Daniel Pennac – Tesekkur Ederim

Tiyatrodayız, o sahnede, biz salondayız. Perde açıldığında, yüzü, tam karşımızda bulunan salonda kendisini çılgınca alkışlayanlara dönüktür; sırtını, projektörlerin göz kamaştırıcı huzmeleri ortasında, ışık içine oyulmuş bir gölge olarak görürüz. Öbür salonda kendisini hararetle alkışlayanlara teşekkür etmektedir. Bağırır: “Teşekkür ederim!” Smokin giymiştir. Küçük bir kırmızı lamba, başının üzerinde, çok yukarılarda yanıp sönmektedir. izleyicilerin coşkusu karşısında sesini duyurabilmek için ciğerlerini parçalamasına bağırır: “Teşekkürleeer!” İki eliyle kavradığı ödülü havaya kaldırmış, shaker sallar gibi sallamaktadır. “Teşekkür ederim!” Alkış sesleri ikiye katlanır. Onun teşekkürleri de ikiye katlanır. “Teşekkür ederim! Teşekkür ederim!” Gölgesi, giderek çiğleşen ışık altında alacalı bulacalı haleler oluşturmaktadır. Tepedeki kırmızı lamba yanıp sönmeyi sürdürür. Yaşa-var ol sesleri, ıslıklar, ayak tepmeler, müthiş alkışlar… O da karşılık verir: “Teşekkürler! Teşekkürler! Teşekkürler! Teşekkürler!” Ödül bayağı ağır olsa gerek ki, bir kolunu indirip ödülünü koltukaltına sıkıştırır. “Teşekkür ederim, siz gerçekten de… Çok teşekkür ederim…” Başı öne eğik, eli havada, kalabalığın coşkusunun dinmesini bekler. “Teşekkürler, bir şey… Teşekkür… Teşek…” Eliyle uğultuyu yatıştırmaya çalışır. “Lütfen, bir şey…” Eli öylece havada, kırmızı küçük lamba yanıp sönmeyi bırakana dek uzun süre kımıldamadan durur. Salonun coşkusu yatışır, ışığın gücü azalır.


“Lüt…” Yorgun gözükmektedir. Başı, kupanın ağırlığını taşıyan koluna doğru eğilmiştir. Yukarıdaki eli, düşmeye hazır gibidir. “Teşekkür ederim…” Işıklar kararır. Silueti, koyu karanlık içinde yitip gidene dek belirsizleşmeye başlarken, salona sessizlik çöker… Karanlık. Sessizlik. Yalnız tek tük öksürük sesleri ve koltuk gıcırtıları duyulmaktadır ve bu sesler, yavaş yavaş bizim öksürük seslerimize, oturduğumuz koltukların gıcırtısına dönüşür… 2 Sahnenin ışıkları yeniden yanar. O, projektörlerin çapraz ateşi altında, tam karşımızda, ayakta durmaktadır. Sözcüğün tam anlamıyla göz kamaştırıcıdır. Kolunu yavaşça indirir. Hem mutlu, hem de yorgun bir gülümsemeyle başını sallar. Son bir kez, “Teşekkür ederim,” der. Sanki her birimizle tek tek göz göze gelmektedir. “Siz gerçekten… Gerçekten, siz…” Boşta kalan eli mutluluk içeren bir çaresizliği ifade eder gibidir. Başını sevecenlikle sallar.

Projektörlerin gücü azalır. Işıklar yavaş yavaş sıcak, nerdeyse samimi bir hava oluşturur. “Bilemiyorum size nasıl…” Koltuğunun altındaki ödüle bakar. Hafifçe kaldırarak son bir kez daha bize gösterir. Sonra başını sağa çevirir. “Lütfen, birisi bunu benden…” Ödülü, almaya gelen kişiye uzatır. “Teşekkür ederim.” Uzaklaşan kişiyi gözleriyle izler. Bize doğru geri gelir. Gülümser. “Şerefin ağırlığı…” Belli belirsiz bir mimikle, o şeyin sonuçta hayli ağır olduğunu ifade etmektedir. “Hem de tam şimdi, iki elime birden ihtiyacım olacakken.” Sağ elini smokininin cebine daldırır. “Evet, doğal olarak, sizlere okuyacağım küçük bir…” Hareketini yarıda keser. “Tabii, eğer beni… belleğimin keskin olduğu zaman ödüllendirmiş olsaydınız… şeyimi yazmak zorunda kalmazdım.

Size doğaçlama, baştan sona sözlü ve yüzde yüz entelgüdüsel bir teşekkür söylevi verirdim! Ama bu… kaçınılmaz olarak… bugün… Sizin de takdir edebileceğiniz gibi…” Kendisini eski bir eşya gibi görmektedir. Gerçekten de, dünkü genç olmadığı ortadadır. Kaç yaşında olabilir ki? Kahkahayı basar. “Öte yandan, beni gençliğimde ‘yapıtlarımın tümü’ için ödüllendiremezdiniz!” Bir an bu konuyu düşünür, sonra fısıldamasına: “Yine de, neden olmasın? Bir parça öngörüyle….” Smokininin cebini karıştırırken bir şeyler geveler: “Tamam da, ben bu… şeyi nereye koydum?” Beklenmedik bir düşünceyle afallamışçasına elini ikinci kez geri çeker. “Onur, çok karmaşık bir konudur, bilirsiniz. Onur insanı onurlandırır kuşkusuz, ama… önemli olan o değildir. Önemli olan, bu işin kaç kişiyi sevindirdiğidir! Tabii, onurlandıran kişi dışındakileri kastediyorum…” Bir ara. “Örneğin, onur nişanı alma konusu…” Bizi sorgular: “İçinizden kaç kişi, bu yıl bir nişan almak için aday gösterildi?” Birkaç saniye boyunca suskunluğumuzu dinledikten sonra: “Hımm? Peki, aramızda kalacak…” Başını anlayışla sallar. “Evet, tabii, onurlandırılmanın utancı… biliyorum.” Bizlere acıyan gözlerle bakar. “Şu anda, burada, benim yerimde olsaydınız, neler hissedebileceğinizi sizlere anlatsam… Ne dersiniz!” Bir ara. “İşte bu noktada yanılıyorsunuz!” Ve bir şeyi ispatlama çabasına girer. Düşünceleri birbirini izledikçe, coşar: “Verilen nişanları, onurlandırılmayı, takılan defne yapraklarını, taçları, ödülleri, en mütevazısından en saygınına dek hepsini kabul etmek gerekir. Bırakın, bir yılbaşı ağacı gibi süslesinler sizi.

Her şey pırıl pırıl olsun, çın çın etsin!” İlk sıralarda oturan bir izleyicinin tanıklığına başvurur: “Bu nişanı kabul edin beyefendi, Tanrı aşkına alıverin! Herkesi sevindirirsiniz, öncelikle, size bunu vereni: sıradan sürünün içinden sizi bulup çıkaran, böylece, keşfetme görevini yerine getirerek cumhuriyetimizin insan hâzinesini zenginleştiren, mutlu olan pek sayın bakanı! Sonra, sizi onurlandırmakla onurlanan, kıdemlisi olmaktan mutluluk duyduğu bu çok seçkin kulübün üyeleri arasına hoş geldiniz derken, gururla madalyayı göğsünüze iliştirecek olan kişiyi sevindireceksiniz. Sizi sevenleri de sevindireceksiniz, elbette: Eşinize, çocuklarınıza ve dostlarınıza bahşettiğiniz o sevinç! Özellikle de anne ve babanıza! Yaşlı babanızın ulusal onur defterine yazılan soyadı! Bir düşünsenize! Hele hele düşmanlarınız! En fazla mutluluk duyacaklar arasında başı çekenler onlar olacak, özellikle de en azılı düşmanlarınız!” Açıklama: “Seslerini buradan duyar gibiyim: ‘Ne kadar da hevesli olduğunu size söylememiş miydim?’, ‘Daha çocukken iyi not almayı severdi bu amcık!’, ‘Tam bir göt yalayıcıdır!’ Düşmanlarınızın ruhunu saran o sevinç dalgası! ‘Barutu icat etmedi ya, canım…’ , ‘Zaten bu nedenle ödüllendiriliyor ya!’, ‘Hem sonra, paslaşmayı da oldum olası iyi bilir…’, ‘Evet, şimdi sıra bende…’” Mimiklerle bir mide bulantısı ifade eder: “ … ‘pas versene!’ Tanrım, neydi o sayenizde ziyafetleri! Neydi o attığı alçakgönüllü havaları… teşekkür konuşmasını duydun mu? Televizyonda suratını gördün mü?’, ‘Sapına kadar sahtekârdır, kerata!”’ Memnuniyetle: “Belki de birkaç kişinin yeniden barışmasına, ya da bir gönül ilişkisinin başlamasına neden olmuşsunuzdur, kim bilir?” Bizleri bakışlarıyla sorgular. “İçtenlikle söyleyin… Yaşamınız boyunca, insanları bu kadar mutlu ettiğiniz, bu kadar gönül birliği sağladığınız başka bir an bulun bakalım bana, içtenlikle söyleyin. Bir tek an!” Bir duraksama. “Gördünüz mü… yok işte.” Kalabalık içinden seçtiği o izleyiciye geri dönerek: “Bu nişanı reddetmeye hakkınız yok, Beyefendi.” Yüreklendirerek: “Yeteneklerinizin ne olduğu konusu hiç önemli değil…” Sözlerini geri alırcasına: “Yok hayır, özür dilerim, azıcık düşününce, hayır, yeteneklerinizi öyle hafife alamayız… Yetenek vardır, yetenek vardır… Burada söz konusu olan, sizin… gerçek yetenekleriniz değil. Bu yetenekler sizin doğanızda var zaten… ve herkesin bilmesini de herhalde pek istemezsiniz… Hatta, bu yeteneklerin belki de tam olarak bilincinde bile değilsinizdir… Hayır, önemli olan sizin hayali yeteneklerinizdir; gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan, kendinize bile bile yakıştırdıklarınızda ve işte bu yetenekleri ödüllendirmek gerekir. Hem de hemen! Acilen! Yoksa, yarın neler olacağını kim bilir?” Bir örnek arar. “Hitler’i ele alın…” Hitler’in “örnek alınmasını” bekler. “Sıradan bir ressam, ama resimde bir deha olduğundan emin; çocukken oynadığı üç küpü üst üste koyabilecek kadar anlıyor mimarlıktan ama, bu dalda başarılı olduğuna inanıyor… Ödüllendirilmesi gerekirdi! Ânında! İlk suluboya lekeleri daha kurumadan, yapıtlarının tümü ödüllendirilmeliydi! Ressamlığı, mimarlığı, hepsi! Üstelik, bunu herkesin bilmesi gerekirdi! Dünya çapında bir ödül! Evrensel bir podyuma çıkmak ve yörüngeye girmek! Bu bize, 42 milyon canı… bağışlardı! Hiç de yabana atılamayacak bir… tasarruf olurdu.” Bir ara. “Bildiğim kadarıyla…” Sağ tarafa, kendisini ödüllendiren jürinin oturuyor olması gereken yere, uzun uzun bakar. “Hiçbir jürinin hiçbir üyesi, Tarih mahkemesinde yargılanmamıştır!” Gözlerini jüriden ayırmadan bize yönelir. “Beni ödüllendirmeselerdi, gelecekte neler yapmaya muktedir olabileceğimi kim bilebilirdi ki?” Ödülünü gösterme pozu yapar.

3 Gözlerini yavaşça jüriden ayırır ve elini smokininin cebine daldırır. Evet. Şimdi sizlere… şeyimi okumanın zamanı geldi.” Hareketini yarıda keser. Gözlerinde suçlu bir ifadeyle bize bakar. “Ne yaptığımı biliyor musunuz?” Bir ara. “Beni tüm… şeylerim için ödüllendireceklerini öğrendiğim gün, ne yaptığımı biliyor musunuz?” Yüzünde utangaç bir gülümseme belirir. “Ödül törenlerinin birinden ötekine, koştum durdum! Başıyla, utanarak doğrular. “Teşekkür konuşmalarını dinlemek için! Bu alışık olduğum bir şey değil. Yalnızlık, sessizlik ve tam bir ilgisizlik -yani bana öyle geliyordu- içinde yaratmakla geçen onlarca yıl, ve ardından, ansızın geliveren bu saygın ödül… hazırlanacak zamanım olmadı… Ben de, gidip bilgi topladım. On beş kadar festivale gittim. Palmiyelerin, Cesarların, Oscarların, Ayıların, Aslanların, tüm yapıtları için ödüllendirilmiş ya da bir gün ödüllendirilecek olan sanatçılar tarafından tasarlanmış birçok boktan… pardon, altından heykelciğin verilişini gördüm. Bienalleri, edebiyat ödül törenlerini -hepsini değil elbette, Fransız peynir çeşitlerinden daha fazladır sayıları- nişan takma ve tabii ki her tür taç giyme törenini izledim. Çok alkışladım. Çok dinledim, gözlemledim, çook… Not tuttum.

Bütün bunlardan, teşekkür konuşmasının başlı başına bir tür olduğu sonucuna vardım.” Bir ara. Eğitici bir ifadeyle: “Bütün türler gibi, teşekkür konuşmasının da uymak zorunda olduğu bazı kurallar var. Dolambaçlı yoldan söyleyecek olursak, merkezkaç bir türdür. Su birikintisine atılan taş misali, teşekkür konuşması da daireler oluşturur… giderek daha… genişleyen… giderek merkezden uzaklaşan… merkezkaç daireler.” Elleriyle, giriştiği ispatlamayı belirgin kılmaya çabalar. “Ödül kazanan kişi, önce ilk daireye teşekkür eder: önemli kişilere, önde gelenlere, onlar olmasa ödülü kazanamayacağı jüriye; sonra ikinci daireye: burada toplananlara, yani bu akşam benim adıma sevinme kibarlığını gösterdiğiniz için çok teşekkür borçlu olduğum sizlere, beni gerçekten… ardından da üçüncü daireye: yapıtının, onlarsız var olamayacağı ‘ekibine’: ‘Özellikle çalışma arkadaşlarıma teşekkür etmeyi bir…’, ‘…emeği geçen herkese…’, ‘onlar olmasa…’, ‘Onlara armağan ediyorum bu…’” Görünmez bir ödülü havaya kaldırır. “Ödüllendirilen birinin çalışma arkadaşlarına teşekkür etmemesi çok enderdir.” Küçük bir parantez. “Bakanlardan ayrıldığımız nokta da budur işte. Bir bakan, asla ekibi adına konuşmaz: ‘Ben, Maliye-İçişleri, Adalet, Milli Eğitim ya da Kültür Bakanlığına geldiğimden beri… olmasına çalıştım… için savaştım… ayrıca, genel müdürlerime, bana… Ve öğrenir öğrenmez, gerekli kararı aldım.’” Bir ara. “Bir bakan, birinin kendini kutlamasını beklemez; kendi kendini kutlar. Dilbilgisi açısından, kutlamak fiilinin doğrudan birinci tekil şahsa dönük kullanılması, yani kendi kendini kutlamak -ve sadece birinci tekil şahısta- yalnızca bakanlara özgüdür. ‘Ve bundan dolayı kendimi kutluyorum!”’ Konudan uzaklaştığının farkına varır.

“Özür dilerim.” Esas konuya geri dönerek: “Yani teşekkür konuşmaları, hep aynı sırayı izler: jüri, salondakiler, çalışma arkadaşları… ya da jüri, çalışma arkadaşları ve salondakiler… ama baştaki üçlü hep aynıdır. Sonra sıra diğer dairelere, ödüllendirilenin zamanı yeterse… ki asla yetmez, en uzaktaki dış dairelere gelir.” Düşünceli bir tavırla yeniden başlar: “Merkezkaç bir türdür… evet…” Eliyle tarif eder. Düşünceli: “Aslında, biraz düşününce, çok tuhaftır… Çünkü, en yakın daireler, bu durumda bize en az yakın olan insanlardan oluşur.” Bu bilginin içimize sinmesi için zaman tanır. “Benim konumumu ele alın… Jüri üyelerinin…” Sağa doğru, belirgin bir ısrarla bakmaktadır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir