Celeste NG – Sana söyleyemediğim Her Şey

Lydia öldü. Ama henüz kimsenin haberi yok. 3 Mayıs 1977. Saat sabahın altı buçuğu. Kimse bir şey bilmiyor, tek bildikleri ufacık bir detay: Lydia kahvaltıya geç kaldı. Annesi yine, her zaman yaptığı gibi mısır gevreği kâsesinin yanına ucu açılmış kurşunkalemle birlikte Lydia’nm fizik ödevini yerleştirmişti; altı problemin yanında doğru işareti vardı. Lydia’nm babası arabayla işe giderken radyoda, Kuzeybatı Ohio’nun en iyi haber kaynağı olan WXKP’yi ayarlıyor. Radyo kanalı çekmediği için cızır cızır. Merdivende, Lydia’ nin erkek kardeşi esniyor. Az önce gördüğü rüyanın etkisinden çıkamamış. Lydia’nm kız kardeşi mutfağın bir köşesinde sandalyesine tünemiş, gözlerini fal taşı gibi açmış, mısır gevreklerini tek tek emerek yiyor. Bir yandan gözü merdivende Lydia’nm inmesini bekliyor. Zaten sonunda konuşan da o oluyor: “Lydia bugün epey geç kaldı.” Üst kattaysa, Marilyn kızının odasının kapısını açıp bozulmamış yatağı gördü: Yorganın altında kalan çarşaf dümdüz, yastık dolgun ve kabarıktı. Odanın içinde göze batan hiçbir şey yoktu.


Yerde hardal rengi fitilli pantolonuyla renkli çizgili çorabının teki duruyordu; duvarda da bir dizi bilim fuarı kurdelesi, bir tane Einstein kartpostalı, dolabın içindeyse yerde Lydia’nın buruşuk haldeki spor çantası. Yeşil sırt çantası da çalışma masasının üzerindeydi. Şifoniyerin üstünde Lydia’mn Baby Soft şişesi… Parfümün o tatlı, pudramsı ve bebeksi kokusu hâlâ havada asılıydı. Ama Lydia yoktu. Marilyn gözlerini kapattı. Belki tekrar açtığında Lydia orada olurdu; tepesine kadar çektiği yorganın altından, saçları dağılmış halde… Bir şekilde gözden kaçırdığı, çarşafların altında kalmış aksi bir çıkıntı gibi. Belki, banyodaydım, anne. Su almak için aşağı indim. Uzun süredir burada yatıyordum, derdi. Tabii tekrar gözlerini açıp baktığında değişen bir şey olmadı. Kapalı perdeler, bomboş bir televizyon ekranı gibi parlıyordu. Aşağıda, mutfağın kapısında durdu, tki eli birden pervaza dayalıydı. Sessizliği her şeyi anlatıyordu zaten. Sonunda, “Ben dışan bir bakayım,” dedi. “Belki bir şey için…” Ön kapıya doğru yürürken, Lydia’nm ayak izleri koridordaki yolluğa kazınmışçasına gözlerini yerden ayırmadı.

Nath, “Dün gece odasındaydı,” dedi, Hannah’ya. “Radyosunun sesini duydum. On bir buçuktu.” Derken akşam iyi geceler demediğini hatırlayınca sustu. “On altı yaşında biri kaçırılmış olabilir mi?” diye sordu Hannah. Nath kaşığıyla kâsesini iteledi. Mısır gevrekleri gitgide eriyerek sütün içine battı. Anneleri tekrar mutfağa döndü ve Nath, saniyenin onda biri kadar kısa bir süre için ferah bir soluk aldı: İşte Lydia… Sağ salim ve güvendeydi. Oluyordu bazen öyle. Yüzleri o ka dar birbirinin aynıydı ki göz ucuyla birini görür gibi olup sonra onu ötekiyle karıştırıyordu insan. Sivri çenelerine, çıkık elma-cıkkemiklerine, sol yanağındaki gamzeye, incecik omuz hatlarına kadar tıpatıp aynıydılar. Bir tek, saçlannın rengi farklıydı. Annelerinin saçları bal sansıyken, Lydia’nmki mürekkep gibi simsiyahtı. O ve Hannah, babalanna çekmişti. Bir keresinde kadının teki ikisini marketin ortasında çevirip, “Çinli misiniz?” diye sormuştu.

Onlar da yarı öyle yan böyle muhabbetine girmek istemediklerinden, “Evet,” deyince, kadın bilmiş bir edayla başını sallayıp, “Tahmin etmiştim,” demişti. “Gözlerinizden anladım.” Sonra da iki parmağının ucuyla gözlerinin kenarından tutup çekmişti. Fakat Lydia bütün genetik kanunlara meydan okuyarak nasıl olduysa annesinin mavi gözlerini almıştı ve iki kardeş Lydia’nm annelerinin gözdesi olmasına sebep olan etkenlerden birinin de bu olduğunu biliyordu; tabii babalarının da. Derken Lydia tek elini kaldırıp kaşına götürdü ve annelerinin görüntüsü tekrar belirdi. “Araba hâlâ burada,” dedi, ama Nath zaten arabanın orada olacağını tahmin etmişti. Lydia araba kullanamazdı. Daha ehliyeti bile yoktu zaten. Geçen hafta sınavdan çakarak herkesi şoke etmişti ve babası ehliyeti olmadan sürücü koltuğuna oturmasına asla izin vermezdi. Nath mısır gevreğini karıştırdı. Çamur gibi kâsesinin dibine oturmuştu artık. Ön koridordaki saatin tik takları duyuldu. Saat yedi buçuk oldu. Herkes hareketsizdi. Hannah, “Bugün okula gidecek miyiz?” diye sordu.

Marilyn ne diyeceğini bilemedi. Sonra çantasına uzanıp abartılı bir sakinlikle anahtarlığını çıkardı. “îkiniz de servisi kaçırdınız. Nath, sen arabamı al. Hannah’yı da okula bırak.” Ardından: “Merak etmeyin. Neler olduğunu öğreneceğiz,” dedi ama ikisinin de yüzüne bakamadı; onlar da annelerinin. Çocuklar gidince, titreyen ellerine hâkim olmaya çalışarak dolaptan bir tane fincan çıkardı. Uzunca bir zaman, Lydia daha bebekken, Marilyn oturma odasında onu bir battaniyenin üzerinde oynarken bırakıp çay almak için mutfağa gitmişti. Lydia daha on bir aylıktı. Su ısıtıcısını ocağın üstünden alıp döndüğünde, Lydia’yı koridorda bulmuştu. Kızını görünce şaşırıp gerilemiş, yanlışlıkla elini kızgın ocağın üzerine koymuştu. Avcunun içinde kıpkırmızı bir spiral izi meydana gelmiş ve yanan elini dudaklarına götürüp yaşaran gözleriyle kızma bakmıştı. Lydia gözünü dört açmış, karşısında duruyordu. Sanki mutfağı hayatında ilk defa görür gibiydi.

Kızının attığı ilk adımları kaçırdığı ya da kızının ne kadar büyüdüğü Marilyn’in hiç aklına gelmemişti. Onun ikide bir beyninde çakan soru, nasıl kaçırdım bunu? değildi. Benden başka neler saklıyordun? sorusuydu. Nath, gözünün önünde iki büklüm yerden kalkmış, devrilmiş ve emekle-mişti. Ama Lydia’nm daha ilk ayağa kalkmaya çalıştığı anı bile hatırlayamıyordu. Yine de o gün çıplak ayaklan üzerinde o kadar düzgün duruyordu ki… Tulumunun fırfırlı kollann-dan parmaklarının ucu görünüyordu. Marilyn’in sık sık ona sırtını döndüğü anlar olurdu. Ya buzdolabını açarken ya da çamaşırları katlarken… Lydia haftalar önce yürümeye başlamış olabilirdi. Bahçedeki saksılarla ilgilenirken onu görmemiş olabilirdi. Lydia’yı kucağına alıp kaldırmış, saçlarını düzeltmiş ve ona ne kadar akıllı olduğunu, babasının eve geldiği zaman onunla ne kadar gurur duyacağını söylemişti. Ama bir yandan da sanki avcunun içi gibi bildiği bir odada, kilitli bir kapı bulmuş gibi hissetmişti kendini. Emekleyecek kadar küçük olan Lydia’nm sırları vardı. Marilyn onu istediği kadar besleyebilir, yıkayabilir, o küçücük bacaklarına pijama giydire-bilirdi ama hayatının belirli kısımları çoktan perdelenmeye başlamıştı bile. Lydia’yı yanağından öpüp onu kendine yaklaştırarak kızının o minicik bedeniyle kendi vücudunu ısıtmaya çalışmıştı. Şimdiyse Marilyn çayını yudumluyor, bir yandan da o günü hatırlıyordu.

Lisenin telefonu, buzdolabının yanındaki mantar panoda asılıydı. Marilyn kartı alıp numarayı çevirdi. Karşı tarafın telefonu çalarken ahizenin kablosunu parmağına doladı. “Middlewood Lisesi,” dedi sekreter dördüncü çalışta. “Ben, Dottie.” Dottie’yi hatırlıyordu. Soluk kızıl saçlarını kafasının tepesinde kuş yuvası topuzu yapan, koltuk minderi gibi, yapılı bir kadındı. “Günaydın,” dedi Marilyn ama ağzı diline dolandı. “Kızım bu sabah derse geldi mi?” Dottie kibarca sabırsızlığını dile getirdi. “Kiminle görüşüyorum acaba?” Marilyn’in kendi adını hatırlaması bir dakika sürdü. “Marilyn. Marilyn Lee. Kızımın adı, Lydia Lee. Lise ikide.” “Programına bir bakayım.

İlk ders…” Sessizlik. “Lise üçüncü sınıfların fiziği?” “Evet, doğru. Bay Kelly’nin dersi.” “Sınıfa birini gönderip kontrol ettireyim.” Sekreter telefon ahizesini masaya bırakırken bir küt sesi duyuldu. Marilyn fincanın tezgâhın üstüne bıraktığı su birikintisini inceledi. Birkaç sene önce, küçük bir kız kilere girip boğulmuştu. O olaydan sonra da polis teşkilatı her eve bir el ilanı yolladı: Eğer çocuğunuz kayıpsa, onu derhal bulmaya çalışın. Çamaşır makinelerine, kurutuculara, otomobil bagajlarına, alet dolaplarına, saklanabileceği her türlü yere bakın. Çocuğunuzu bulamazsanız, derhal polisi arayın. Sekreter, “Bayan Lee?” dedi. “Kızınız birinci derse gelmemiş. Mazeret belirtmek için mi aradınız?” Marilyn cevap vermeden telefonu kapattı. Telefonun yazılı olduğu kartı tekrar panoya astı. Ellerindeki ter, mürekkebi sulandırdığı için rakamlar sanki suya batmış gibi birbirine girmişti.

Her odayı kontrol edip bakmadık yer bırakmadı. Boş garaja da bir göz attı: Beton zemindeki yağ lekesi ve belli belirsiz benzin kokusu dışında bir şey yoktu. Ne aradığından da emin değildi: Suçlayıcı ayak izleri mi? Ekmek kırıntılarından yapılmış yol işaretleri mi? On iki yaşındayken, kendi okulundan bir kız daha kaybolmuş ve sonunda ölü bulunmuştu. Ginny Barron. Marilyn’in içten içe deli gibi özendiği Oxford ayakkabıları vardı. Babası için markete sigara almaya gitmiş ve iki gün sonra kızın cesedini Charlottesville’e doğru yol kenarında boğulmuş ve çıplak halde bulmuşlardı. Marilyn’in beynindeki çarklar şimdi dönmeye başlıyordu. Sam ’in Oğlu, yazı daha yeni başlamıştı; gerçi gazeteler daha yeni yeni onu bu isimle anar olmuştu. Ohio’da bile bütün manşetlerde adamın son cinayetini anlatıyorlardı. Birkaç aya kalmaz polis, David Berkowitz’i yakalar ve ülke yeniden başka şeylere odaklanırdı: Elvis’in ölümü, yeni Atari, bir köpekbalığmın tepesine binen Fonzie… Ama şu an için, koyu saçlı New Yorklular sarı peruk peşinde koştururken, dünya Marilyn’e korkunç ve ipe sapa gelmez bir yer gibi görünüyordu. Ama burada öyle şeyler olmaz, diye hatırlattı kendine. Middlewood’da olmaz. Şehir olarak anılsa bile burası aslında üç bin kişilik nüfusa sahip küçük bir üniversite kasabasıydı. Bir saat direksiyon sallasan ancak Toledo’ya varabilirdin. Cumartesi gecesi eğlencesi desen ya paten kaymaya, ya bowling oynamaya ya da sinemaya giderdin.

Şehir merkezindeki Middlewood Gölü bile aslında sadece abartılı bir su birikintisiydi, o kadar. (Gerçi bu son dediğinde yanılıyordu. Boydan boya üç yüz metre uzunluğunda ve epey de derindi.) Yine de sanki omurgasından aşağı böcekler yürii-yormuş gibi ensesindeki tüyler diken diken oldu. Marilyn bir hışımla duş perdesini açarken raya sürten demir halkalardan tiz bir çığlık yükseldi ve küvetin beyaz oyuğuna baktı. Mutfakta ne kadar dolap varsa hepsini karıştırdı. Kilere, portmantoya, firma baktı. Sonra buzdolabını açtı. İçine baktı. Zeytin. Süt. Tavuğun pembe köpük paketi, marulun tepesi, bir salkım yeşim üzüm. Fıstık ezmesinin o soğuk kavanozuna dokundu ve başını sallayarak kapağı kapattı. Sanki Lydia’yı buzdolabında bulacaktı ya… Sabah güneşi evin içine dolmuştu. Limonlu kek gibi kremamsı bir ışık, mutfak dolaplarının içini, boş dolapları ve tertemiz, bomboş yerleri aydınlatıyordu.

Marilyn ellerine baktı, onlar da boştu. Güneşte ışıl ışıl parlıyorlardı. Telefonu kaldırıp kocasını aradı. Ofisinde oturan James için sıradan bir salı günüydü. Dişiyle tükenmezkalemine bastırdı. Kurşunkalemle yazılmış silik bir cümle hafif yukarı doğru kayıyordu: Sırbistan, en güçlüBaltık uluslarından biriydi. Baltık’m üzerini çizip, Balkan yazdı. Sayfayı çevirdi. Arşidük Franz Ferdinand, Kara Ann üyeleri tarafından düzenlenen suikastte öldü. Franz, diye düşündü. Kara El. Bu öğrencilerin içinde kitap açan var mıydı acaba? Bir an kürsü önündeki hali geldi gözünün önüne. Elinde işaret çubuğu, arkasında kocaman bir Avrupa haritası. Daha sadece giriş dersiydi bu: “Amerika ve Dünya Savaşları.” O yüzden kimseden derin bir bilgi ya da eleştirel bir fikir beklentisi yoktu.

Sadece temel gerçekleri kavrasınlar, aralarından bir tane de Çekoslovakya ‘yı doğru hece ley e-bilen bir öğrenci çıksın yeterdi. Sınav kâğıdını kapatıp ön sayfaya puanı yazdı. Yüz üzerinden altmış beş. Rakamı da daire içine aldı. Her sene yaz aylarına doğru öğrencilerde bir huzursuzluk hali baş gösterir, öfke kıvılcımları yavaş yavaş alev alıp sonunda ders salonunun penceresiz duvarlarında patlardı. Gönülsüzlükleri sınav kâğıtlarına yansımaya başlar, sanki öğrenciler bir düşünceyi o kadar uzun süre akılda tutamazmış gibi paragraflar yarıda, hatta bazen cümle ortasında kesilirdi. James, acaba hepsi boşa mı gitti, diye merak ediyordu. Bütün o ders notlan, Ma-cArthur ve Truman’ın renkli slaytları, Guadalcanal haritaları… Bütün hepsi kıkır kıkır gülünecek komik isimlerden, mezun olmadan önce listelerinde tik atlamaları gereken herhangi bir zorunlu dersten öte bir şey değildi. Zaten böyle bir yerden başka ne bekleyebilirdi? Sınav kâğıdını diğerlerinin arasına koyup kalemini de en üste bıraktı. Pencereden küçük yeşil bahçeyi ve frizbi oynayan kot pantolonlu üç genci görebiliyordu. Fakültede daha yeni olduğu gençlik günlerinde, James’i de sık sık öğrenci zannederlerdi. Ama yıllardır böyle bir şey olmamıştı. Gelecek bahar kırk yaşma girecekti. Artık kadroluydu, kara saçlarının arasına kırlar düşmüştü. Ama yine de bazen başka şeyler zannedildiği oluyordu.

Bir keresinde, okul müdürünün ofisindeki sekreter, onu Japonya’dan gelen bir diplomat sanmış ve Tokyo uçuşunun nasıl geçtiğini sormuştu. Amerikan tarihi profesörü olduğunu söylediği anda insanların yüzünde beliren o şaşkın ifadeye bayılıyordu. “Ben Amerikalıyım,” diyordu insanlar afallayınca. Sesinden de biraz savunmacı bir ton eksik olmuyordu. Biri kapıyı çaldı. Gelen, asistanı Louisa’ydı. Elinde bir tomar kâğıt vardı. “Profesör Lee. Sizi rahatsız etmek istemedim ama kapınız açıktı.” Ödev kâğıtlarını masaya bırakıp duraksadı. “Bunlar pek iyi değiller.” “Eminim. Bendeki yarı da iyi değil. Bütün A’lar şendeki gruptan çıkar diye umuyordum.” Louisa güldü.

Onu geçen seneki mezunlar seminerinde ilk gördüğünde, James’i hayli şaşırtmıştı. Arkadan bakınca tıpkı kızıydı. Kürekkemiklerinin arasına düşen yele gibi parlak ve siyah saçları onunla aynıydı. Dirseklerini vücuduna yakın tutarak oturma şekilleri aynıydı. Ama arkasına dönünce, yüzü tamamen kendine hastı. Onun dar hatlarının yanında Lydia’nm yüzü geniş kalıyordu, gözleriyse kahverengi ve donuktu. Louisa elini uzatarak, “Profesör Lee,” demişti. “Ben Louisa Chen.” Middlewood Üniversitesi ‘nde geçen on sekiz yıldan beri karşılaştığım ilk Uzakdoğulu öğrenci, diye düşünmüştü James. Farkında olmadan da kendini gülümserken bulmuştu. Bir hafta sonra da kız ofisine geldi. “Aileniz mi?” diye sormuştu, masanın üzerinde duran bir fotoğrafı kendine doğru çevirip. Bir süre susup resmi incelemişti. Herkes aynını yapıyordu ve James’in de fotoğrafı ortalık yerde tutmasının nedeni buydu. Kızın gözlerinin kendi fotojenik yüzünden karısına, çocuklarına ve ardından tekrar ona dönüşünü seyretti.

“Ah,” dedi bir dakika sonra James, şaşkınlığını gizlemeye çalıştığının farkındaydı. “Eşiniz… Çinli değil mi?” Herkes aynı şeyi söylüyordu ama James ondan farklı bir tepki beklerdi. “Hayır,” dedi ve sonra çerçeveyi biraz daha çevirdi. Çerçeve kırk beş derecelik kusursuz bir açıyla masasında ona bakıyordu. “Hayır, değil.” Yine de güz döneminin sonuna doğru kızdan lisans dersinde ondan sınav kâğıtlarını okumasını istedi. Nisanda da yaz kursu boyunca öğretmen asistanlığını yapmasını istemişti. “Umarım yazın gelen öğrenciler daha iyi olur ” dedi Louisa. “Birkaç kişi Cape-Kahire Tren Yolu’nun Avrupa’da olduğu konusunda inat etmiş. Birer üniversite öğrencisi olarak coğrafyayla ilgili şaşırtıcı sıkıntıları var.” “Eh, burası bir Harvard değil tabii,” dedi James. İki ayrı ödev kâğıdı destesini iskambil kâğıdı gibi bir araya getirip birleştirdi ve ardından düzgün bir şekilde masaya bıraktı. “Bazen tüm vaktimi boşa mı harcıyorum diye merak ediyorum.” “Öğrenciler çaba göstermiyor diye kendinizi suçlayamazsınız. Ayrıca hepsi de o kadar kötü değil.

Aralarda birkaç A alan çıktı.” Louisa bir anda ciddileşen gözlerini kırpıştırarak James’e baktı. “Hayatınızı boşa harcamıyorsunuz.” James’in kastettiği giriş dersiydi, her sene üst üste, en basit tarih bilgisini dahi umursamayan öğrencilere bir şeyler öğretmekti. Daha yirmi üç yaşında, diye düşündü. Boşa harcanmış olsun ya da olmasın hayata dair hiçbir şey bilmiyor ama yine de bunu duymak hoşuna gitti. “Kıpırdama,” dedi. “Saçında bir şey var.” Saçları serin ve biraz da nemliydi. Sabahki duştan sonra tam kurumamıştı. Louisa gözlerini kocaman açıp James’in yüzüne kilitlenmiş, kıpırdamadan yerinde duruyordu. Saçındaki James’in ilk aklına geldiği gibi bir çiçek yaprağı değil, bir uğurböceğiydi. James, onu kızın saçından alınca, ip gibi incecik bacaklarıyla tepetaklak tırnağının üzerine yürüdü. “Yılın bu zamanında her yer o lanet böceklerle kaynıyor,” dedi bir ses kapı ağzından. James başını kaldırdığında, Stanley Hewitt’in içeri baktığını gördü.

Stan’i sevmezdi. Sanki karşısındaki işitme engelliymiş gibi ağır ve yüksek sesle konuşan, kaba saba bir adamdı. Bir gün George Was-hington, Bufalo Bili ve Spiro Agnew birlikte bir bara gitmişler, diye başlayan aptal fıkralar anlatırdı. James, “Bir şey mi istemiştin, Stan?” diye sordu. Bir an elini silah tutuyormuş gibi Lousia’nın omzuna doğru uzat-tığnı fark edip geri çekti. “Dekanın son duyurusuyla ilgili bir şey sormak istemiştim,” dedi Stanley elindeki kâğıdı göstererek. “İşiniz varsa bölmeyeyim.” “Benim de zaten gitmem gerekiyor,” dedi Louisa. “Size iyi günler, Profesör Lee. Yarın görüşmek üzere. Size de iyi günler, Profesör Hewitt.” Stanley’nin yanından geçip koridora çıkarken kızın yüzü kızardı ve James aynı anda kendi yanaklarının da ısındığını hissetti. Louisa gidince Stanley, James’in masasının köşesine oturdu. “Güzel kız,” dedi. “Bu yaz da senin asistanın olacak, değil mi?” “Evet.

” James avcunu açtı. Uğurböceği parmak ucuna doğru ilerlemiş, parmak izini takip ederek o girintili çıkıntılı halkaların üzerine yürüyordu. Yumruğunu Stanley’nin o pis pis sırıtan yüzünün tam ortasına geçirmeyi, adamın hafif çarpık ön dişlerinin yumruğunun altında ezilişini hissetmeyi o kadar istiyordu ki. Ama onun yerine parmağıyla uğurböce-ğini ezdi. Hayvanın kabuğu patlamış mısır gibi parmaklarının arasında çıtladı ve böcek kükürt rengi bir pudra yığını halinde un ufak oldu. Stanley parmaklarını James’in kitaplarının sırtında gezdirdi. Birazdan James bu anın o vurdumduymaz sakinliğine hasret kalacaktı, çünkü bir saniye öncesine kadar kafasındaki en ciddi sorun Stan’in yüzündeki o pis sırıtmaydı. Ama şimdi telefon çalınca o kadar sevindi ki, Marilyn’in sesindeki telaşı en başta fark edemedi. “James?” dedi. “Eve gelebilir misin?” Polis, birçok ergen gencin ailesine haber vermeden evden kaçtığını söylüyordu. Kızların anne ve babalarına kıza-bildiğinden, ebeveynlerinse genelde bu durumu hiç fark etmediklerinden söz ediyordu. Polisler ablasının odasını ararken Nath de onların peşinden gitti. Pudralar, tüylü toz alıcılar, köpekler, büyüteçler bekliyordu ama polislerin tek yaptığı bakmaktı. Çalışma masasının üzerine astığı posterlere, yerdeki ayakkabılara, yarı açık haldeki kitap çantasına… Ardından, polislerden genç olanı, sanki bir bebeğin başını okşannış gibi Lydia’nın parfüm şişesinin yuvarlak pembe kapağını av-cunun içine aldı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir