Daniel Pennac – Küçük Yazı Satıcısı

Ünce kafamdan bir cümle geçti: “Ölüm düz bir süreçtir.” Daha çok lngilizcede karşılaşmayı beklediğiniz kestirmeden açıklamalar türünden hir şey: ” Death is a straight on process ” . Dev, odama daldığında, kendi kendime bunu nerede okuduğumu soruyordum. Kapı daha arkasından çarpmaınıştı ki adam üzerime abanmıştı bile: “Malaussene siz misiniz?” Etrafında yaklaşık şekliyle uçsuz bucaksız bir iskelet. Topuz gibi kemikler ve kocaman burnu n hizasından fışkıran bir saç ormanı. “Benjamin Malaussene siz misiniz?” Çalışma masamın üzerine bir yay gibi eğilmiş, kocaman ellerini de kolluklara boğarcasına yapıştırmış olduğundan, koltuğuma hapsetmişti beni. Kişileşmiş ıarihöncesi. Arkalığıma yapışmıştım, kafam omuzlarıma gömülmüştü ve benim ben olup olmadığımı söyleyebilecek halde değildim. Sadece kendi kendime o cümleyi nerede okuduğumu soruyordum: “Ölüm düz bir süreçtir.” İngilizce miydi, Fransızca mı, çeviri miydi diye … O an bizi hizaya getirıni’ye karar verdi: bir böğür darbesiyle bizi, beni ve koltuğumu yerden söktüğü gibi, tam karşısına, çalışma masamın üstüne bırakıverdi. Bu konumda bile kafa farkıyla duruma hakim olmaya devam ediyordu. Fırça gibi kaşlarının arasından yaban domuzu gözleriyle, sanki içinde anahtarlarını kaybetmiş gibi bilineimi didik didik ediyordu. “İnsanlara eziyet etmek hoşunuza mı gidiyor?” Korkutucu olmak isteyen kederli bir vurguya sahip, tuhaf biçimde çocuksu bir sesi vardı.


“Öyle mi?” Ve ben, tepedeki tahtı mda, şu lanet cümleden başka bir şey düşünem(;z bir halde. Güzel bile değil. Taklit. Belki de Amerikancaya özenen bir Fransız. Nerede okudum ben bunu? “Gelip ağzınızı burnunuzu kırmalarından hiç korkmaz mısınız siz?” Kollan titremeye başlamıştı. Koltuğumun kol dayama yerlerine büıün vücudundan, yer sarsıntılarını önceden haber veren gümbür gümbür davul seslerini andıran bir titreşim yayılmaktaydı. ll Felaketi başlatan telefonun sesi oldu. Telefon çaldı. Günümüz telefonlarının o akıcı, hoş iniş çıkışlı sesleri, hafızalı telefonlar, programlı telefonlar, herkes için müdürlere layık, şık telefonlar… Telefon devi n yumruğunun altında patladı. “Kapat şu çeneni !” Yukarıda, hattın öbür ucunda, bu topuz darbesiyle beline kadar döşemenin içine gömülen patroniçem Kraliçe Zabo’nun hayalini görür gibi oldum. Bunun üzerine dev, benim güzelim yarı antika lambamı kaptığı gibi egzotik ahşap kısmını dizinin üstünde parçalarlıktan soııra sordu: “Birinin çıkıp da büronuzda ne var ne yok un ufak edeceği hiç aklınıza gelmedi mi?” Bu, hareketin sözden önce geldiği, öfkesi burnunda cinsinden biriydi. Ben cevabımı vermeden, lambanın ayağı, ilk geçmişindeki tropikal topuz işlevine yeniden kavuşarak bilgisayarın üstüne devrilince ekran soluk parçacıklar halinde dağılıverdi. Dünyanın belleğinde bir delik. Bu da yetmiyormuş gibi, benim dev, konsola öyle bir indirdi ki, hava nesnelerin ilk karmaşasını temsil eden simgelerle doldu taştı. Aman Tanrım, onu bırakacak olsam bal gibi de tarih öncesini boylayacaktık. Artık benimle ilgilenmez olmuştu. Miicon’un, sekreter hanım ın masasını devirmiş, içi tıklım tıkış ataşlar, tamponlar ve tırnak cilalarıyla dolu bir çekmeceyi bir tekmede sa vurup iki pencerenin arasına ezilmeye göndermişti.

Sonra kurşun! u yanm küresiyle eliili yıllardan beri zarafetle salınan ayaklı küllüğü kapıp yöntemli biçimde karşıdaki kitaplığa saldırdı. Hırsını kitaplardan alıyordu. Kurşun ayak korkunç tahribat yapmaktaydı. Bu adamda ilkel silahiara karşı içgüdüsel bir eğilim vardı. İndirdiği her darbede, bir küçük çocuk inlemesi kopanyordu, hani şu tutku suçlarının özgün müziği olması gereken güçsüzlük çığlıklarından biri: bir maymun gibi salya sümük ağlayarak karımın kafasını duvara çarpıyorum. Kitaplar havalanıyor, ölü olarak yere düşüyor! ardı. Kıyımı durdurmanın seksen sekiz yolu yoktu. Kalktım. Miicon’un daha önceki huysuzluklarımı (aziz patroniçemin, baskıyı altı gün geciktirdiler diye, altı matbaacıdan oluşan bir ekibi kapıya koyması) yumuşatıp beni avutmak için getirdiği kahve tepsisini iki elimle tuttuğum gibi üstünde ne varsa hepsini, Kraliçe Zaho’nun en güzel ciltlerini sergilediği camekiinlı kitaplığa doğru salladım. Boş fıncanlar, yarı yarıya dolu kahvedenlik, gümüş tepsi ve cam parçacıkları, ötekini, kül tablasını başının üzerine kaldırrnışken taş kesilip bana 12 doğru döndürecek miktarda patırtı çıkannaya yetti. “Ne yapıyorsunuz?” “Sizin gibi yapıyorum, iletişim kuruyorum.” Ve son doğum günümde Clara’nın bana armağan ettiği kristal kağıt ağırlığını kafasının üzerinden fırlattım. Hafiften Julius’u andıran (bağışla Clara, bağışla Julius) bir köpek başı biçimindeki kağıt ağırlığı, tıpkı tıugünkü gibi herkesin herkesle hesaplaşmak için kağıtlara ihtiyacı olduğu bir devirde Talion Yayınevi nin gizli kurucusu olan yaşlı Talleyrand-Perigord’un suratını parçaladı. “Haklısınız,” dedim, “insan dünyayı değiştiremiyorsa, dekoru değiştirmeli.” Elindeki kül tablasını ayaklarının dibine bırakıverdi.

Ve olması gereken nihayet oldu: adam hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hıçk.ınklar onu çökertti. Şimdi artık tabanına basılınca parçalarına ayrılan şu tahta kuklalardan birine benziyordu. “Buraya gelin.” Koltuk hala yazı masamın üzeri nde, tekrar koltuğuma oturdum. Sendeleyerek yanıma yaklaştı. Adem elması, üzüntüsünü atabilmek için boynundaki kablolar arasında inanılmaz yolculuklar yapıyordu. Ben bu acıyı bilirdim. Bu ilk kez olmuyordu. “Daha yak.ına gelin.” iki-üç adım atınca benimle aynı hizaya geldi. Yüzünden yaşlar süzülüyordu. Saçlan bile gözyaşlarıyla ıslanmıştı.

“Özür dilerim,” dedi. Sıkılı yumruklanyla yüzünü sildi. Pannak boğumlan tüylü tüylüydü. Elimi ensesine koydum ve başını omzuma doğru çektim. Yarım saniye kadarlık bir direniş ve sonra her şey koy verildi. Bir elimle başını omuz çukurumda tutuyor, ötekiyle saçlarını okşuyordum. Annem bunu çok iyi yapardı, benim de bunu yaparnamam için hiçbir neden yoktu. Kapı açıldı, sekreter Macôn’la, bir altmış sekiz boyunda, cocker gözlü, Fred Astaire bacaklı ve bütün bir başkentin açık farkla en iyi Çin edebiyatı uzmanı olan Senegaili arkadaşım Loussa de Casamance göründüler. Görülecek ne varsa gördüler: Masasında otunnuş, bir yıkıntı alanında ayakta duran bir devi teselli eden edebiyat direktörü. Macon’un bakışları dehşet içinde zarar tesbiti yapıyor, Loussa’nınkilerse yardıma ihtiyacım olup olmadığını soruyordu. Elimin tersiyle onlara çekilmelerini işaret ettim. Kapı bir esintiyle kapandı. Dev hala hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözyaşları boynurndan akıyor13 du, belime kadar ıslanmıştım. Doya doya ağlasındı, hiç acelem yoktu benim.

Teselli edicinin sabn kendisinin de sıklntıları olmasından ileri gelir. Ağla dostum, hepimiz bumumuza kadar boka batmış durumdayız, bundan daha fazla batamayız ya. Ve o gömleğimin yakasına boşalırken, ben en sevdiğim kız kardeşim Clara’nın nişanlanmasını düşündüm: “Üzgün durma Benjamin, Clarence bir melek.” Clarence … insanın ismi nasıl Clarence olur? “Altmış yaşında bir melek, sevgilim, yaşı seninkinin üç katı.” Küçük kız kardeşimin o kadife gülüşü: “Ben çifte bir keşifte bulundum, Benjamin, meleklerin cinsiyeti var, yaşları yok. -Gene de sevgili Klarinetciğim, gene de, hapishane müdürü bir melek o … – Ama hapishanesini cennete çeviriyor, Benjamin, bunu unutma!” Aşık kadıniann her şeye bir cevaplan vardır ve ağabeyler dertleriyle kala kalırlar. En sevdiğim kız kardeşim yan n bir koctes şefiyle evleniyor. İşte o kadar. Hiç de fena değil, değil mi? Buna bir de annemin birkaç ay önce bir ay n asızia çekip gittiği, o gün bugündür bir telefon bile ederneyecek kadar sevdalı olduğu eklenirse ortaya oldukça hoş bir Malaussene ailesi portresi çıkıyor. Öteki erkek ve kız kardeşlerden bahsetmiyorum bile: Yıldız falına meraklı Th�rese, okulunu ateşe veren Jeremy, en küçük karabasanı bile gerçeğe dönüşen pembe gözlüklü Ufaklık ve aynı adı taşıyan savaş gibi, doğduğu ilk saniyeden beri zırtayıp duran, son numara klz kardeş Verdun … Ya sen, ağlayan dev, sen nasıl bir ailedensin? Belki de ailen yok, her şeyini kalemine bağladın, doğru mu? Biraz sakinleşmişti. Bundan yararlanıp cevabını bildiğim soruyu sordum: “Müsveddeleriniz reddedildi, değil mi?” “Altıncı defadır.” “Hep aynısı mı?” Nihayet omuzumdan söküp aldığı başıyla yeniden evet. Sonra pek yavaş bir sallama. “O kadar çok çalışmıştım ki üzerinde tekrar tekrar, bir bilseniz, artık ezbere biliyorum.” “İsminiz nedir?” İsmini söyledi ve anında Kraliçe Zaho’nun söz konusu müsveddeyi yorumlarkenki şen şakrak kafası gözümün önünde beliriverdi : “””Merhamet! diye hıçk.

ırdı katıla katıla’ gibisinden cümleler yazan ya da Galeries Lafayettes’e Farfouillettes diyerek mizah yaptığını sanan ve bunu altı yıl boyunca, itlah olmaz bir şekilde üst üste altı defa gönderen biri hangi doğum öncesi hastalıktan rahatsızdır, Malaussene, söyleyebilir misiniz bana?” Yaşamın, o bir deri bir kemik vücuduna yerleştirdİğİ ko14 ca kafasını sallamış ve özel bir küfürmüş gibi tekrarlamıştı: ‘”Merfuımet! diye hıçkırdı katıla katıla’ … Ve neden şöyle değil : ‘Günaydın, diye girdi içeri’ ya da ‘Hoşça kal, diyerek odadan çıktı”‘, ve tam on dakika göz kamaştıncı çeşitlernelere kaptırmıştı kendini, çünkü yetenek değildi onda eksik olan … Sözün k.ısası, müsveddeler okunmadan geri gönderilmişti, red cevabının altına imzayı ben atmıştım ve oğlan büromu yangın yerine çevirdikten sonra kollanmda kederden ölecek hale gelmişti. “Okumadınız bile, öyle değil mi? 36., 1 23. ve 247. sayfaları ters koymuştum, hala o durumdalar.” Klasik … Biz ötekilerin, yayıncıların, ne kadar uyanık olursak olalım, hala bu nurnaraya takılması ! Ne cevap vereceksin bakalım, Benjamin? Ne cevap vereceksin bu herife? Çocukça bir saçmalık abidesi üzerinde didinip durduğunu mu? Ve sen ne zamandır olgunluğa inanıyorsun Benjamin? Buna inandı�ım falan yok, lanet olsun, ben sadece yazı makinesinin çocukça işler için felaket olduğunu, beyaz kağıdın enayiliğin kefeni olduğunu ve bu ıapon malı Kraliçe Zabo’ya satabilecek olanın daha anasından do�madı�ını biliyorum. Bu kadın müsvedde öğütücüsü, onu gerçekten zırlatan tek bir şey var şu dünyada: hikaye dilek kipinin kurban edilmesi. O halde ötekine, şu deve ne tavsiye edeceksin, sulu boyaya başlamasını mı? Iyi fikir, söyle söyle de mobilyanın geri kalanını da havaya fırlaııversin … Adam tam ıamına ellisini devirmiş, bu da en azından otuz yılını tamamen edebiyata vermiş demek oluyor, kalemlerinin tüylerini yolmaya kalkmayın, bu heriflerin yapmayacağı şey yoktur! O zaman ben de verebileceğim tek kararı verdim. Şöyle dedim ona: “Gelin benimle.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir