Burak Eldem – Fraternis

Değişik versiyonları olmakla birlikte ana hatları aynı kalan ve yaygın biçimde anlatılan efsaneye göre, İsa’dan önce altıncı yüzyılın sonlarına doğru, Cumae kentinin kâhin rahibesi, Roma’nın yedinci kralı, Etrüsk kökenli Tarquinius Superbus (II. Tarquinius) ile bir görüşme talep eder ve huzuruna çıkar. Elinde, “tüm zamanların bilgeliği”ni içeren dokuz kitap vardır iddiasına göre ve bunları kendince uygun bir fiyat karşılığında Tarquinius’a satmayı önermektedir. Ancak o denli yüksek bir bedel talep etmiştir ki, bu meczup görünüşlü kadına kuşkuyla bakmakta olan kral ve danışmanları, bunun “cüretkâr bir şaka” olduğunu düşünür ve alaycı tavırlarla teklifi geri çevirirler. Yaşlı kadın, karşılaştığı davranıştan hiç hoşnut kalmamıştır; pazarlığa “garip” ve alışılmadık bir yöntemle devam ederek, elindeki kitapların üçünü yakar ve kalan altısını aynı bedelle bir kez daha kralın önüne koyar. Tarquinius, bir zırdeliyle karşı karşıya olduğunu düşünmektedir artık ve teklifle hiç ilgilenmediğini kesin bir dille söyleyip, konuyu kapatmak ister. Ancak bu kez kadın, üç kitabı daha yakar ve geriye kalan son üç cildi, ilk başta dokuz kitap için istediği fiyatı talep ederek bir kez daha sunar krala. Kendinden son derece emin görünen yaşlı kâhinin tavırları karşısında Roma’nın sert ve otoriter yöneticisinin direnci kırılmıştır; içini giderek kabarmakta olan bir merak kaplamakta ve kitaplarda nelerin yazılı olduğunu öğrenmek istemektedir. Biraz daha tereddüt ettiği taktirde bu merakını hiç gideremeyeceğini fark eder ve danışmanlarının da bu doğrultuda tavsiyede bulunmalarının ardından, rahibeye istediği bedeli ödeyip, sağlam kalan üç kitabı satın alır. Daha kitaplara üstünkörü göz attığı anda da, elindeki belgelerin ne denli önemli ve değerli olduğunun farkına varıp, bu üç kitabı Capitoline tepesindeki üç önemli tapınağın, yani Jüpiter, Juno ve Minerva tapınaklarının yeraltındaki gizli odalarında koruma altına aldırır. {1} Kimse onlara elini sürmeyecek; bu üç cilt, aynı tepede yan yana duran üç büyük tapınakta gizlilik içinde saklanacak ve onların güvenliğinden, iki yetkin danışman sorumlu olacaktır. Kitapların korunması ve saklanması misyonu çok sonraları, Cumhuriyet döneminde on, İsa’dan önce 83 yılında da on beş gözetimcinin sorumluluğuna teslim edilir. {2} Onlara ancak, çok ciddi kriz dönemlerinde ve büyük tehlikeler karşısında danışılacak ve bunun zamanına ya da gerekli olup olmadığına da yalnızca senato karar verebilecektir. Oldukça renkli ve etkileyici bir hikâye olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bazı versiyonlarda, kitaplarla ilgili gizem duygusunu iyiden iyiye güçlendirmek için olsa gerek, Tarquinius ile görüşmeye gelen yaşlı kadını saraydan hiç kimsenin tanımadığı ve o güne dek kentin civarında hiç görmediği belirtiliyor. {3} Krala kitapları sattıktan sonra da, yine ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan yok oluyor bu gizemli kadın ve bir daha onu kimse görmüyor. Ancak biraz daha “gerçekçi” versiyonlar, yaşlı kadının, Delphi ile birlikte dönemin en önemli kehanet merkezlerinden biri olduğu bilinen, İtalya’da, Napoli yakınlarındaki Cumae (Küme) kentinin çok ünlü Apollon rahibesi olduğunu ve Tarquinius’un onu şahsen tanımasa bile en azından ününden mutlaka haberdar olması gerektiğini, kuşkuya yer bırakmayacak bir netlikte anlatıyorlar. Aslına bakılırsa, kimselerin tanımadığı yaşlı ve meczup bir kadının, herhangi bir sorgu sualden geçmeksizin kralın huzuruna çıkarılmış ve onunla biraz küstahça denebilecek bir tarzda pazarlık etmesine izin verilmiş olması da çok akla yakın değil. Eğer hikâye doğruysa, bu rahibenin Tarquinius tarafından tanındığını ve kim olduğu bilinerek huzura kabul edildiğini düşünmek daha mantıklı. Olayların, anlatıldığı biçimiyle geliştiğini doğrulayacak, sağlam bir tarihsel kaynaktan tabii ki yoksunuz. Bu tür masalsı söylentilerin çoğunda olduğu gibi, neredeyse anonimleşmiş efsaneler var elimizde yalnızca. Roma tarihçilerinin yapıtlarında, Tarquinius ile Cumae kenti rahibesi arasındaki pazarlıktan söz eden, efsaneyle paralel içeriğe sahip ve olayı ilk elden yaşayıp kaydeden bir yazmana ait herhangi bir pasaja rastlamıyoruz. Sözgelimi Titus Livius’un ünlü Roma Tarihi’nde, bazen okuyucuyu fazla boğan ayrıntılara bile girilerek Tarquinius Superbus dönemi uzun uzun anlatılıyor ama bu gizemli kitapların krala sunuluşuna ilişkin, kesin bir bilgiye dayanan herhangi bir anekdotla karşılaşmıyoruz. Ne var ki, efsanenin hiç değilse kısmen doğruluğuna işaret edebilecek başka verileri bize sağlamaktan da geri durmuyor Livius. Her şeyden önce, hem genel olarak Roma’da krallık döneminde, hem de özel olarak Tarquinius’un yönetimde olduğu yıllarda, kehanet ve geleceğe ilişkin öngörülerin bir hayli revaçta olduğunu; sarayda “haruspice” adı verilen Etrüsk kökenli bir kâhinler grubunun her an göreve hazır beklediğini; kralların çoğu kez bunların yorumlarıyla yetinmeyerek Yunan kentlerindeki uzman kâhinlere danışma gereği duyduklarını öğreniyoruz. Dönemin en önemli kehanet merkezlerinden biri olan Delphi’deki kâhine, yönetiminin en kritik evrelerinden birinde danışma gereği duyuyor sözgelimi Tarquinius. Saraydaki sütunlardan birinin üzerinde aniden bir yılanın belirip, aşağı doğru kayarak inmesinin “kötü işaret” olabileceğinden endişelenen kral, iki oğlunu ve yeğenini, bu olayı yorumlatmak için gizlice Delphi’ye yolluyor. Yine Livius’un tarihinde, Roma’da Cumhuriyet’in ilk dönemlerinin anlatıldığı bölümlerde, bilgeliğin ve kehanetin temsilcisi olarak görülen “Sibyl” adlı kâhin rahibelere sık sık gönderme yapıldığına tanık oluyoruz. Ayrıca Cumhuriyet Roma’sına ait anlatılarda, Livius birkaç satırla değinip geçse bile, “Sibylline Kitapları”nın çok özel bir dikkatle saklandığı ve kritik dönemlerde yetkili rahiplerce bunlara danışıldığını doğrulayan, oldukça net ve açık ifadeler var. {4} Birinci yüzyılın ünlü Romalı tarihçilerinden Tacitus’un kayıtlarında, “Sibyl” adı verilen kâhin kadınların (özellikle de onlardan bir tanesinin) gizemli saygınlığına değinen satırlara sık sık rastlıyoruz. İsa’dan önce altıncı yüzyılda Tarquinius Superbus ile Cumae Sibyl’ı arasında geçen ve kitapların Roma’da koruma altına alınmasıyla sonuçlanan hikâyeden net bir iz olmasa da, Tacitus, hem bu kitapların öneminden, hem de İÖ. 83 yılında Capitoline tapınağında çıkan yangın sonucu hepsinin yok olmasından sonra, bunların bulunabilen orijinallerden derlenerek yerine konmasına yönelik çalışmalardan söz ediyor. {5} Benzeri biçimde, üçüncü yüzyılda senatörlük ve konsüllük yapan Cassius Dio da, Augustus dönemini anlatan tarih kitabında, bu kitapların, rahiplerin kendi el yazılarıyla yeniden kopyalanıp, çok az sayıdaki yetkiliden başka kimsenin okumaması için tedbir alındığını anlatıyor. {6} Cicero’nun söylevlerinde de, “Sibylline Kitapları”na kehanet için danışıldığına ilişkin çok net referanslar bulmak mümkün. Ancak Cicero, bu kitapların ve içerdikleri kehanetlerin batıl inançtan ibaret olduğu konusunda emin olduğunu da gizlemiyor. {7} Tarquinius’un sarayındaki “kitap pazarlığı” hikâyesi, bütün o çocuksu ve masalsı görünümüne rağmen, çoğu Batılı tarihçinin araştırmalarında da kayda değer bulunmuş ve bu olaya değinilmiş. Sözgelimi Arthur Gilman’ın 1885 yılında yayımlanan Roma tarihi üzerine yapıtında, ayrıntılar biraz değişse de, “Sibyl” ile Tarquinius arasında sarayda yaşananları ve ilk altı kitabın yakılmasını aşağı yukarı aynı seyir içinde bulabiliyoruz. {8} Gilman ayrıca, Tarquinius’un, sarayda aniden beliren yılanla ilgili endişesini ve bunun devamında Delphi’deki kâhine başvurmasını da doğruluyor. Ancak ünlü tarihçinin sunduğu hikâyenin ayrıntıları daha farklı ve daha zengin: Gilman’ın aktardığına göre yılan, saray bahçesindeki sunakta yer alan ilahi sunuyu yiyor ve kral saraydaki hiçbir rahibin bu “işaret”i açıklayamaması üzerine iki oğluyla birlikte yeğenini, yani erkek kardeşinin oğlunu, Delphi’ye yolluyor. Burada kâhin kadının, yılanla ilgili belirtiyi olumsuz değerlendirdiğini ve Tarquinius yönetiminin sonunun geldiği sonucunu çıkardığını öğreniyoruz, iki prens ve kuzenleri, bu yorum üzerine meraklarını yenemeyerek, içlerinden kimin yeni kral olacağını soruyorlar Sibyl’a ve “Annesini ilk kim öperse, yeni yönetici o olacaktır” yanıtını alıyorlar. Livius’un yalnızca değinip geçtiği bu konu, Gilman’da daha ayrıntılı: Mağaradan çıkarken yeğen Brutus, bir bahaneyle geride kalıp Sibyl ile konuşuyor ve verdiği mesajdaki “gizli şifre”yi kadından öğrenmeyi başarıyor. Ardından, görev tamamlanıp Roma topraklarına ulaştıklarında, iki kardeş aceleyle annelerine doğru koşarken Brutus Sibyl’dan aldığı “tüyo” ile ayağı takılıp yere düşmüş gibi yapıyor ve toprağı öpüyor: Çünkü, gizli şifre, “toprağın, yani Dünya Anne’nin” hepimizin biricik gerçek annesi olduğu! Çok sıradan bir ayrıntı gibi görünebilir; ama “Sibylline Kitapları” ve onu yaratan derin ve kadim kültür ile oldukça yakın bağlantısı olduğu için, bu anekdotu buraya aktardım. Efsanede anlatılan kâhin kadın, Anadolu’da ve Ege adalarında binyıllar boyunca yaygınlığını koruyan “Ana Tanrıça” tapınımının bir miktar “Helenleştirilmiş” versiyonunu geç dönemde sürdüren temsilcilerin en ünlülerinden biri. “Sibyl” adı verilen bu bilge ve karizmatik rahibelerin, İÖ. altıncı yüzyıla gelindiğinde sayılarının iyice azaldığı belirtiliyor bazı kaynaklarda. Birbirlerini “Kız kardeş” olarak adlandıran ve her biri, kuşaklar boyunca korunmuş ve saklanmış, insanlığa ve dünyaya ilişkin çok eski ve kritik bilgilerin bekçisi ve taşıyıcısı görevini üstlenen Sibyl’lar, çok sonraki dönemlerde imparator Julius Caesar’ın kütüphane sorumlusu olan Marcus Terentius Varro’nun anlattığına göre {9} , dünyanın on büyük merkezine dağılmış durumdalar. Çoğunlukla, bulundukları kentteki Apollon ya da Demeter tapınaklarını yönetiyor ve zamanlarının büyük bölümünü, bu tapınakların yakınındaki kendilerine ait ürkütücü mağaralarda “kehanet sanatı”yla uğraşarak geçiriyorlar. Roma’nın güneyindeki Cumae kentinin Sibyl’ı, yani Tarquinius’a gizemli kitapları verdiği rivayet edilen rahibe de, Roma kökenli belgelerin ve anlatıların çoğuna göre, sözü edilen dönemde, bunların en yaşlısı ve dolayısıyla en kıdemlisi olarak biliniyor. Cumae Sibyl’ı, klasik dönem edebiyatıyla ilgilenenler için oldukça “tanıdık” sayılabilecek bir kişilik, Romalı ozan Virgilius’un Augustus döneminde kaleme aldığı ünlü yapıtı “Aeneid” de, onu hikâyenin renkli ve simgelerle yüklü unsurlarından biri olarak görüyoruz: Ünlü ozan, resmi imparatorluk ideolojisini yüceltmek için kaleme aldığı bu parlak yapıtında, Troya’dan uzun bir deniz yolculuğu sonrasında İtalya’ya gelip burada yerleştiği varsayılan efsanevi prens Aenias’ın hikâyesini anlatmıştı. Romalıların atası olduğu varsayılan Aenias, İtalya’daki serüveni sırasında Cumae’ye gidip Sibyl’ı da mağarasında ziyaret ediyor ve onun rehberliğinde “yeraltı dünyası”na bir yolculuk yaparak, atalarının ruhlarıyla iletişim kuruyordu. Epik şiirin bu bölümlerinde hem Sibyl’ın karizmatik kişiliğini hem de kehanetlerini gerçekleştirdiği, “yeraltı dünyası”na açılan ünlü mağarasını, oldukça etkileyici bir dille anlatıyordu Virgilius: “Yüz giriş yolu ve yüz kapı açılırdı Cumae yamaçlarına oyulmuş mağaraya Buralarda, Sibyl’ın verdiği yanıtlar Yüz ses eşliğinde çınlardı Eşik aşıldığında, ‘Şimdi!’ diye haykırdı Rahibe ‘Tanrı’ya ve bana, yazgını sormanın zamanı şimdi geldi!’ Yüzünün rengi değişti aniden Perçemleri dağıldı, göğsü tıkandı Yüreği kabarırken cüssesi irileşti Ve sesi, bir insan sesi değildi artık, Yakınlara gelmiş Tanrı’nın sesiydi.” {10} Romalı tarihçilerin aktardığı söylentilerde de, Cumae Sibyl’ının mağarasının “yüz ayrı girişinin” olduğuna ve bir labirenti andıran daracık tünellerle yeraltının derinliklerine doğru indiğine ilişkin ifadeler vardı. Roma tarihi uzmanları, uzun süre bu mağarayla ilgili anlatılanların, Yunan kaynaklı efsanelerden ibaret olduğunu düşündüler. Ancak 1932 yılında Napoli dolaylarında araştırmalar yapan ünlü İtalyan arkeolog Amedeo Maiuri, Cumae Sibyl’ına ait ünlü mağarayı yeniden ortaya çıkardığında, bu garip mekânla ilgili olarak efsanelerde dile getirilenlerin, pek de abartılı sayılamayacağı görüldü. Bir tepenin iki yanını çevreleyen, 130 metre uzunluğunda dar bir dehliz ve ona bağlanan başka tünellerden oluşuyordu bu ünlü kehanet merkezi. Ziyaretçiler, girişteki dar bir koridorun sonunda törensel arınma için yapılmış üç banyoyu kullanıyor ve yine loş bir geçidi geride bıraktıktan sonra, Sibyl’ın beklediği kabul odasına ulaşıyorlardı. Bu ana bölmede gerçekleşen ilk görüşmeden sonra, Sibyl’ın rehberliğinde, dehlizlere yapılacak gizemli yolculuk alıyordu sırayı. Volkanik kayaların oyulmasıyla açılan bu dehlizler, iki kenarına belli aralıklarla yerleştirilmiş nişlerde yer alan kandillerle aydınlatılıyordu ve derinlere inen tünellerden biri, küçük bir yeraltı nehrine açılmaktaydı: Tıpkı “yeraltı dünyası Hades”teki ünlü Styx nehri gibi. Daha önce Vezüv yanardağı tarafından yok edilmiş Pompei ve Herculeanum kentlerinde yaptığı çalışmalarla tanınan Maiuri’nin bu keşfini, yirminci yüzyıl boyunca sürdürülen daha geniş araştırmalar izledi. Her yeni adımda, arkeologları şaşkınlığa düşüren, büyüleyici bir mekândı Cumae’deki bu ünlü mağara: Birbirine açılan tüneller, geçitler ve kapılar o denli karmaşık bir yapı oluşturuyordu ki, yanında bir rehber olmayan ziyaretçilerin, labirenti andıran bu dehlizlerde kaybolmaları işten bile değildi. En şaşırtıcı olan da, volkanik kayalara açılan bu uzun ve girift tünelleri, dehlizleri oluşturmanın, müthiş bir emek ve mühendislik bilgisi gerektirdiği gerçeğiydi. Binlerce yıl önce, bu garip ve ürkütücü kehanet merkezini yaratmak için kim bu kadar sıkıntıyı göze almış olabilirdi acaba? Hepsinden önemlisi, o mekânın gerçek sahibi olan Sibyl kimdi, nasıl biriydi? Sibyl geleneğiyle ilgili elimizdeki bilgiler, büyük oranda Yunan ve Roma dönemlerine ait olmakla birlikte, bu kâhin kadınların izlerine tarihin hemen her döneminde, başta Anadolu, Yakındoğu ve Ege Adaları olmak üzere birçok yerde, hatta Orta ve Kuzey Avrupa’nın Roma egemenliği öncesi “barbar” toplumlarında bile rastlandığını söyleyebiliriz. Sözgelimi “Eiriks Saga” adıyla bilinen kuzey mitinde, Marcus Terentius Varro’nun aktardığı, “dünyanın değişik kentlerindeki on Sibyl” bilgisini doğrulayacak ayrıntılar çıkıyor karşımıza: “Bölgede Porbjorg adlı bir kadın vardı; bu bir kâhindi ve ‘Küçük Sibyl’ adıyla biliniyordu. Her biri kendi gibi kâhin olan dokuz kız kardeşi daha olduğundan, ancak içlerinde bir tek kendisinin hayatta kaldığından söz ediyordu.” {11} Kuzey mitlerinde Sibyl’ın eşdeğeri olarak beliren ve çeşitli anlatılarda Sibyl geleneğine bağlanan “Volva”lar, yalnızca sıradan bir folklorik ayrıntı olarak değil, İskandinav kültürü ve yaşantısında ağırlıklı bir yeri olan marjinal kadın kahramanlar kimliğiyle boy gösteriyorlar. Metinlerde kuzeyli Sibyl’ların belli bir mekâna bağlı kalmayıp, gezgin bilgeler olarak yolculuk ettiklerine ve çoğu kez “şifacı” (healer) nitelikleriyle bölge kadınlarının sevgi ve saygısını kazandıklarına ilişkin ayrıntılar okuyoruz. Bunlar, doğayı kavrama yetenekleri ve kaynağı belirsiz bilgileriyle saygı gören, ancak aynı zamanda biraz da korkulan kişiler. Çok sonraları da, Hıristiyanlıkla birlikte, yaşamları ciddi bir risk altına giriyor; çünkü Papa kararıyla “kâfir” ve tehlikeli ilan edilip koğuşturmalara uğruyor, çoğu kez de işkence ve idamla yüz yüze geliyorlar. {12} Belki de Orta ve Kuzey Avrupa’da Hıristiyan bağnazlığının “cadı davaları”na hedef olan ilk kadınlar, bu kuzeyli Sibyl geleneğinin temsilcileri. İskandinav edebiyatının şiirsel destanları arasında en dikkate değer olanlardan biri, Volva’ların yazdığı kabul edilen ve “Sibyl’ın Vizyonları” olarak çevrilebilecek “Voluspa”. Çoğu araştırmacıya göre Voluspa, bilinen sabaların çoğundan daha eski ve Romalı ozan Virgilius’un ünlü yapıtı “Aenias”da anlatılan Cumae Sibyl’ıyla, Volva’lar arasında belirgin paralellikler var. {13}

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir