Cuneyt Ulsever – Azrail Aynasi

2 Aralık 2010 Perşembe günü hava çoktan kararmıştı. Ayşe Meriç saatine baktı. 17.48’i gösteriyordu. Ayşe Meriç için gün zor geçmişti. Nedense bugün canı hiç çalışmak istememişti. Güler yüzü, insana huzur veren sükûnetiyle herkese kendini sevdiren genç kızın, bugün insanlara zerre kadar tahammülü yoktu. Büyük miktarda parasını bankada tuttuğu için tüm şube personelinin nazını çektiği, özel gayretleri nedeniyle de Ayşe’ye bir başka düşkün olan yaşlı teyze bile bugün ona fazla gelmişti. Mevduatıyla ilgili saçma sapan sorularıyla genç kızın canını sıkmıştı. Ayşe tam 18.00’de kendini şubeden dışarı atacaktı. Doğru eve gidecek, bir şeyler yiyecek, geceliğini giyecek, televizyonun karşısında biraz vakit geçirecek sonra da yatağına girecekti. Akşamüzeri, şubede yan masadan komşusu Serap mesaiden sonra Ortaköy’e gidip birlikte bira içmeyi teklif etmişti. Serap, uzatmalı sevgilisi Hasan’la buluşacaktı. Ayşe’yle buluşmak eve sunacağı bahaneydi.


Altı aydır arada sırada Ayşe, Serap, Hasan birer bira içiyorlar, sonra Ayşe kalkıyor, uzatmalı sevgilileri baş başa bırakıyordu. Serap’ın anlattığına göre Serap ile Hasan üç yıldır sevgiliydiler, ama Serap’ın ailesi durumu hâlâ bilmiyordu. Zoraki gülümseyerek “Çok yorgunum” dedi. “Ben gelmeyeyim. Sen yine de eve benimle buluştuğunu söylersin.” Ayşe Meriç 1987’de Samsun’da doğmuştu. Babası Ünal Meriç Rumeli göçmeniydi. Drama, Sarışaban’dan. Annesi Zeliha Trabzonluydu. Babası liseyi bitirdikten sonra Ziraat Bankası Samsun Şubesi’nde işe girmiş, otuz iki yıl sonra aynı şubeden müdür muavini unvanıyla emekli olmuştu. Annesi ise hiç çalışmamış, ömrünü kocasına ve iki kızına adamıştı. Babası, emekli olduktan sonra eski bir arkadaşının müşavirlik bürosunda takılmaya başlamış, bir süre sonra da büronun maaşlı elemanı olmuştu. Ailenin yaşayan tek çocuğu Ünal Bey’e babadan kalan köhne evin yerine, 1994’te Laz müteahhit altı katlı on iki daireli bir apartman dikince Ünal Bey, altı dairenin birden sahibi olmuştu. Birinde oturuyorlar, beşinden kira alıyorlardı. Üzerine emekli maaşı ve bürodan gelen üç beş kuruş da eklenince, Samsun şartlarında rahat rahat geçiniyorlardı.

Açıkçası, durumları oldukça iyiydi. Ayşe de, ablası Atiye de maddi sıkıntı nedir pek bilmemişlerdi. Maddi refaha, Ünal Meriç’in kızlarına aşırı düşkünlüğü de eklenince Ayşe ve Atiye el bebek gül bebek yetiştirilmişlerdi. Atiye sekizinci sınıftan sonra okumamış, genç yaşta kendisinden on beş yaş büyük biriyle evlenmişti. Ayşe’nin eniştesi, Rumeli göçmeni Hakan, oto yedek parça ticareti yapıyordu; tonton ve sevimli bir adamdı. Tüm aile enişteyi çok severdi. Hafta sonları ablasının evinde toplanırlar, yaz-kış bahçede mangal yakarlar, Ünal Bey iki üç kadeh rakıdan sonra Rumeli türküleri çığırırdı. Ayşe, evden uçtuktan sonra en çok bu geceleri özledi. Ayşe Meriç tıpkı babası gibi 19 Mayıs Lisesi’ni bitirdi. Tıpkı babası gibi bankacı oldu. Ancak, o üniversite de okudu. Liseyi iyi bir dereceyle bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümü’nü kazandı. İki yılı yurtta, son iki yılı da iki arkadaşıyla bir apartman dairesinde olmak üzere dört yıl Ankara’da kaldı. Dönem kaybetmedi. Son yıl bankacı olmayı iyice aklına koydu.

Babası araya aracılar koyup kızını Ziraat Bankası Samsun Şubesi’ne yerleştirmek istedi. Ama Ayşe bileğinin hakkıyla işe girmeyi aklına koymuştu. Samsun’a da ancak, nasip olursa, şube müdürü olunca yerleşecekti. Mezuniyetinden sonra 2009 yılının Ekim ayında girdiği banka sınavlarından iyi bir netice aldı. İstanbul’da yapılan mülakatta da iyi intiba bırakmış olmalı ki işe alındı. Bileğinin hakkıyla, stajyer memur olarak Ocak 2010’da işe başladı. Türkiye’nin en büyük bankalarının birinde çalışmak Ayşe için gurur vericiydi. İstanbul’da Beşiktaş Şubesi’ne atandığını duyunca İstanbul’un parıltısı heyecanını misliyle artırmıştı. Bir tek, cari işler bölümüne verilmesine üzüldü. Olsun varsın, İngilizcesini ilerletecek, yabancı dil sınavını da kazanınca tayinini kambiyo bölümüne isteyecekti. Altı ay sonra staj dönemini başarıyla bitirdi, aynı şubeye kadrolu memur olarak atandı. Ayşe Meriç her zaman çalışkan bir öğrenci olmuştu. Çok zeki değildi, ama azimli ve disiplinliydi. Disiplini kılık kıyafetine bile yansırdı. Her daim defterleri düzgün, çantası muntazam, giysileri temiz, saçı başı düzgün bir öğrenci olmuştu.

Ama illaki suratının ifadesi. Kiliseleri süsleyen kanatlı melek figürleri sanki Ayşe’ye bakarak resimlenmişti. Masum, pozitif enerji fışkıran, bakanın içine önce ferah bir duygu, ardından huzur serpen bir surat. Bu yüzden de adı “Melek Ayşe”ye çıktı. Melek Ayşe üniversitedeyken minyon bir genç kızdı. Kalçaları ve göğüsleri ilk bakışta ilgi çekecek kadar şekillenmiş olmasa da düzgün bir vücudu vardı. Özellikle üniversite yıllarında Ankara’da erkeklerin ilgisini ziyadesiyle çekti. Ancak, o sarı saçları, mavi gözleri, düzgün fiziğine rağmen hiçbir zaman doğrudan “şehvet” kelimesini çağrıştırmadı. O iyi bir eş, iyi bir anne olabilirdi. En önemlisi, sağlam bir hayat arkadaşı olurdu. Eşine her koşulda sahip çıkan, ona her koşulda huzur veren bir erkeğin kadını! Ancak, genç kız annesinin o kadar etkisi altında kalmıştı ki, çekiciliğini kullanmak, “erkeklerle oynaşmak”, ona buna yüz vermek, evlenmeyeceği erkekle flört etmek onun genlerine kazınmış tabulardı. Laz kadını Zeliha, kızının zihninin her katmanına önce meslek sahibi olması gerektiğini kazımıştı. Evlenme vakti gelince de helal süt emmiş bir gençle hayatını birleştirebilirdi. Ayşe’nin ne lisede ne de üniversitede bir sevgilisi oldu. Ankara’da çok samimi ama korkularını deşmeyen bir sürü erkek arkadaşı vardı, ama hepsi de onu hem öyle kabullendiklerinden hem de melek yüzü nedeniyle ulaşılmaz bulduklarından onu hep samimi, candan, huzur veren bir dost olarak gördüler.

Ayşe ne zaman ki üniversiteyi bitirdi, ne zaman ki meslek sahibi oldu, ne zaman ki onu ele güne muhtaç bırakmayacak bir “bileziği” koluna taktı, işte o zaman zihni ona erkeklere “erkek gibi” bakması için izin verdi. İstanbul’un insanı baştan çıkaran aşüfte havası da vücudunun bol miktarda testosteron androjeni üretmesine neden oluyordu. Boğaz’ın kâh sert kâh yumuşak rüzgârı, adrenalin bezlerinde, hatta yumurtalıklarında testosteron üretimini kışkırtıyordu. Romantik bir müziğin melodisi bile ona yetebiliyordu. Üretilen testosteron androjenleri beyninde hipotalamus bölgesine ulaşınca o da sık sık gece yatakta, hatta bazen gündüz vakti şubede cinsel fantezilerin hülyasına dalıyor, erojen bölgelerinde hassasiyet artıyor, yüzü alabildiğine kızarıyordu. O an çok utanıyordu. Sanki bütün şube aklından geçenleri anlıyor, suratındaki yanmayı onlar da hissediyorlardı. Ayşe Meriç, masum dünyasında artık zihninin, vücudunun fizyolojik ve biyolojik gelişimini kabul etmeye başladığını tam olarak idrak edemiyordu. Ayşe genel merkezdeki bir hafta sonu eğitimi sırasında kendisiyle aynı dönemde Etiler Şubesi’nde işe başlayan Erol’un, kendi deyimiyle, aradığı hayat arkadaşı olabileceğine hükmetti. O cumartesi sabahı, dersin ilk dakikalarında Erol’u görür görmez vücudunda testosteron üretimi artmaya başladı. Bütün ders, elinde olmadan onu seyretti. Erol’da öyle bir şey vardı ki, ona bugüne dek hiçbir erkeğin vermediği duyguyu vermişti. Ama o “şey” neydi, bir türlü kendisine izah edemedi. Aşkı kimse tarif edemez, sadece bazıları onu görünce tanır. Testosteron üretimi zihnine olmadık hayaller yüklüyor, ders sırasında kendi kendine utanç dalgalarıyla boğuşuyordu.

Utandığı şey aynı anda o kadar da keyif veriyordu ki, Ayşe iki buçuk saatlik derste anlatılanların tek cümlesini bile dinlemedi. Sanki Erol da genç kızın yaşadığı çalkantıyı hissetti, sanki o da testislerine dolan testosteronla baş edemedi; dersin son bir saati Erol da Ayşe’yi uzaktan uzağa süzmekten derste anlatılanlara kulak veremedi. Derse ara verildiğinde birbirlerini sözüm ona tesadüfen buldular; sadece adlarını ve çalıştıkları şubeleri öğrendiler. Ayşe o cumartesi gecesi yatağa girdiğinde heyecandan ölüyordu. Hayatında ilk kez ona ders olarak anlatılanları dinlememişti. Ancak, hayatında ilk kez böyle disiplinsiz davrandığı halde hiç utanmıyordu. Erol’la masum masum hayali sohbet ederek uykuya daldı. Uyumadan önce de Tanrı’ya defalarca yalvardı: “Allahım ne olur beni telefonla arasın!” Pazar gününü de Tanrı’ya yalvararak geçirdi. Tanrı, Melek Ayşe’nin masum talebini işleme koydu ve Erol, pazartesi öğleden önce Ayşe’yi şubeden aradı. Telefonu açan şube arkadaşı Ayşe’ye “Etiler Şubesi’nden Erol Bey sana bir şey soracakmış” dediğinde Ayşe olduğu yere yığılacağını sandı. Elleri titreyerek, beyaz tenli suratı ala bulanarak ahizeyi aldı. Karşısında titreyen bir ses zorla “Merhaba!” dedi. O da genzinden zorla bir “Merhaba” sesi çıkardı. “Şey…” Erol saçma sapan bir soru sordu. Sözüm ona bir müşteri hakkında bilgi istiyordu.

Ama soyadını bile iki kere farklı söyledi. Ayşe de bu isimde bir müşteri adını hatırlamadığını söyledi. Portföyden bakacaktı. Sanki Erol, online çalışan sistemden kendisi bakamazdı. Rezil olduğunu hissetti. Kıpkırmızı kesildi. Ancak Erol, Ayşe’nin yaptığı gafın üzerinde durmadı. Hatta, onu saçma oyununa devam etmesi için teşvik etti. Genç adam arayacağını söyledi, ama kendi numarasını da verdi. “Siz portföyden bir zahmet takip edin, ben neticeyi almak için sizi tekrar ararım.” Ayşe önündeki kâğıda eline ilk geçen kalemle numarayı yazdı. Erol bu sefer “Ben de sizin numaranızı alayım” dedi. Ayşe nihayet aklını başına topladı, numarasını söyledi. Telefon kapanınca bu sefer ne yapması gerektiğini bilemedi. Elindeki iki değişik soyadını ekranda taradı.

Tabii bir sonuç alamadı. Ayşe bu kez genç adamın tekrar ne zaman arayacağını merak etmeye başladı. “Olur da çalarsa duyamam!” diye telefonu elinden bırakmadı. Ona beş saat gibi gelen beş dakikadan sonra telefon çaldı. Ekranda gözüken numara Erol’unkiydi. O kadar heyecanlanmıştı ki telefonu açarken az kalsın küçük alet elinden düşecekti. Sonunda şubede böyle bir müşteri olmadığı konusunda anlaştılar. Hatta birbirlerine “sen” demeleri gerektiğini de kabul ettiler. Erol mesai sırasında lafı uzatmaması, artık telefonu kapatmak gerektiği kanaatine varınca “Hafta sonu ne yapıyorsun?” diye soruverdi. Ayşe boğulur gibi “Hiççç!” dedi. “Buluşalım mı?” “Olur!” “O halde seni cuma günü ararım. Ne yapacağımıza karar veririz.” “Tabii!” Telefon kapandığında Ayşe bir süre telefonu öyle elinde tuttu kaldı. Hayatında ilk kez bir erkeğin “çıkma teklifi”ni kabul ediyordu. Pazartesi öğleden sonra, salı ve çarşamba bütün gün geçmek bilmedi.

Erol aramadı. Hoş, cuma arayacağını söylemişti. Ayşe de “Ne öyle erkek delisi gibi peşine mi düşeceğim!” diye düşünerek Erol’u aramayı kendisine yediremedi. Perşembe gününe gelindiğinde cumartesi hâlâ çok uzaktı ve Ayşe’nin tadı tuzu kaçmıştı. Canı beter sıkılıyordu. Zaman da geçmek bilmiyordu. Saat 18.00’i gösterir göstermez kendini şubeden dışarı attı. Millete yarım yamalak “İyi akşamlar” diledi. Bir an evvel yalnız kalmak istiyordu. Kafası hep Erol’daydı. Tamam, “Cuma ararım” demişti, ama insan çıkma teklif ettiği kızı daha önce aramaz mıydı? Aramak istemez miydi? Belki o da utanıyordu. Belki… belki de o Erol için sadece bir hafta sonu eğlencesiydi. Amacı sadece iyi vakit geçirmek… Belki de… tek derdi onu yatağa atmaktı… Her halükârda hafta sonuna dek ona ihtiyacı yoktu. Böyle düşününce kan beynine çıkıyordu.

Şube, Ortabahçe Caddesi ile Beşiktaş Caddesi’nin kesiştiği köşe başındaydı. Deniz Müzesi’nin tam karşısında. Hava bir aralık günü için oldukça ılıktı. Ancak sert bir rüzgâr vardı. Pardösüsünün yakasını kaldırdı. Beşiktaş Meydanı’na doğru yürümeye başladı. Sinanpaşa Camii’nin bulunduğu, Beşiktaş Caddesi’nin Barbaros Bulvarı ile kesiştiği noktada, karşı kaldırıma geçmek isteyen insan seline o da katıldı. Ayşe Meriç sabırla yeşil ışığın yanmasını bekledi. Barbaros Bulvarı’ndan karşıya geçti. Sahile ulaşmak için bir kere de Beşiktaş Caddesi’ni Boğaz yolundan geçmesi gerekiyordu. Orada da insan selinin ortasında yeşilin yanmasını bekledi. Karşıya geçti. İETT İşletme Şefliği’nin önünde bekleyen bir sürü otobüsün arasından İskele Caddesi’ni aştı. Üsküdar Motor İskelesi’ne ulaştı. Akbilini otomatik geçişe okuttuktan sonra Üsküdar motoruna bindi.

Yukarıda, açık havada oturmayı tercih etti. Karanlıkta Dolmabahçe, Galata, Eminönü, Yeni Cami, Topkapı siluetlerini seyre daldı. Dünyanın en muhteşem manzaralı güzergâhında sabah-akşam seyahat ettiği için kendini çok şanslı hissetti. Hem muhteşem görüntü, hem de denizden gelen iyot kokusu sanki sinirlerine iyi gelmişti. “Boğaz havası”nı içine çeke çeke Anadolu yakasına geçti. Üsküdar Motor İskelesi de alabildiğine kalabalıktı. Her türlü sandviç ve meşrubatın satıldığı iki büfenin ve çiçekçilerin arasından, Üsküdar-Talimhane minibüslerinin önündeki kuyruğa ulaştı. Kuyruk gözüne çok uzun gözüktü. Beklemek istemedi. Evi hemen Kuzguncuk’taydı. Bazı akşamlar Üsküdar’dan eve yürüyerek gittiği bile olurdu. Ancak bu kez takati yoktu. Paşalimanı Caddesi’nde karşıya geçti. Boğaz yönüne gidecek bir İETT otobüsü beklemeye başladı. Nihayet bir Beykoz otobüsü geldi, ona zar zor bindi.

Akbilini makineye okuttu. Beş dakika sonra Paşalimanı Caddesi’nin Kuzguncuk Çarşısı Caddesi adını aldığı noktada, Kuzguncuk Çarşı durağında otobüsten indi. Duraktaki insanlara hiç dikkat etmedi. Bu arada durakta bekleyen; ince, uzun boylu, kış ortası, hem de akşam vakti koyu güneş gözlüğü takan, lacivert Nike beyzbol şapkalı, lacivert balıkçı yaka kazak, pantolon ve lacivert Rockport spor ayakkabı ile yine lacivert, kapitone fermuarlı yelek giyen birinin İcadiye Caddesi’nde kendisini takip ettiğini fark etmedi. Dükkânların önünden geçerken önce karar veremedi. Evde bir gün önceden kalan mercimek çorbası vardı. Yan komşusu Hanife Teyze de evvelsi gece bir tabak pilaki vermişti. Ekmeği zaten vardı. Çarşıdan hiçbir şey almadan hızlı adımlarla İcadiye Caddesi boyunca yürüdü. Yolun sağ tarafında kalan Rum Ortodoks Kilisesi’ni geçti. Simitçi Tahir Sokak’tan içeri saptı. Bahçesarayı Sokağı’nda, dışı altmışların modasına uygun olarak mozaik döşeli köhne apartmanın dış kapısını anahtarıyla açarak içeri girdi. Apartmanın kapısını açarken Hanife Teyze’nin ışıklarının yanmadığını fark etti. “Yine kızına gitmiştir” diye düşündü. Hanife Teyze’nin evli kızı Karacaahmet’te oturuyordu.

Sık sık kızını ziyarete gidiyor, torunlarıyla vakit geçiriyordu. Ayşe Meriç ışığı yaktı. Bodrum katına yöneldi. Merdivenleri çabucak indi. Anahtarı iki kez çevirdikten sonra açtığı kapıdan evine girdi. Hemen eli sağ taraftaki elektrik düğmesine gitti. Işığı yaktı. Kapıyı çabucak kilitledi. Ayakkabısını, pardösüsünü koridorda çıkardı. Ayakkabılarını ayakkabılığa, pardösüsünü portmantoya astı. Terliklerini giydi. Koridorun ışığını kapatıp salonun ışığını açtı. Dairesi bir yatak odası, bir salon, mutfak, banyo, alaturka bir tuvalet ve koridordan oluşuyordu. Banyoya sonradan bir de alafranga tuvalet eklenmişti. Daire toplam elli beş metrekareydi.

Zeminde olduğu için pencereler yerden yüksekte, tavana yakındı. Ev pek aydınlık sayılmazdı. Ama zaten gündüzleri evde yoktu. Kaloriferli dairenin kirası 550 liraydı. Babası yardım etmese kolay kolay bu daireyi tutamazdı. Ama tarihi Kuzguncuk’ta oturmayı ayrıcalıklı bir durum sayıyor, Anadolu yakasının şirin Boğaziçi semtlerinde hafta sonları gezmeye bayılıyordu. Üsküdar’dan kolayca işe de gidiyordu. Taksim’e bile ulaşmak kolaydı. Üstelik millete “Boğaz’da oturuyorum!” diyerek hava atma hakkı da vardı. Hemen yatak odasına geçti. Koyu gri ceket, aynı renkte etek ve beyaz gömlekten oluşan iş giysisini ve külotlu çorabını itinayla çıkarıp dolaba astı. Beyaz dantel sutyen ve beyaz tanga külotla kalınca dolap kapısındaki boy aynasında endamını seyretti. Bacakları oldukça düzgündü. Ama kalçalarının dolgun ve yeteri kadar kıvrımlı olmayışı hep canını sıkardı. Memeleri de istediği kadar büyük değildi.

Bir ara aklından “Acaba Erol vücudumu beğenir mi, beni çekici bulur mu?” diye bir soru geçti. Kendine kızdı. “İsterse beğenmesin!” diye aynaya adeta bağırdı. Sutyenini çıkardı. Memeleri çıplak kalınca gözüne daha da ufak gözüktüler. Külotunun üzerine annesinin Samsun’da aldığı pazen geceliği geçirdi. Açık pembe, çiçek desenli gecelik ayak bileklerine dek uzanıyordu. Ayağına da beyaz erkek çorabı giydi. Çekmeceden anneannesinden yadigâr baklava desenli vişneçürüğü-lacivert karışımı kalın yün hırkayı çıkardı. Bu hırkayı çok severdi. Hırka onu sadece fiziken ısıtmaz, ruhunu da ısıtırdı. Hırkanın içinde kendini adeta rahmetli anneannesinin şefkatli kollarında hissederdi. Sanki hırkanın bir yerine hiç tükenmeyen bir avuç huzur serpiştirilmişti. Mutfağa geçti, buzdolabından çorbayı ve pilakiyi çıkardı. Mutfak bir masa alacak kadar genişti.

Saate baktı. 18.55’i gösteriyordu. Hemen salona geçip televizyonu açtı. Eğer evdeyse 19.00 haberlerini hiç kaçırmazdı. Bu babasından gelen bir alışkanlıktı. “Kutu” kadar evin salonuna yemek masası sığmadığından, mutfakta yemek yerken karşı salondaki televizyonu gören sandalyeye otururdu. Babası geldiğinde de rakı sofrasını hep buraya kuruyordu. Çorbayı ısıtmaya başladı. Ufak bir tabağa bir kaşık pilaki koydu. Kalanı ertesi akşam yemek üzere tekrar buzdolabına kaldırdı. Masaya iki dilim ekmek, su ve tuz koydu. Bu arada kaynayan çorbayı da bir kâseye boşalttı. Limon sıktı.

Çorbayı çok sevdiği halde bu akşam canı çekmiyordu. Daha doğrusu iştahı yoktu. Ama kendini zorlamalıydı. Bir yandan haberlere göz atarak çorbayı zorla bitirdi. Hiç dokunmadığı pilakiyi buzdolabından çıkardığı büyük tabağa geri boşaltıp buzdolabına koydu. Çorba tenceresini ve tabağını kaşıkla birlikte mutfak eviyesine koydu. “Sabah, olmadı yarın akşam yıkarım” diye iç geçirdi. Masayı toplayıp sildi. Salona geçip televizyonun önündeki kirli beyaz kanepeye –evde en çok sevdiği eşyasıydı– oturmadı, adeta çöktü. Haberleri dinlerken bacaklarını kanepenin önündeki orta sehpaya uzattı. Tüm eşyaları IKEA’dan alındığı için, ona göre, evde Batılı bir tarz vardı. Bu evin görünümü Samsun’daki evlerinden çok farklıydı. Samsun’da hâlâ iki çekyatta televizyon seyrederler, üçlü takımı annesi boş bir odada misafirler için saklardı. Oturdukları odaya “oturma odası”, koltuk takımının bulunduğu odaya da “misafir odası” denirdi. Misafir odası sadece misafir –o da ne demekse “resmi” olanı– geldiğinde açılırdı.

Yanı başındaki cep telefonu çalmaya başladığında birden irkilerek gözlerini açtı. Bir süre araştıran gözlerle etrafına baktı. Belli ki kanepede televizyon izlerken uyuyakalmıştı. Ekrana baktı. Arayan babasıydı. İçinden “Canım” diye geçirdi. İki gecede bir mutlaka arardı. Telefonu açtı. Mahmur bir sesle “Alo! Babacığım!” dedi. “Kızım! Melek kızım!” Anında anladı: Babası çakırkeyifti. Ancak, babası yine de sesindeki mahmur tonu fark etmişti: “Melek kızım, sesine ne oldu? Yoksa hasta mısın? “Yok baba, salonda uyuyakalmışım.” “Ohh! Ohh! İyi… İyi… Hasta olma da… Şubede bugün çok yorulmuşsundur.” Ayşe babasının yine bankacılık günlerini yâd etmeye başlamasından, işlemleri doğru yapıp yapmadığını anlamak için kendini sigaya çekmesinden korktu. Kafayı bulunca hiç çekinmez, sınav yapardı. “Haftanın yorgunluğu be baba!” “Doğru haklısın.

Bankacılık insanı çok yorar. Daha perşembeden tükenirsin… Sen yine de şükret. Yılsonu hesapları için fazla mesai yapmıyorsunuz.” Babasına “Hangi çağdayız, şimdi her şey online” diyemedi. “Perşembe” kelimesi bu sefer Ayşe’nin atağa geçmesine vesile oldu. “Hani sen perşembeleri içmezdin. Cuma namazı ne olacak?” Babasının heyecanlı sesi aniden duruldu. “Ben de içilmeyeceğini bilirim de…” “Eeee!” “Eeesi Laz karısı bu gece beni zıvanadan çıkardı. Çıktım, Arif Abi’nin dükkânından bir ufak aldım. Arif de şaşırdı… Bugün annen beni pek bir üzdü melek kızım.” O sırada annesinin sesi geri planda duyuldu: “Ünal, zeytinyağı gibi su yüzüne çıkma!” Annesi atağa kalktı. Zeliha Hanım kocasına öyle bir bağırmıştı ki Ayşe onun ne dediğini kelimesi kelimesine anladı. “Ver şu telefonu bana bakayım!” Çaresiz, Ünal Bey telefonu “Laz karısı”na kaptırdı. Zeliha Hanım telefonu kapar kapmaz selam sabah etmeden lafa girdi. Sinirlendi mi Laz şivesini denetleyemezdi: “Kızım Ayşe, bu babanı tez yanına aldır.

Artık ben çekemiyorum.” “Ne oldu, ne var ki anne?” “Yine bunun heyheyleri tuttu. Ben artık bu herife dayanamıyorum.” Annesi çabuk kızar, çabuk sönerdi. İş, gönlünü almayı bilmekteydi. “Aman anne babamı tanımıyorsun sanki. Yine bir şeylere kafası atmıştır.” “Yılbaşına Trabzon’a gidelim dedim. Bana dünyayı zehir etti. Yok şirkette çok iş varmış. Yok dayını çekemezmiş. Yok yine ona laf sokarmış…” Genç kız durumu hemen kavradı. Babası, oldum olası anne tarafına ısınamamıştı. Babası Samsun’da oldukları için her daim kendi akrabalarıyla görüşür, zavallı annesi yılda bir ya da iki kere Trabzon’a gider, kardeşleriyle, hısım akrabayla ancak o zaman hasret giderebilirdi. Teyzesi bazen Samsun’a gelirdi, ama dayısı Samsun defterini çoktan kapatmıştı.

O da çok aksi bir adamdı. Hiçbir şey söylemezdi, ama çok düşkün olduğu Zeliha Ablasını elinden aldığı için eniştesiyle hiçbir zaman arası iyi olmamıştı. Ayşe duruma müdahale etmesi gerektiğini düşündü: “Anne sen bana babamı ver!” “Ne edeceğin babanı!” “Sen karışma, ver hele!” “Tamam, tamam al da turşusunu kur.” Sesi uzaklaştı: “Herif al, kızın seni istiyor.” Babası telefonu hemen kaptı: “Emret kızım!” “Baba emir falan yok. Bu yılbaşı annemi Trabzon’a götüreceksin.” “Ama…” “Aması maması yok!” “Sen buraya gelmeyecek misin?” “Baba nasıl geleyim? 1 Ocak Cumartesi. Anlayacağın ilave bir tatil yok.” Aklına durup dururken Erol geldi. “Biz şubedeki arkadaşlarla bir şeyler yaparız.” “Vah be kızım! Ben de sanmıştım ki…” “Annem gelemeyeceğimi biliyordu.” “Huysuz karı. Bana söylemedi.” “Baba, hatırım için… Beni birazcık seviyorsan annemi bu yılbaşı kırma.” Belli ki babasının gönlü yumuşamıştı: “Yeter ki sen iste kızım.

Tamamdır!” “Aslan babam!” Babası bir süre sessiz kaldı. Ama bir şey daha söylemek istediği belliydi. “Baba, başka bir şey mi var?” “Yahu kızım, Samsun’a geldiğinde aklım sıra sana bir bilgisayar alacaktım. O küçüklerinden. Çantada taşınanlardan…” Ayşe “Eee!” dedi heyecanla. “Sen şimdi orada hem fiyatı uygun, hem de sağlam bir makine bak, bana fiyatını bildir, ben sana havale çıkarayım.” “Baba ne lüzum var! Artık maaşlı bir memurum. Ben alırdım.” Genç kız, şubeden dizüstü bilgisayarlarıyla çıkanlara gıptayla bakardı. “Sen koskoca bir memursun ama benim hâla küçücük Melek Ayşemsin.” Ayşe fazla nazlanamadı: “Yaşa be baba!” “Tamam, tamam lafı uzatma. Kontörüm bitiyor.” Ayşe’nin sesi buğulandı: “Babacığım seni çok seviyorum.” Belli ki babasının çakırkeyif aklına yine Melek Ayşe hasreti düşmüştü. Sadece “Hoşça kal!” diyebildi.

Telefonu kapatırken babasının ağzından dökülen “Allah seni bizlere bağışlasın!” sözlerini Ayşe duymadı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir