağı, Hookton’un örümcekli kilisesinin tavanında sallansa bile, çok büyük bir hazine yapıyordu. Bunun St. George’un mızrağı olamayacağını söyleyen bir sürü köylü vardı, ama Thomas öyle olduğuna inanıyordu ve St. George’un atları-20 ŞEYTANIN ATLILARI nm nallarının kaldırdığı tozu ve atlar şaha kalkıp aziz mızrağını kaldırırken ejderhanın ağzından çıkan cehennemi alevleri hayal etmek çok hoşuna gidiyordu. Gün ışığı, bir meleğin kanadı kadar parlak St. George’un miğferinden yansıyor olmalıydı. Thomas ejderhanın kükremesini, pullu kuyruğunu havada sallamasını, dehşet içinde çığlıklar atan atları hayal etti ve azizin üzengilerinin üstünde dikilip gümüş uçlu mızrağı canavarın pullu derisine fırlatışı gözlerinin önüne geldi. Mızrak canavarın tam kalbine girdi ve ejderha can çekişip kanlar içinde ölürken çığlıkları gökyüzüne yükseldi. Sonra tozlar yere çökmüş ve ejderhanın kanı çöl kumlarının üstünde kurumuş olmalıydı. St. George mızrağı çekerek çıkarmış olmalı ve daha sonra da mızrak bir şekilde Peder Ralph’in eline geçmiş olmalıydı. Ama nasıl? Rahip bunu anlatmıyordu. Ama işte orada asılı duruyordu, büyük karanlık mızrak, bir ejderhanın pullarını parçalaya-cak kadar ağır mızrak.

Böylece o gece Thomas St. George’a dua ederken, karnı doğmamış bebeğiyle yeni yuvarlaklaşmaya başlayan siyah saçlı güzel Jane birahanedeki içki odasında uyuyor, Peder Ralph gördüğü kâbusta şeytanlardan duyduğu korku yüzünden yüksek sesle haykırıyor, sonsuz dalgalar Hook’taki çakıl taşlarına pençe atıp onları emerken tepedeki dişi tilkiler çığlıklar atıyordu. O gece Paskalya arifesiydi. Thomas köy horozlarının sesine uyandı ve pahalı mumların gümüşî renkteki kalay şamdanlarında yanıp bitmiş olduklarını gördü. Beyaz örtülü sunağın üstündeki pencereyi gri bir ışık dolduruyordu. Peder Ralph bu pencerenin bir gün St. George’u ejderhayı mızrağıyla öldürürken gösteren vitrayla parlayacağına söz vermişti, ama şimdilik taş çerçeve, kilisenin havasını idrar gibi sarıya çeviren boynuz camıyla kaplanmıştı. 21 BERNARD CORNWELL Thomas ayağa kalktı, işemesi gerekiyordu. Ve ilk korkunç çığlık köyü doldurdu. Paskalya gelmişti, İsa yükselmişti ve Fransızlar kıyıya çıkmıştı. Akıncılar gecenin batı rüzgârıyla hareket eden dört gemiyle Normandiya’dan gelmişti. Liderleri Sir Guillaume d’Evecque, Gaskonya’da ve Flanders’da İngilizlerle savaşmış tecrübeli bir savaşçıydı ve iki kez İngiltere güney sahillerine yapılan saldırıları yönetmişti. İki seferinde de yün, gümüş, çiftlik hayvanı ve kadınla doldurduğu gemilerini güvenle ülkesine geri getirmişti. Denizin ve toprağın şövalyesi olarak bilinen Caen’s île St. Jean’daki güzel bir taş evde oturuyordu.

Otuz yaşındaydı, geniş bir göğsü vardı, yüzü rüzgârdan kavrulmuştu, saçları sarıydı. Hayatını denizde korsanlıkla, kıyıda şövalye hizmetiyle kazanan neşeli, tasasız bir adamdı ve şimdi de Hookton’a gelmişti. Burası önemsiz bir yerdi, herhangi büyük’bir ganimet bulması mümkün değildi, ama bu iş için Sir Guillaume tutulmuştu ve Hookton’da başarısız bile olsa, bir köylüden tek bir kuruş atamasa bile yine de para kazanacaktı, çünkü bu sefere çıkması için kendisine bin livre* vadedilmişti. Sözleşme imzalanmış ve mühürlen-mişti ve Sir Guillaume’ye Hookton’da bulacağı diğer mallarla birlikte bin livre verileceği yazılıydı. Yüz livre-si önceden ödenmişti ve gerisi Caen’deki Abbaye aux Homme’da yaşayan Peder Martin’in koruması altındaydı. Geri kalan dokuz yüz livreyi hak etmek için Sir Guillaume’nin bütün yapması gereken gemilerini Hookton’a getirmek, istediğini almak, ama kilisenin içindeki- * Livre: [Eski bir Fransız para birimi, bir gümüş pounda eşittir. Ç.N.] 22 ŞEYTANIN ATLILARI leri kendisine böyle cömert bir sözleşme yapan adama bırakmaktı. O adam şu anda en öndeki gemide, Sir Guillaume’nin yanında dikiliyordu. Genç bir adamdı, daha otuzunda yoktu. Uzun boylu, siyah saçlı, nadiren konuşan, daha da az gülümseyen bir adamdı. Dizlerine kadar inen pahalı zırhlı bir cüppe, onun üstüne de siyah ketenden zırhlı bir yelek giymişti. Yeleğin üstünde herhangi bir arma yoktu, ama adamda-ki rütbenin verdiği azamet ve ayrıcalığın getirdiği kendine güven havası yüzünden Sir Guillaume onun asil bir soydan geldiğini tahmin ediyordu. Kesinlikle Norman soylusu değildi, çünkü Sir Guillaume onların hepsini tanırdı ve adamın Alençon ya da Maine yakınların-dan geldiğinden de kuşkuluydu, çünkü o güçlerle de sık sık bir araya gelirdi.

Yabancının cildindeki soluk renk Akdeniz vilayetlerinden geldiğini düşündürüyor-du, belki Languedoc ya da Dauphine olabilirdi ve oradaki herkes çıldırmıştı. Köpek gibi çılgın. Sir Guillaume adamın adını bile bilmiyordu. “Bazı adamlar bana Harlequin derler,” diye cevap vermişti yabancı, Sir Guillaume sorduğunda. “Harlequin mi?” Sir Guillaume bu adı tekrarlamış, sonra böyle bir isim pek övünülecek bir şey olmadığı için haç çıkarmıştı. “Hellequin* gibi mi?” “Fransızca Hellequin,” diye onayladı adam, “ama İtalyanca’da Harlequin. Hepsi aynı.” Adam gülümsemişti ve o gülümsemedeki bir şey Sir Guillaume’ye eğer geri kalan dokuz yüz livreyi almak istiyorsa merakına gem vurması gerektiğini söylemişti. Kendisine Harlequin diyen adam şu anda güdük kilise kulesinin, belli belirsiz çatı yığınlarının, tuzlanın köz * Hellequin: [Şeytanın atlıları Ç.N.] 23 BERNARD CORNWELL hâlindeki ateşlerinden çıkan dumanın göründüğü puslu kıyıya bakıyordu. “Burası Hookton mu?” diye sordu. “Öyle diyor,” dedi Sir Guillaume başıyla gemi kaptanını işaret ederek. “O zaman Tanrı buraya merhamet etsin/’ dedi adam.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir