Carter Dickson – Yesil Kapsul

Bir adamın hatırladığına göre, vak’a Pompeii’de bir evde başladı. Bu adam, sessiz, sıcak öğleden sonrayı, Mezarlar Sokağının Đngilizce konuşmalarla bozulan sükûnetini, harap bahçedeki çiçekleri ve güneş gözlüğü takmış bâzı kimselerin arasında duran beyazlı kızı asla unutmadı. Bu adam bir iş için Napoli’ye gelmiş ve bir hafta kalmıştı; fakat işinin bu vak’a ile hiç bir alâkası yoktu. Buna rağmen olanlar onu 19 Eylül Pazartesine kadar meşgul etti. Ancak o gün serbest kalabilmişti. O akşam Roma’ya gidecek ve oradan da Paris yolu ile Londra’ya dönecekti. O gün öğleden sonra biraz etrafı görmek istedi. Tarihî yerleri görmekten hoşlandığı için bir müddet sonra kendisini günün bu en sessiz saatinde Mezarlar Sokağında buldu. Mezarlar Sokağı, Pompeii duvarlarının dışında bulunur ve Herculaneum Kapısından aşağı doğru parke bir sokak hâlinde uzanır. Đki tarafında bulunan ağaçlar bu ölüler sokağını âdeta canlandırır. Bu sokakta eski Romalı asillerin mezarları bulunmaktadır. Hava oldukça sıcaktı. Adam kendini yorgun hissediyordu. Bir saatten beri oralarda dolaşıyordu. Başlarında bulunan bir rehberle dolaşmakta olan bir guruptun başka kimseyi görmemişti.


Bu gurup da birden Hazine Sokağının başında görünmüş ve sonra yine aniden koca harabelerin arasında kaybolmuştu: Mezarlar Sokağı onu kasabanın sonuna getirmişti. Daha dolaşıp, dolaşmamak hususunda düşünürken birden mezarların arasında bulunan evi gördü. Görünüşe göre, ev çok eski olup Romalı bir asilin evi olacaktı. Pompeii’nin parlak devrinde yapıldığı belliydi. Bir an düşündükten sonra merdiveni tırmandı. Eve girdi. Duvarların iç kısmı oldukça rutubetliydi ve bakımsız kalmıştı. Sütunlarla dolu bahçe ise oldukça bakımlı görünüyordu. Harap olmuş bir çeşmenin etrafı çeşitli çiçeklerle doluydu. Birkaç adım attıktan sonra uzamış otların fısıltısına karışan Đngilizce konuşmalar duyarak durdu. Beyazlar giymiş bir genç kız, çeşmenin önünde durmuş, onun bulunduğu tarafa bakıyordu. Güzel olduğu kadar zeki de olduğu ilk bakışta belli oluyordu. Koyu kahverengi saçları ortadan ayrılmış ve kulaklarının arkasından geriye atılarak ensesinde bukleler meydana getirmişti. Oval bir yüzü, dolgun dudakları vardı. Yüzündeki ciddî ifâdeye rağmen, gözlerinden iyi kalpli bir insan olduğu anlaşılıyordu.

Bütün bunlara rağmen genç kızın sinirlenmiş olduğu görülüyordu. Genç kızın önünde, siyah saçlı, gri elbiseli bir delikanlı vardı. Bir gözünü,elindeki sinema makinesinin görüntü camına dayamıştı. Bir müddet sonra sinema makinesi çalışmaya başladı. Bir yanağı makinenin yan kısmına dayalı olan genç adam ağzının köşesinden konuşarak. «Bir şeyler yap, canım!» dedi, «Gülümse, eğil, bir sigara yak, bir şeyler yap işte! Orada öyle kımıldamadan durduktan sonra neden film çekelim, fotoğraf çekeriz daha iyi.» «Ama George, ne yapabilirim ki?» «Söyledim ya! Gülümse, eğil veyahut…» Yaptıkları her hareketin tetkik edileceğini bildikleri için şaşıran herkes gibi, genç kız da tereddüt içindeydi. Bir müddet ciddî bir yüzle düşündükten sonra zoraki bir tebessümle kameraya baktı. Sonra elindeki beyaz çantasını havaya kaldırdı ve salladı. Oradan uzaklaşmak, kaçmak istermiş gibi etrafına bakındı. Sonunda tekrar kameraya bakarak güldü. Genç adam ise, bir film rejisörü gibi, «Filmi bitiriyoruz,» diye homurdandı. Kapının önünde, guruptan sâdece dört, beş metre mesafede olan yabancı, birden, genç kızın çok endişeli olduğunu, kameranın sesinden dahi sinirlendiğini ve tabiî görünmek için büyük bir gayret sarfettiğini anlamıştı. «Peki daha ne yapabilirim?» «Hiç olmazsa biraz yürü, birkaç adım at. Şöyle sağa doğru git biraz.

Şu arkandaki sütunları da çekmek istiyorum.» Gurupta bulunup, yumruklarını kalçalarına dayamış olarak olanları seyreden bir adam anlaşılmayan bir şeyler homurdandı. Bu, gözündeki güneş gözlüklerinden yaşı pek belli olmayan, ufak, tefek bir adamdı. Fakat şakaklarının soluk derisinden ve Panama şapkasının kenarlarından görünen beyaz saçlarından pek genç olmadığı belli oluyordu. Kimsenin konuşmadığını görünce, «Bu yaptığınız şaklabanlık,» dedi, «Demek onun arkasındaki sütunları da almak istiyorsun ha! Senin istediğin Marjorie’nin filmi değil. Şu Pompeii evini bile almak istemiyorsun. Bütün istediğin Marjorie ile beraber etrafı çekmek sonra do herkese buraya geldiğini göstermek, değil mi? Böyle şeylerden hiç hoşlanmam ben.» Kalın bir ses, «Hoşlanmayacak ne var bunda?» diye sordu. Bunu söyleyen, genç çiftin diğer tarafında bulunan, iri, yarı,.kısa, kızıl sakallı bir adamdı. Panama şapkalı adam, yine. «Şaklabanlık!» diye homurdandı. Đri, yarı adam, «Seninle aynı fikirde değilim,» diye cevap verdi, «Ne istediğini de anlamıyorum, Marcus. Ne zaman görülmesi gereken bir yere gitsek böyle yapıyorsun. Görülecek yerleri görmedikten sonra seyahate çıkmanın mânâsı nedir, söyler misin? Binlerce insanın yaptığı şeyleri saçma buluyorsun.

Bir mânâsı, zevki olmasa, binlerce insan, senelerden beri böyle yerleri görmek için neden seyahat etsin, para harcasın?» Panama şapkalı adam, «Konuşmana dikkat et,» dedi, «Böyle bağırıp durma bana. Sen böyle şeyleri anlamazsın, asla da anlamayacaksın. Burada ne gördün meselâ, söyler misin? Şimdi neredeyiz?» Diğeri, «Bunu öğrenmek hiç de zor değil, yalan mı delikanlı?» dedi ve siyah saçlı genç adama döndü. Delikanlı, isteksiz bir tavırla kamerayı durdurdu ve çantasına koyduktan sonra cebinden çıkardığı bir kitabın sahifelerini karıştırmaya başladı. Bir müddet sonra hafifçe öksürdü ve, «Otuzdört numara, iki yıldız. Arrius Diomedes’in Villâsı,» diye okumaya başladı, «Bu şekilde isimlendirilmesinîn sebebi…» Đri, yarı adam, «Yok canım,» diye onun sözünü kesti, «Bunu on dakika önce görmüştük. Hani şu, bütün iskeletlerin bulunduğu yer.» Genç kız, «Hangi iskeletler?» diye itiraz etti, «Biz iskelet filân görmedik ki, Doktor Joe.» Đri, yarı adamın öfkelendiği, güneş gözlüklerinin arkasından belli oluyordu. Şapkasını başına bastırarak genç kıza döndü ve, «Ben iskelet gördüğümüzü söyledim mi?» dedi, «Sâdece iskeletlerin bulunduğu yer dedim. Hani şu, yolun biraz ilersinde, hatırladınız mı? Sıcak küfler birçok insanı orada gömmüş, ve öldürmüş, sonradan iskeletleri bulunmuş. Şu, yeşil sütunlu binaydı.» Panama şapkalı, kısa boylu adam kollarını kavuşturdu ve öfkeli bakışlarla onları süzdü. «Söylediğin doğru değil, Joe, bunu bilmelisin.» Doktor Joe, «Hangisi doğru değil?» diye sordu.

«O sütunlar yeşil değildi. Size kaç kere söyledim ki, normal bir insan gördüğünü veya duyduğunu tam olarak tekrar edemez. Dikkatli değilsiniz, hiç dikkat etmiyorsunuz. Doğru değil mi, Profesör?» Hafifçe döndü. Omuzunun üzerinden geriye doğru baktı. Gurupta iki erkek daha vardı. Bu iki kişi, sütunların gölgesine sığınmışlardı. Yabancı onları pek iyi göremiyordu. Sâdece bu iki kişiden birinin genç, diğerinin de orta yaşlı olduğunu farketmişti. Bu iki kişi, bir yerden buldukları lâv veya kaya parçasını bir pertavsızla tetkik ediyorlardı. Her ikisinin de koyu renk güneş gözlükleri vardı. Sütunların gerisinden bir ses, «Arrius Diomedes’in villâsını boşver şimdi,» dedi, «Bu ev kime aittir onu söyle.» Kamerası omuzuna asılı genç elindeki kitaba bakarak, «Tamam, şimdi buldum,» diye cevap verdi, «Kusura bakmayın, yanlış sahifeye bakmışım. Burası otuzdokuz numara, değil mi? Evet, tamam işte! Otuzdokuz numara, üç yıldız. Zehirci Aulus Lepidus’un evi.

» Etrafta derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. O ana kadar guruptakilerin samimi dost veya akraba olduğu ve yaşlıların yorgunluk ve sıcağın tesiri ile sinirli oldukları belli oluyordu. Birbirlerine olan benzerlikleri ve öfkeli konuşmalarından Doktor Joe ile Panama şapkalı ve Marcus denen adamın kardeş olduklarını anlamak oldukça kolaydı. Marjorie isimli kız da muhakkak onların yakın akrabaları olacaktı, her şey normal görünüyordu. Fakat rehber kitaptan okunan kelimeler nedense havayı birdenbire değiştirmişti. Etraftaki havanın değiştiğinden haberdar olmayan tek kişi, elindeki kitabı okumaya çalışan delikanlıydı. Guruptakilerin hepsi, birden irkilmiş ve yerlerinde hafifçe kımıldadıktan sonra hareketsiz kalmışlardı. Dört çift güneş gözlüğü, ortada kalan genç kızın üzerine dikilmiş bulunuyordu. Gözlüklerin üzerine düşen güneş ışıkları, onları âdeta birer maske hâline sokuyordu. Doktor Joe, okunanı anlamamış gibi, «Ne dedin, anlamadım?» dedi. Genç adam, «Zehirci,» diye tekrarladı, «Girişteki mozaik üzerine işlenmiş kılıç ve ağaç şekillerinden, Mommsen, bu villânın…» «Evet, evet anladık, bu adam ne yapmış onu söyle sen.» Delikanlı, «Varro’ya göre, aile fertlerinden beş kişiyi mantar zehiri ile öldürmüş,» diye devam etti ve sanki etrafında cesetler görmek istiyormuş gibi garip bakışlarla bakındı. Sonra, «Vay canına!» diye söylendi, «Demek ki o zamanlar, böyle toptan adam öldürenler kolayca yakayı kurtarıyorlarmış.» Birden, etrafındaki garip havayı farketti; ensesinde saçlarının dimdik olduğunu hissetti. Elindeki kitabı kapattı.

Hafif bir sesle konuştu. «Bana bakın, Söylenmemesi gereken bir şey mi söyledim? Cevap verin bana.» Marjorie, diğerlerinin konuşmasını beklemeden ileri atıldı. Sakin bir tavırla, «Yok canım! Onu da nerden çıkardın?» dedi, «Zâten Marcus amcanın boş zamanlarla da cinayet meseleleri ile uğraştığını herkes bilir. Cinayet problemlerini incelemekten zevk alır. Öyle değil mi?» Marcus amca, «Tabii, tabii,» diye tasdiketti. «Söyler misiniz, Mister… kusura bakmayın isminizi hep unutuyorum…» Marjorie, «Amca, onun ismini çok iyi biliyorsun!…» diye bağırdı. Genç adamın gösterdiği büyük hürmetten, Marcus’un sâdece amca değil genç kızın babası rolünü de yüklenmiş olduğu belli oluyordu. Delikanlı, bir an düşündükten sonra, nâzik bir tavırla, «Đsmim Harding, efendim,» diye cevap verdi, «George Harding…» «Ah, tamam, tamam, şimdi hatırladım. Söyleyin bakalım Mister Harding, Bath yakınlarında bulunan Sodbury Cross isimli bir yer biliyor musunuz?» «Hayır, efendim, neden sordunuz?» «Çünki biz ordan geliyoruz da, ondan.» Bunu söyledikten sonra birkaç adımda çeşmenin yanma gitti. Bir nutuk verecekmiş gibi kenara oturarak iyice yerleşti. Şapkasını ve gözlüğünü çıkarıp dizlerinin üzerine koydu. Kır saçları ve zeki görünüşlü mavi gözleri böylece meydana çıkmıştı. Yanağının buruşmuş derisini bir müddet kaşıdıktan sonra genç adamın yüzüne baktı.

«Evet, Mister Harding, şimdi biraz ciddî olarak konuşalım bakalım. Bana öyle geliyor ki, Marjorie ile aranızdaki dostluk, gemide tanışan iki gencin flörtünden biraz ileri gibi. Herhalde ikiniz de bu hususta oldukça ciddîsiniz veya öyle zannediyorsunuz.» Gurubun havasında yeniden değişiklik olmuştu. Geride duran iki kişiden, güleç yüzlü ve şapkasını geriye doğru itmiş olanı, hafifçe öksürdü ve, «Kusura bakmayın,» dedi, «Ben şöyle biraz aşağı kadar inmek…» Yanındaki uzun boylu, zayıf ve oldukça çirkin yüzlü olan arkadaşı, olanlara aldırmıyormuş gibi arkasını dönmüş ve evin içine bakmaya başlamıştı. Marcus, bir müddet hiç bir şey söylemeden onlara baktı. Sonra kuru bir sesle, «Saçmalamayın canım!» diye söylendi, «Aileden olmasanız bile bizim bildiğimiz her şeyi siz de biliyorsunuz. Onun için oturun, oturduğunuz yerde!» Genç kızın canı sıkılmıştı. Yaşlı adama döndü ve, «Marcus amca,» dedi, «Şimdi böyle şeyleri konuşmanın zamanı mı yâni?» «Gayet tabii, şekerim.» Doktor Joe, öfkeli bir sesle lâfa karıştı, «Doğru söylüyor tabii,» dedi, «Hayâtında bir kere olsun… Marcus, doğru söylüyor kızcağız.» George Harding de birden doğrulmuş, kendini müdafaa etmek gereğini duymuştu. Yaşlı adamın yüzüne bakarak, «Sizi temin ederim ki, efendim…» diye başladı. Fakat Marcus amca, elini kaldırarak onun sözünü kesti. «Tamam, tamam, bütün bunları biliyorum, karşımda da öyle dikilip durmayın. Canınız sıkılmasın canım! Söylediklerimde anormal bir şey yok ki! Nihayet herkes evlenir ve evlendiği zaman da ne yapacağını bilir.

Ben de sizin aklı başında insanlar olduğunuzu biliyorum. Yalnız şunu unutmayın ki, evlenmek için benim iznimi almanız şarttır.» Doktor Joe, sert bir sesle, «Benim de tabii,» diye ilâve etti. Marcus, canı sıkılmış gibi, «Rica ederim,» dedi, «Tabii ki, kardeşimin de izni gerekli böyle bir şey için… Seni sâdece bir aydan beri, seyahat esnasında tanıdık. Yeğenimle alâkalanmaya başladığın zaman hemen avukatlarıma telgraf çektim ve hakkında bâzı bilgiler topladım. Şunu söyleyebilirim ki, öğrendiklerim beni oldukça memnun etti, geçmişin temiz. Ailen hakkında bir şey öğrenemedim ve zannedersem kimsen yok, aynı zamanda parasızsın da…» George Harding bir şeyler söylemek için ağzını açtı, fakat Marcus onu konuşturmadı. «Evet, evet Kimyevî araştırmaların ve çalışmalarının büyük bir servet getireceği hakkında her şeyi biliyorum. Fakat ikinizin hayâtı buna bağlı olsa bile, bu işe beş para yatırmayacağımı da söylemek isterim. Araştırmalardan hiç hoşlanmam ve böyle bir şeye para yatırmayı da asla düşünmem. Belki sen bu işten iyi bir netice alırsın, bilemem. Normal çalışmana devam edersen hayâtını devam ettirebilir ve belki Marjorie’den de bir şeyler koparabilirsin. Söylediklerim anlaşılıyor mu?» George tekrar konuşmak istedi, fakat bu sefer de Marjorie söze karıştı. Genç kızın yüzü biraz kızarmıştı, fakat gözlerindeki ifâde gayet samimi idi ve oldukça sakin görünüyordu. Genç adamın yüzüne bakarak, «Evet de, olsun bitsin,» dedi, «Zâten fazla bir şey söylemene de izin vermezler.

» Şapkasını iyice bastırmış, parmaklıkların üzerine dayanmış olan ve konuşulanları büyük bir alâkayla dinleyen adam, dikkati üzerine toplamak ister gibi elini kaldırdı ve, «Bir dakika, Marcus,» dedi, «Aileden olmamamıza rağmen Wilbur’a da, bana da burda kalmamızı söyledin. O halde izin verirsen ben de bir şey söyleyeyim. Bu delikanlıyı böyle sorguya çekmek sence doğru mu? Yâni bu genç adam…» Marcus, sert bakışlarla onu süzdü. «Ona bâzı şeyler söylemem sizce sorguya çekmek mânâsına geliyorsa bilmem. Ama bu şekilde düşünmemenizi isterim. Nedense bütün yazarlar bu şekilde düşünürler ve sen de aynı havadasın, Profesör. Emin olun ki, buna canım sıkılıyor. Benim bütün istediğim, Mister Harding’i biraz tanımak. Anlaşıldı mı?» George, «Evet,» dedi. Profesör, hafif bir tebessümle, «Amaan, bırakın canım!» diye homurdandı. Marcus, çeşmenin kenarında biraz daha geriye gitti; birkaç santim daha gerilese suya düşecekti. Fakat oldukça sakinleşmiş görünüyordu. Sesini biraz değiştirerek, «Mademki her şey anlaşıldı, bizim hakkımızda bâzı şeyleri öğrenmen lâzım, delikanlı,» diye devam etti, «Acaba Marjorie sana bizlerden bahsetti mi hiç? Pek zannetmiyorum. Eğer bizim, durmadan böyle gezen, senenin bu mevsiminde üç aylık tatil yapan zenginler olduğumuzu zannediyorsan yanılıyorsun, bunu kafandan çıkarmalısın. Evet, oldukça zengin sayılırım, ama öyle âvâre gezen zenginlerden hiç değilim.

Şu gördüklerin de pek gezemezler, boş dolaşmalarına asla izin vermem onların. Çok çalışırım; kendimi bir iş adamından ziyâde bir ilim adamı saymama rağmen, çok iyi bir iş adamıyımdır. Kardeşim Joseph Sodbury Cross’da doktorluk yapar ve tembel olmasına rağmen çalışır, çünki ben çalışmasını isterim. Đyi bir doktor değildir ama herkes sever onu.» Doktor Joe’nun yüzü, güneş gözlüklerinin arkasında kıpkırmızı olmuştu. Marcus, «Lütfen sesinizi kesin,» diye devam etti, «Surda gördüğün Wilbur Emmet, benim işlerime bakar.» Bunu söylerken, biraz geride duran uzun boylu ve çirkin genç adamı gösteriyordu. Wilbur Emmet hiç kımıldamadan onu dinliyordu. Marcus’a büyük bir hürmet beslediği hemen belli oluyordu. «Evet, onu işe aldığım zamandan beri durmadan çalışıyor. Şu kabak kafalı şişman Profesör Ingram sâdece bir aile dostudur. Şimdilik çalışmıyor, ama ben istersem o da çalışmaya başlar hemen. Đşte böyle Mister Harding, benim ailenin reisi olduğumu sakın aklından çıkarma. Ben zâlim bir insan değilim ve çalışanı mükâfatlandırmaktan da hoşlanırım. Bunu herkes söyleyecektir sana.

Her şeyin istediğim gibi olmasını isterim, anlaşıldı mı?» George, «Evet,» dedi. Marcus, hafif bir tebessümle, «Tamam,» dedi ve devam etti, «Şimdi belki de neden bu kadar uzun bir seyahate çıktığımızı merak ediyorsundur. Onu da söyleyeceğim sana. Bu üç aylık seyahatin sebebi, Sodbury Cross’ta önüne geleni zehirleyen bir delinin bulunmasıdır.» Çevreyi yine derin bir sessizlik kaplamıştı. Marcus bir müddet evvel çıkarmış olduğu güneş gözlüğünü tekrar taktı. «Ne o, dilini mi yuttun? Köyde bir çeşme veya pazar olduğunu söylemedim. Önüne geleni zehirlemek isteyen bir deli var dedim. Evet, bu deli sırf kendi zevki için, üç küçük çocuk ve onsekiz yaşında bir genç kızı strikninle zehirledi. Çocuklardan biri öldü ve o ölen çocuğu da Marjorie çok severdi.»

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir