Bahadir Cuneyt Yalcin – Mutevazi Bir Intikam

Taşındığım daire Ankara’daki en büyük cezaevinin karşısındaydı. Yatak odam ve salonum sekiz yüz metre ötedeki televizyon stüdyosu kadar ışıltılı, üstüne pasta kreması gibi döşenmiş dikenli telli yüksek duvarlara, kolsuz robotlara benzeyen kulelere, etrafında uzanan seyrek ağaçlı karanlık tarlalara bakıyordu. Temmuz ortası olduğu için pencereler bütün gece açıktı; bu yüzden bazı sabahlar uzun süre bakımsız kalmış kuş kafesininkini andıran, kaynağını belirleyemediğim bir koku güneşle beraber odamı dolduruyordu. İlk aklıma gelen mahkûmların da bu kokuyla uyanıp uyanmadıkları oldu. Sonra, havalandırmaya düzenli çıkabildikleri ve mektupları didiklenmeden kendilerine ulaştığı takdirde kuş kafesi kokusuyla problemleri olmayacağına karar verdim. Annem geldiğinde salon tüllerini aralayıp, “Oğlumun evi hapishane manzaralı,” diye iç geçirince, “Önce şu tarladaki ağaçları gör,” dedim. “Tam karşıda işte, çok güzel, Cézanne tablosu gibi.” Site içindeki apartmanın girişine monte edilmiş camlı panoda, bina görevlisinin ismi ve gür kaşlarının önde yürüdüğü sempatik fotoğrafı karşıma çıktığında kendi kendime, “İşte buradaki ilk arkadaşım,” diye düşünmüştüm. Nakliye kamyonuyla sabah erkenden gelip adının yanında yazılı telefon numarasını çevirince Fatih hemen ortaya çıkmış ve bahçeyle uğraşırken taktığı eldivenleri çıkarıp tokalaştıktan sonra kamyonun içeri yanaşabilmesi için sitenin tekerlekli kapısını açmıştı. Yeni evimde ikinci haftam biterken Fatih cumartesi akşamı apartman toplantısı olduğunu, her apartmanın site yönetimi için yeni bir temsilci seçmesi gerektiğini haber verdi. Apartman toplantılarını hiç sevmiyordum, en azından sevmeyeceğimi sanıyordum. O zamana kadar herhangi bir apartman toplantısına katılmamıştım. Cumartesi akşamı beş kilo şeftali alıp on iki numaraya çıktım. Kapıyı açan kadın, “Ne zahmet ettiniz,” diyerek şeftali poşetini alırken ev antresinde yeni tanışan insanlara özgü yüksek sesle ve gülümseyerek: “Herkes kuru pasta filan getirir diye ben de şeftali getirdim,” dedim. Bir adım daha atıp da salonda koltuklara dizilmiş dokuz insan silueti ve tıka basa dolu tabaklardaki kuru pastalarla göz göze gelince hafif bir baş dönmesiyle birlikte zihnimden şu geçti: Sanırım insan siluetleri benim boşboğaz olduğumu, kuru pastalar cimri, şeftalilerse kibar olduğumu düşünüyorlardı.


Bir yer bulup oturdum. Siluetlerle tanıştım. Fatih de oradaydı. Kuru pasta potunun gırtlağımda bıraktığı ekşi tat sürerken Fatih’in kaşlarını ne sıklıkla makasladığını, makaslamasa ne kadar uzayabileceğini ve ayran içerken kaşlarına bulaşıp bulaşmadığını düşündüm. Aslında başka şeyler düşünmek sanal bir kaçıştı. Çünkü modern küçük acılar geri planda yankılanmayı sürdürerek beyni meşgul eder ve işletim sistemini yavaşlatır. Benden sonra birkaç kişi daha geldi. Kuru pasta ve şeftali yiyerek, çay içerek sırayla herkes kendinden bahsetti. Cezaevi jandarma bölüğünden bir kıdemli başçavuş, bir kadın infaz koruma görevlisi, iki öğretmen, bir boyacı ustası, iki memur, bir polis, bir lokantacı, ev sahibi sigortadan emekli bekâr kadın, Fatih ve ben. Başçavuş bir ay önce taşınmış, alt katımda oturuyormuş. Polis trafik şubesindeymiş, üst katımda. Öğretmenlerden biri Yaşar Kemal’in uzaktan akrabasıymış. Boyacı ustası, Ankaralı meşhur bir türkücünün ünlü olmadan önce evini boyadığını söyledi, “Çok efendi bir adam ama çok içiyor,” dedi. Bana da ne iş yaptığım sorulunca bir şirkette sekreter olduğumu, ayrıca bir spor dergisine yazı yazdığımı söyledim. “Erkek sekreter oluyor mu?” diye sordu ev sahibesi.

“Oluyor,” dedim. “Fenerbahçe kimi alacak?” dedi trafik polisi. “Futbol yorumu yazmıyorum,” dedim. “Olimpik sporlar hakkında ufak tefek şeyler.” Başka ilginç bir konu açılmayınca bina temsilcisi için oylamaya geçildi. Tek emekli komşumuz ev sahibesi olduğundan oy birliğiyle onun temsilci olmasına karar verildi. “Ay ben yapamam,” dese de başçavuş önderliğinde kibarca ikna edildi. Toplantı bitip de evlerimize dağılırken Fatih’e kuş kafesi kokusundan bahsetmek istedim ama sadece, “İyi geceler, kolay gelsin,” diyebildim. Oysa apartman toplantısı kuş kafesi kokusuna değinmek için en uygun zemindi. Çekindim. Kimsenin şikâyetçi görünmemesi ve hatta sanırım kokunun farkında bile olmaması garibime gitti. Sadece ben mi alıyordum acaba? Koku şizofrenisi diye bir şey var mıdır ki? Bir kitapta olmadık kokular duyanların beyninde tümör olabileceğini okumuştum. Belki de konuyu etrafa sormak yerine doktora gitmem gerekiyordu. Ertesi sabah evden çıkarken apartman kapısında başçavuşla karşılaştım. Günaydınlaştıktan sonra disiplin kurulunun kararını öğrenciye bildiren müdür yardımcısı bakışıyla: “Siz de cezaevi araçlarından rahatsız oluyor musunuz?” diye sordu.

Basit bir soru olduğunu anlayınca sanki daha önce başçavuşa karşı bir hata işlemişim de kendimi zorla affettirmişim gibi rahatlayarak, adama sempati beslemeye başladım. “Pek sayılmaz,” dedim keyifle. “Ben aslında sabahları kuş-” Bodrum kat merdivenlerinden önce kaşları ve sonra Fatih göründü. “Şikâyet ediyorlar ama ne yapacaksın?” dedi başçavuş. “Araçlar biraz eski. Orada çalıştığım hâlde ben bile huzursuz oluyorum.” Fatih hızla yaklaşarak son cümleye cevap verdi: “Alışırsınız komutanım, alışırsınız.” Başçavuş kapıya hareketlenmişti ki birden döndü: “Siz gazete, kitap okuyorsunuzdur değil mi meslek icabı? Çok kitabınız var mı? Bizim cezaevine kışın bir kütüphane yapılmıştı. Şu İnsan Hakları şeyi filan sıkı takip ediyor. Kitap sayısını az bulmuşlar. Bizden de yardımcı olmamızı rica etti müdür bey. Kitap bağışlamak isterseniz haberim olsun, şu yazarın akrabasına da rica ettim. Neydi adı?” “Yaşar Kemal.” “Hayır, komşunun… Adını unuttum bak şimdi. Neyse, vermek isterseniz sevinirim.

” “Tabii ki veririm.” Fehmi Guru adlı bir bağırsak varmış. Şarkı söyleyerek çok ünlü olmuş. Üçüncü altın plağını kazandıktan sonra adına ‘Fehmi Guru Benzerleri Yarışması’ düzenlenmiş. Kendisi de kılık değiştirerek yarışmaya katılmış ama maalesef ikinci olmuş. Birinci olansa pazar günü üst kattan sesi gelen şarjlı matkapmış. Fatih’e duvarlarla ilgili fikrimi açmadan önce bu fıkrayı anlatıyordum. “Üst kattaki polis rahatsızlık mı veriyor?” diye sordu. “Yoo, bunu söylemek ne haddime. Geçen pazar günü bir yerleri delmeye çalışıyordu galiba ama matkabın pili zayıflamış. Duvar matkaba direniyordu. Karşılıklı derin inlemeler ve kalender cıyaklamalar…” “En azından şarj etseymiş.” “Aklınla iyi yaşa. Ben de böyle söylemek isterdim ama cesaretim yok. Metin Milli’yi bilir misin? Pil zayıflayınca bütün teypler Metin Milli çalmaya başlar.

” Fatih soran gözlerle bakıyordu ama konuyu uzatmadım. Asıl meselem üst kattaki polisin eviyle giriştiği silahlı mücadele değil, kendi duvarlarımı ihya etmekti. Benimkiyle beraber bu muhitte birçok evin de sahibi olan adam boya yaptırmaya yanaşmamıştı. Her akşam eve geldiğimde elektrik anahtarlarının çevresindeki koyu lekelerle ve tabana yakın yerlerde kabarmış eski boyayla karşılaşmaktan, zaman zaman dökülen sıvayı elimle temizlemekten sıkılmıştım. Gel gör ki boya yaptırmaya da param yoktu. Apartman toplantısında tanıştığım boyacıya bunun bana ne kadara mal olacağını sordum. Söylediği rakam beni bir ay geçindirirdi. Şirketten zaten asgari ücretin biraz daha insaflısını veriyorlardı. Dergiden aldığım para ile de yeni kitaplar, eski kitaplar ve üst baş alabiliyordum. Bir gün aklıma bir fikir geldi. Madem okuryazar biriydim, neden duvarlarımı kitap sayfalarıyla kaplamıyordum ki? Hesabıma göre salonu, odamı ve koridorların bir kısmını gelişigüzel kaplamak istesem bunu en fazla yirmi otuz kitapla halledebilirdim. Duvar kâğıdı gibi tamamını değil, kimi kafelerdeki gibi rastgele seçilmiş yerleri. En azından öyle görünsün, elektrik anahtarlarının kenarları, boyası iyice dökülmüş yerler. Yapıştırıcı maliyetini de düşünmeliydim. Fatih’e sordum: “Yapıştırıcıya gerek yok abi, şekerli suyla hallederiz.

Biraz kabaracak ama çok değil. Nasılsa duvardan okumayacaksın?” dedi. “Hayır, zaten okuduğum kitaplar. Gece gündüz etrafımda olmaları bana yeter. Yardım eder misin yani?” “Ederim abi, ben de severim kitapları. Ortaokulda bayramlarda hep şiir okurdum.” Böyle kaşları olan bir adam şiir okurken insanların dikkatini dağıtabilirdi. Az daha, Bu kaşlarla mı? diyecektim, tuttum kendimi. Sahaflardan birçoğu okuduklarımdan oluşan tanesi bir veya iki liraya kitaplar aldım. Önemli bir kısmı klasiklerdi. Bazıları da kimsenin yüzüne bakmadığı, örneğin ‘Vadideki Zambak’, ‘Savaş ve Barış’ gibi romanların Almanca veya Fransızca baskılarıydı. “Kendi kitaplarını neden kullanmıyorsun?” diye sordu Fatih, farklı renk ve boyutlardaki kitaplıklarıma bakarak. “Kıyamam,” dedim. “Duvarlarımda gördüklerimin elimde de olması gerek.” Pazar günü büyük bir kâse sıcak suya üç dört çorba kaşığı toz şeker karıştırarak yapıştırıcı hazırladık.

Duvar kenarlarında zaten çok az olan mobilyaları, mesela kanepeyi, masayı biraz içeri doğru çektik. Zaten halı namına biri salonun ortasında, biri de kendi odamda olmak üzere iki emektar temsilci vardı. Fatih sıvanın kabarmış bölümlerini spatulayla kazıdı. Akşama kadar sayfaları tek tek kopararak boya fırçası yardımıyla güzelce yapıştırdık. Odalar sepyaya bürünmüş, bu bile kendimi iyi hissetmeme yetmişti. En azından temizdi ve her taraf harfler, cümleler ve betimlemelerle doluydu. Fatih gitmeden önce kanepeyi ve diğer eşyaları yerlerine konuşlandırdık. “Allah razı olsun,” dedim. Edmondo De Amicis’in ‘Çocuk Kalbi’ni verdim. “Bana mı?” “Sana değil, oğlana. İlkokulda değil miydi? Umarım hoşuna gider.” “Sağ olasın. Dersleri çok iyi,” dedi. Kaşları ile beraber gülümseyen apartman görevlisiyle kapının önünde el sıkışırken başçavuş geldi. Fatih’in koltuğunun altındaki kitabı gördü.

“İyi akşamlar, hayırdır?” “Fatih bana yardım etti de. Oğluna kitap hediye ettim.” Erimiş şeker ve ıslak kitap kâğıdı kokusunu almış olacak ki sordu: “Bekâr tatlısı mı yaptınız?” Bekâr tatlısı ile ne kastettiğini bilememiştim ama ıslak kitap kokusunu kuş kafesi kokusuna bin kere tercih edebileceğimi düşündüm. “Hayır, komutanım. Duvarları kitap kapladık da,” dedi Fatih. “Kitap mı kapladınız?” “Evet, yani hayır,” diye araya girdim. “Aslında kitap sayfalarıyla kapladık.” “Duvarda ziyan edeceğinize bana vereydiniz. Hani söylemiştim, cezaevine götürecektim.” “Merak etmeyin. Oraya bağışlayacaklarımı ayırdım ben.” Fatih, iyi akşamlar dileyip ayrıldı. Dudaklar sade bir üslupla veda ederken kaşlar, “Akşamı şerifleriniz hayrolsun, zat-ı şahanelerinizi fakirhanemizde görsek şerefyab oluruz,” diyordu. Komutanı içeri davet ettim. “Yok, geçmeyeyim.

Zahmet olmazsa kitapları alıp gideyim,” dedi. Salona girip önceden mahkûmlar için seçtiğim kitapları üç ayrı kitapçı poşetine koydum. Kitapçı poşetleri benim evimde her zaman üst düzey konukseverlik görür. Onları diğer arkadaşlarıyla beraber bir köşeye atar, kendilerine ben uyurken rahat rahat uzuneşek filan oynayabilecekleri serbest bir hareket alanı bırakırım. Üç poşeti görünce başçavuş şaşırdı. “Sizde çok kitap var anlaşılan. Sevmeseniz böyle duvar kâğıdı olarak da şey yapmazdınız.” “Severim,” dedim. “Daha sonra gene verebilirim.” “Şimdilik bu kadar yeter. Zaten bizim mahkûmların ilgili olduğunu zannetmiyorum. Yabancılar çok bastırdı. Bakanlık mecbur kaldı bir yerde.” “Kütüphaneye mi mecbur kaldı? İyi olmuş. Hiç bilemezsiniz, katiller de okur.

” Memnuniyetle merdivene yöneldi. Umarım mahkûmlar için uygunsuz bulup çöpe atmazlar diye düşündüğümü hatırlıyorum. Kitaplar poşet içinde merdivenleri inerken sessizce vedalaştım onlarla. İyi insanlarla buluşurlar inşallah, diye dua ettim. 2. inovatif anarşizm Apartman toplantısının üzerinden bir aydan fazla zaman geçmişti. Kuş kafesi kokusunu almaya devam ediyordum. İşten gelip üç yumurtayla menemen yaptım. Tavayı ekmekle sıyırıyordum ki kapı çaldı. Bıyıklı, genç bir adam. “Akşamları evde şortla geziyormuşsunuz. Evde kızı olan var, çocuğu olan var.” “Affedersiniz ama siz nerede oturuyorsunuz?” “Yan apartmanda.” “Yan apartmanda mı? Arada elli metre mesafe var. Benim şortumu nasıl görüyorsunuz?” “Dikkatli bakınca görünüyor.

” “Siz benim pencerelerime dikkatli mi bakıyorsunuz?” “Yani tabii öyle değil ama görünüyor işte. Daha terbiyeli giyinin yoksa zabıtaya şikâyet ederim.” “Pazarcı mıyım ben, neden zabıtaya şikâyet ediyorsunuz?” “Polis çağırırım o zaman. Zaten sizin eve hapishaneden mektup geliyormuş.” “Şort giyiyorum diye mi?” “Bilemiyoruz artık. Neyse, ben sizi uyarıyorum.” İnsanlardan hiçbir şey kaçmıyordu. Karşı apartmandan pencere dikizleyen adam, posta kutumu da pekâlâ karıştırabilirdi. Birden aklıma kuş kafesi kokusu geldi. Soruverdim. “Biz hiç öyle bir koku duymadık,” dedi. Düşündü. “Belki sizin ev kokuyordur.” Aradan iki gün geçti, bu sefer henüz yemeğe oturmadan çaldı kapı. Açtım.

Yanına birini almış. “Bu arkadaş benim alt komşu, o da sizden şikâyetçi.” Uzun boylu, kızıl kıvırcık saçlı, kırmızı yanaklı bir adam. “Şort giyiyormuşsunuz.” “Kim söyledi?” “Yani aslında ben kendim de gördüm.” “Ee, yasak mı şort giymek?” “Yani yasak değil de, pencereden görünüyor.” “Kardeşim sizde dürbün mü var?” “Dürbün yok da dikkatli bakınca seçiliyor.” “Yahu komşu, siz sabah akşam benim pencereyi mi takip ediyorsunuz? Zaten pencere bel seviyesinde olur. Karşıdan bacaklar görünmez. Hani anadan üryan dolaşsa-” “Anadan üryan mı? Görüyor musun bak!” diyerek dürttü yanındakini bıyıklı. “Belli zaten sizin ne olduğunuz. Üstünüzü de çıkarıyormuşsunuz bazı akşamlar…” “Ne zaman?” “Çarşamba günü atletle gezmişsiniz. Cuma günü atlet bile yokmuş.” “Arkadaşım siz şaka mısınız? Gün gün kayıt mı ediyorsunuz? Hem ben içeride dolaşıyorum.” “Öyle dolaşamazsın.

” “Dolaşırım.” İki adama birden laf yetiştirmeye çalışıyordum. Öbürünün dolduruşuna geldiği belli olan manav tipli kızıl sanki daha anlayışlıydı. “Siz de biraz daha dikkatli olsanız. Yani çoluğum çocuğum rahatsız oluyor.” “Oturup beni izlerseniz rahatsız olursunuz tabii. Ben bile kendimi izlersem rahatsız olurum. Burası benim evim, pencerem nizami. Şortum da kısa değil. Bakın ağustos ayındayız, lütfen.” Kızıl saçlıya döndüm: “Siz şort giymiyor musunuz?” “Yani evet giyiyorum bazen ama.” “Ee işte, ama bakın ben bilmiyorum çünkü oturup sizi izlemiyorum.” Birden sessizlik oldu. Getirdiği adamı safıma çekmek üzereydim. Kuş kafesi kokusunu sorup konuyu değiştirerek iletişimi pekiştirsem mi, diye içimden geçirdim.

Bıyıklı, düşünce balonumu patlatıverdi. “Bu size son ihtarım. Bir dahaki sefere karakolda biter bu iş.” “Bari hepsini çıkarıp balkonda halay çekeyim de bir işe yarasın.” Kızıl saçlı kendini tutamamış olacak, ağzına gelen geğirtiyi kaçıran biri gibi güldü. “Ayrıca televizyonun sesini çok açıyorsun. Rahatsız oluyoruz.” “Yan binadan mı?” “Valla dikkat edilince duyuluyor.” “Kardeşim manyak mısın? Alt komşum jandarma başçavuşu rahatsız olmuyor, üst komşum trafik polisinden ses yok, sen yan apartmandan atlamış geliyorsun.” “Sen de kıs sesini televizyonun.” “Kısmıyorum,” dedim gözlerimi kısarak. Kapıyı yüzüne kapattım. Kavga çıkaracak cesareti de yoktu ama sinek gibi başımda vızıldamaya bayılıyordu. Tansiyonum düşmüştü. Birdenbire hissedilen müthiş bir açlığın tesirindeydim sanki.

Midem sancıdı, kollarımda sinirsel kamaşma vardı. Şortu aldım, evirdim çevirdim. Arka odanın penceresine yanaştım. Tülü hafifçe açınca karşı apartmanın en üst katının penceresinde aniden perde çekildi. Işık kapandı. Takip ediliyordum. Ertesi akşam dışarı çıkıyordum ki asansörden biri kadın, biri erkek iki kişi ile beraber bıyıklı indi. Önce kadın konuştu: “Lütfen balkondan halı silkitmeyin. Bütün balkonum toz içinde, siliyorum siliyorum gene oluyor. Yalnız toz da değil, ekmek kırıntıları, sigara külü, iplik parçaları…” “İplik mi? Hanımefendi ben halı silkelemiyorum ki balkondan.” Yanındaki adam kocası olmalıydı. Bu sefer o karıştı söze: “Nereden silkeliyorsunuz o zaman?” “Hiçbir yerden silkelemiyorum.” “Ama olmaz ki, bir de inkâr ediyorsunuz. Bizim balkon dize kadar toz. Nereden geliyor bunlar? Tabii ki sizden geliyor.

Kızları rahatsız ettiğiniz yetmiyormuş gibi etrafı da kirletiyorsunuz.” Bıyıklıya baktım, memnun görünüyordu. Kadın henüz kapatamadığım kapının aralığından duvarlarımı gördü. “Gazete mi onlar?” “Kitap sayfaları.” “Al işte,” dedi kocasına doğru kırıtarak. “Normal değil bu çocuk.” “Fazla oldunuz ama. Ben ne kızları rahatsız ediyorum ne de halı silkeliyorum. Bu adam söyledi değil mi onu? Ne diye benimle uğraşıyorsunuz ki?” Kadın duramadı: “Ay bana bak, hadi gençsin aklın kesmiyor diyelim. Ama ben senin pisliğinle uğraşmak zorunda değilim.” Kadın gerdanını şişirerek ve gözlerini devirerek geri çekildi. Kocası da sert sert bakıyordu. Bıyıklı devam etti: “Arkadaşım akıllı ol diyoruz, olmuyorsun. Karımız, kızımız var diyoruz, anlamıyorsun. Balkon toz oluyormuş, yapma diyoruz, dinlemiyorsun.

İlla kötü mü konuşmak lazım?” Kendimi kontrol edemedim: “Konuşmadın mı zaten düdük!” Sigortam atmıştı. Alnımda bir damar seğirmeye başladı. Çaresizdim. Karşımda sebepsiz yere bana eften püften iftiralar atan angutlara maruz kalmıştım. Elim ayağım boşalıverdi bir an. “Sen bekle burada,” diye kapıma yöneldim. “Sen bekle burada.” İşaret parmağımı kıracakmış gibi sallıyordum. Sonunda ben de otoparkta kavga eden adama dönüşmüştüm işte. “Bekliyorum hadi, bekliyorum,” dedi gözlerini belerterek. Kayış kopmuştu. Hangi ser, hangi uçurum beni yıldıracaktı bilmiyordum. İçeri girdim, doğruca mutfağa koştum. Oklavaya kilitlenmiştim. Beni öyle aranır görünce ilk hamleyi yapabilmek için içeri daldı.

Hemen buzdolabının kapağını açıp içindeki elmaları adama fırlatmaya başladım. Ne olduğunu şaşırdı önce; eğiliyor, büzülüyor, elmalara hedef olmamaya çalışıyordu. Elmalar bitince bir kâse yoğurdu fırlattım üzerine. Kafasına değen yoğurt kabı şlop diye sahanlığa yayıldı. Saçı yoğurt olmuştu. Bu sırada iyice yaklaştı. Kuduz köpek gibi üzerime atlayacakken kocaman yarım karpuzu kafasına indirdim. Ne olduğunu şaşıran adamın yüzüne, elime geçirdiğim anneannemden kalma büyük tahta kaşıkla vurdum. Yere düştü, burnu kanamaya başladı. Karpuzun kırmızısı kan kırmızısına karıştı. Kadın ve kocası bakakalmışlardı. Kadın, “Saldırdı, ana avrat küfretti, öldürecek,” diye çığlık atmaya başlayınca birkaç saniye içinde komşular, Başçavuş, Fatih filan açık kapıdan içeri doldu. Bıyıklı eliyle burnunu tutarak komşulara: “Görüyorsunuz, saldırdı bana, davacıyım, şikâyetçiyim, polis çağırın, gördünüz değil mi? Bu çocuk tekin değil demiştim, teröristlerden mektup gelmiyor mu buna? Anarşist! Hücre evi bu, arayın. Davacıyım!” diye feryat ediyordu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir