David Le Breton – Acının Antropolojisi

İnsanların aynı yaralara ya da rahatsızlıklara karşı tepkileri sosyal ve kültürel durumlarına ve özel koşullarına göre farklılık gösterir. Duyarlık eşikleri aynı değildir. Acıya karşı tavır asla sabit değildir, kendi içinde bir güç taşır, mümkündür ama kesin değildir. Kimi zaman çok kesin direnişlerin ya da tersine beklenmedik zayıflıkların belirtisidir ama özel durumlara özgü değişiklikler de gösterir. Bu sosyal, kültürel, kişisel hatta ortama bağlı değişikliklerin açıklanması için anatomi ve fizyoloji yeterli değildir. Acıyla mahrem ilişki acının bireyi etkilediği anda içerdiği anlama bağlıdır. Sıkıntı çeken insan fizyolojik tipte kişisel değişmelere itaat eden özel bir oıgarun pasif merkezi konumunda değildir. İnsanın kendi kültürünü sahiplenme biçimi, kendine ait değerler, dünyayla ilişkisinin üslubu endişe ve sıkıntılarını belirleyen dokudur. Acı her şeyden önce bir durum olgusudur. Deneyim, sözgelimi hastanın rahatlaması ve huzura kavuşmasında bütünüyle mesleki de olsa çevrenin önemini gösterir. Geçici tedavi servislerindeki görevliler dostça birkaç sözcüğün ya da alna dokunmanın, hastanın başucunda durmanın yeterli olmasa da en etkili sakinleştiriciler olduklarını bilirler. Acı hiç kuşkusuz mahrem bir olgudur ama aynı zamanda da sosyal, kültürel bir olgudur ve ilişkilere de bağlıdır, bir eğitimin meyvesidir. Toplumsal ilişkiden kaçması söz konusu olamaz. Aristoteles geleneği içinde, acı, uzun süre heyecanın özel bir biçimi gibi kabul edilmiştir (Nikomakhos’a Ahlak Dersleri, Kitap II). Mahremiyetine dokunulmuş insanın bir ölçüşüydü.


9 Daha sonra mekanist felsefe, özellikle Descartes’la birlikte acıyı bedensel işleyişin ürettiği bir duyum gibi tanımlamıştır. O dönemde insanın, kendi acısını oluşturmadaki payı belli değildi ve acı tamamen duyuların aşırı uyarılmasının bir sonucu olan mekanik bir doyum etkisi gibi görülüyordu. Biyolojinin, acı etkisinin “mekanizması”nı irdelemek, bir uyarının kökenini, güzergâhını ve varış noktasını nesnel bir biçimde betimleme gibi bir ayrıcalığı vardı. Psikoloji ya da felsefe acıyla ilgili anekdotları yani bu bağlamda bireyin öznel duygularım dile getiriyorlardı. Bu teori özel ileticiler sayesinde, uyarılan bir siniri doğrudan doğruya beyindeki bir acı merkezine ulaştıran ve deri yoluyla algılayan özel bir sistem düşüncesine ulaşıyordu. Bir sinir ve beyin mekaniği acı uyarısını taşıyor ve tutuyordu; insan ise, sadece “beden makinesi”nin söz konusu olduğu bir yerde ikincil hatta ihmal edilen bir hipotezdi. Bununla birlikte bedene yönelik duyumları anlayabilmek için bunların varlık nedenini bireyin bedeninde değil kişisel yaşamının tüm karmaşıklığı içinde kendisinde aramak gerekir. Bu bağlamda deneyimin öngördüğü olguların tümü imkânsız gözüküyordu. Freud ve Breuer, histeri sıkıntılarında devreye giren bilinçdışı mantığını göstermeye çalışırken yayınladıkları Histeri üstüne incelemeler (1895) adlı yapıtlarında bütünüyle nörolojik bu yaklaşıma ilk darbeyi vuruyorlar ve kendilerine göre insanın sadece sinirlerden oluşmadığını ya da beynin özerk biyolojik etkinliğinin ilgisiz bir eklentisi olmadığını hatırlatıyorlardı. Acının duyumların aşırı uyarılmasının, organların normal işleyişinin sınırlarını aşan aşırı bir yükün sonucu olan özel bir durum olduğu düşünülmüyor bugün artık. Acı bir duyuyu etkileyen ve bireyin, dünyaya bakışı bağlamında, kendisine yararlı bilgi veren bir duyum gibi etki etmez. Dış nesnelerin içinde bulunan, kendisine özgü bir organ tarafından kavranabilecek bir nitelik değildir. Çok çok, kimi zaman, derinin kesen ya da yakan bir objeyle temas etmesi olgusunda olduğu gibi du10 yumsal bir izlenimle birlikte ortaya çıkar ama onun ayrılmaz bir parçası değildir. Hiçbir duyu organı acının kaydedilmesi konusunda uzman değildir.” Acı bir işlev değildir, bir işlevin hasar görmesidir” 1 diyor J.

Sarano. Tümüyle duyumsal olan bu acı kavramı açıklayamadığı duygusal boyutu uzun süre dışlamıştır. Melzack ve VVall’ın son derece bereketli kuramı gibi çağdaş çalışmalar acı olgusunun karmaşıklığını teslim ediyorlar.2 Acı merkezi ve hissedilen acı arasında birçok ara konak vardır. Bu süzgeçler acının yoğunluğunu artırır ya da azaltırlar. Acının girdiği yol, geçtiği yerlerde onu yavaşlatır, azaltır ya da azdırır. Öteki duyumsal algılar da ona karşılık verirler ve onu değiştirmeye (sıcaklık, soğuk, masaj vb) katkıda bulunurlar. Bazı koşullar (yoğunlaşma, rahatlama, oyalanma vb) ket vururlar ona. Bazıları ise (korku, yorgunluk, kasılma vb) yayılmasını hızlandırırlar. Sıkıntı vermeyen yani bireyin bilincinde fizyolojik bir olgu kaymasını yansıtmayan acı yoktur. Hiç kuşkusuz yetersiz ve çok fazla ayrıntıya girmesi tartışmalara yol açan bir tanım da International Association for the study ofpain’in (IASP) tanımıdır: Acı “hoş olmayan bir duyumdur ve gerçek ya da potansiyel veya bu sözcüklerle tanımlanmış bir darbeye tepki olarak gelen duygusal bir deneyimdir.”3 Acı veren bir uyarı (sensory pain) kişisel bir algı (suffering pain) içerir.4 Her acı manevi bir yara açar, bireyin dünyayla ilişkisine bir saldırıdır. Lobotomi acının duygusal unsurunu saf dışı eder, acıyı bir tasarım durumuna getirir. Birey acınm duyumsal hayalini hisseder ama verdiği sıkıntıyı hissetmez.

Dayanılmaz uyarılara maruz kalan insanlarla deney yapma bağlamında hipnozdan ağrı kesici gibi yararlanan başka çalışmalar göstermiştir ki acı hissi birey tarafından algılanır ama sensory pain suffering pain den kurtuluyormuş gibi ayrı ve kopuk olarak algılanır bu acı. Dolayısıyla hissedilen acı basit, duyumsal bir akış ya da yükseliş değil, her şeyden önce bireyin dünyayla ilişkisi sorununu ve dünyayla ilgili deneyimini sorgulayan bir algıdır. Öteki algıların antroıı polojik koşullarından kaçamaz. Eşzamanlı olarak algılanır ve değerlendirilir, anlam ve değer terimlerine entegre edilir. Asla sadece fizyolojik değildir, bir simgeye bağlıdır. Acı organizmanın savunulmasının karmaşık bir yansımasıdır. Onu hissedemeyen insani varlık müthiş kırılgandır. Fizik bütünlüğü tehdit eden tehlikeleri açık seçik ve çok zahmetli biçimde öğrenmek zorunda kalır. Doğuştan böyle bir yeteneğe sahip olmayan insanlar bunun gerekliliğine tanıklık ederler: Ağır yaralı oldukları halde hiçbir şey hissetmezler, farkında olmadan ağızlarını ya da dillerini ısırırlar, kalemle yanaklarını delerler ya da yemek yemeyi bırakmadan dişlerini kırarlar, bir yerlerini yakarlar, hiçbir şey hissetmeden derilerini yüzerler, bir uzuvlarını kırarlar ve ayağa kalkmaya çalışırlar. Acıya karşı doğuştan duyarsızlık bireyi çevrenin gizlediği tüm tehlikelere maruz bırakan bir sakatlıktır: Kapıya sıkıştırılmış parmaktan kaynar bir sıvı içmeye, ciddi tehlikeleri olan bir düşmeden bir içorgan patalojisine karşı hiçbir tepki göstermeme durumuna… vb. Bu durum, üstelik bireyin, zedelenmiş uzuvları ya da dokuları koruyan acıyı yatıştırıcı konumlar alabilmesini de engeller. 5 Cüzam, belirtilerinden biri acıyı hissetmeme olan bir hastalıktır. Cüzamlıları etkileyen uzuvlann uçlarının kaybedilmesi olgusu hastalığın zorunlu geçiş dönemlerinden biri değil sonucudur. Dokulan bozan acı belirtilerini hissedemeyen hastalar farkında olmadan ağır biçimde yaralanırlar ve büyük bir kayıtsızlık içinde dokuları zorlarlar. Bazı üçüncü dünya ülkelerinde fareler, geceleri uyanmadan ve kendilerini koruyamadan etlerini yerler.

6 Cüzamlılar kendilerini sakatlıklara karşı koruyabilmek için kendi bedenlerinin çevresindeki nesnelerin etkilerini gözleriyle denetlemek amacıyla her an uyanık olmayı öğrenirler. Görme ya da duyma, koruma işlevinde zaaf gösteren acının iç anlamının yerini tutarlar. insani bir dünyanın yani insanın eyleminin ulaşabileceği bir anlamlar ve değerler dünyasının oluşmasında acı hiç kuşkusuz temel bir veridir. Acı çekmeyen insanın eli kolu bağ12 lıdır, yakınlığı çoğu zaman mesafeli olan bir çevrenin etkisi altındadır bu insan. Acı, insanı, durumunu olumsuz etkileyen birçok tehditten korur, yarattığı doğrudan bir geri çekilme olgusuyla, bellekte bıraktığı ve daha açık seçik bir biçimde davranmaya götüren bir izle organizmayı korur. Acı kendi açısından uygunsuz her eylemi anında cezalandırarak çocuğun eğitiminin vektörüdür, insanın doğuştan kırılganlığını ödünleyen gerekli temkinliliği öğretir. Acı sıkıntı veren bir durumdur ama aynı zamanda da dünyanın kaçınılmaz zorluklarına ve acımasızlıklarına karşı çok önemli bir savunma aracıdır. Öte yandan sadece bir savunma işlevine uygun bir tanım içinde de yok olamaz. Daha şaşırtıcı ve beklenmedik özelliklere sahiptir ve kesinlikle hiçbir basit formülle tatmin olmaz. Ortaya çıkan ve tedavi edilmesi gereken bir hastalığı gösteren pusuladır ve bir yandan da kimi zaman insanın rahatça kaybolabileceği ve çok tehlikeli değişmeleri haber vermeyi unuttuğu kanşık yönleri gösteren, çekinilmesi gereken sayısız düzensizlik ve dengesizliğe boyun eğer. Acı, farklı kutuplara boyun eğen ve insana yardıma gelen uyanıklığı da şaşırtan ilginç bir pusuladır; yanan parmakta ya da ameliyat edilmiş veya bütünüyle alınmış bir uzuvda hayali olarak yayılır ve bir süre sonra öldürücü olacak olan bir kanserin gelişmesi sırasında susar. Ama insan makine olmadığı gibi acı da bir mekanizma değildir: Potansiyel bir koruma aracı olan acı ve insan arasında insanı dünyaya bağlayan ilişkinin zıtlığı ve karmaşıklığı vardır. Duyum değil bireysel bir algı yani bir anlam olduğundan, acının “caydırıcı anlamda”amaççı bir yorumu basit ve yetersizdir. M. Pradines acıda “motive edici bir iticiliğin, büyük olasılıkla tepki olan bir düzenin (çünkü bilincin yok olmasından hatta beyin zarının çıkarılmasından sonra bile etkilidir) ve iticilikle çok yakından ilintili, bilinçli olduğu söylenemeyecek duygusal bir durumun birleşmesiyle oluşan bir karmaşa” 7 görür.

İşte bu bağlamda acı basit, aşın, duyumsal bir mesajdan 13 ayrılır, insana birliği ve sürekliliği içinde saldırır ve kimi zaman da çökertir onu; yararlı bir “koruma özelliği”ne sahip gözükür ama çoğu zaman zayıf, engellenmiş ve sakatlanmıştır, çoğu zaman tedavi edilmesi gereken bir hastalık olur. Acılı bilinç acıya katıksız bir fizyolojik savunma statüsü verme eğilimini saf dışı eden fazlalıktır. René Leriche tüm “ağrı cerrahlığı” kariyeri boyunca acının, yararlı bir uyarı olarak kuşkulu meşruiyetiyle mücadele etmiştir. Şöyle diyor kendisi: “Hastalarla temas halinde yaşayan hekimler için acı sadece belirsiz, sıkıcı, gürültülü patırtılı, zor, çoğu zaman yok edilmesi zor ama genellikle teşhis için de değerlendirme için de çok önemli olmayan bir belirtidir. Çok az hastalığın habercisidir ve genellikle bazı hastalıklarla birlikte görüldüğünde yanıltıcı olur. Buna karşılık bazı kronik durumlarda hastalığın tümü gibi gözükür ve söz konusu hastalık bu acı olmadan olamaz.”8 Acı, yoluna, sözgelimi sinir ağrıları ya da hayali uzuvları etkileyen ağrılarda görüldüğü gibi insanın durumunu iyileştirecek hiçbir belirti vermeden hayatı işkence haline getirerek devam eden kaprisli bir belirtidir. Savunma tepkileri mi? Hayırlı belirtiler mi?” diye soruyor René Leriche.”Ama aslında en önemli hastalıkların çoğu belirti vermeden yerleşirler bedenimize… Ağn geldiğinde çok geçtir artık. Çözülme süreci güçlenmiştir. Eli kulağındadır. Acı uzun süre önce yitirmiş olduğumuz bir durumu daha kötü ve daha hüzünlü bir hale getirir sadece. Savunma tepkisi mi? Kime karşı ama? Neye karşı? Genellikle sadece öldürdüğünde acı veren kansere karşı mı? Zamanı geldiğinde hemen hemen hiç acı vermeyen tüberküloza karşı mı? Her zaman sinsice ilerleyen kalp hastalıklarına karşı mı?… Dolayısıyla yanlış hayırlı acı ya da ağrı düşüncelerini bırakmamız gerekir. Aslında acı insanı zayıflatan, daha fazla hasta eden uğursuz bir armağandır.”9 Hastalığın habercisi olan acı ya da ağrı bazı durumlarda hastalığı sonsuza kadar uzatır ve kendi amacı olur.

Hastalığa dönüşür. İnsandaki ikili bir ilişkidir, klinik araştırmalarını ve 14 özellikle bu acıları ve ağrıları çözebilecek ve ¿indirebilecek çareleri yoğunlaştırarak sabırla sorgulanması gerekir ama çoğu zaman gizlenir: İnsanı bütün derinliğiyle kapsar. Acı da ölüm gibi ortak bir yazgıdır, hiç kimse ondan kaçabileceğini iddia edemez. Hiç kimseyi unutmaz ve insan iradesine rağmen, yaşam sürerken farklı biçimler altında hizaya getirir insanı. Modernite acıda, tıbbın, gecikmeden ortadan kaldırması gereken bir arkaizm görse de insan her zaman kaçmaz ondan. Acının sosyal işlevleri de vardır ve gerçekten de çok farklı yönlere çekilebilen bir enstrümandır acı. Sözgelimi eski zaman Hıristiyanı acısını bağışlayarak İsa’nın kurban edilmesi dolayısıyla yükümlü olduğu borcunu öder. Bu durumda çekilen her acı, bir sevgi kanıtı, bir ibadettir. Hiç kuşkusuz acı ilişkisi değişmiştir ve Kilise günümüzde İsa’nın acılarını daha çok insanların sevgi gösterisi gibi görmektedir. İnanan insana haç yolu zorunluğu yüklenmemektedir artık. Yaşamak için mutlaka acı çekme gerekliliği birçok insanda, her türlü dinsel dünya görüşü dışında geçerlidir. Bu insanlar hastalıkların, başarısızlıkların, düş kırıklıklarının verdiği acılarla üzüntü içinde yaşarlar. Burada da yaşamayı sürdürme olanağı veren acı sayesinde bir borç ödenir. Doğuştan şanssız oldukları kabul edilen (ya da şanssızlıkların yakalarını hiç bırakmadığı) bu hastaları iyileştirmek davranışlarının bilinçsiz mantığı konusunda şu ya da bu biçimde aydınlatılmadıkları takdirde, onlara verilecek en iyi hizmet değildir her zaman. Acının öteki işlevleri klasiktir ve bireyler arasındaki güçler ayrılığından beslenir: Ceza, bedensel ceza, işkence vb.

insan yaşamında belli bir “kötülüğün sıradanlığı”nm ayrıcalıklı yollarıdır. Zorlamak, aşağılamak ya da yok etmek amacıyla ötekine acı çektirmek sanatının tükenmez yollan vardır. Bu bağlamda çektirilen acı tercih edilen araç, hatta öteki üstündeki iktidar arketipidir. Buna karşılık aynı zamanda bedene, geleneksel toplumların inceliklerini öğrenmeye başlamış acemilerin (inisiyeler) çok iyi bildikleri gibi bir cemaate yakınlığın ya da bağlılığın 15 belleğini kaydetmek için de yararlıdır. Bu durumda delikanlının statü değişikliği, fizik belirtilerin yansıttığı bedenindeki ve kimliğindeki sosyal yetkinlik de eşlik eder çekilen acıya. Geçiş ritleri çoğu zaman kararlılığı, karakter gücünü denemek için acılı deneyimlerdir. Acı insanı kendisinden koparması ve sınırlarıyla yüz yüze getirmesi anlamında kutsal bir yaradır. Ama kaprisli bir biçimdir bu bağlamda, ad koymanın mümkün olmadığı bir acımasızlıkla yakar. Bununla birlikte acı, moral bir denetim altında tutulduğu ya da aşıldığı takdirde insanın bakışını genişletir, yaşamın bedelini, geçip gitmekte olan anın tadının çıkarılması gerekliliğini hatırlatır. Her şey insanın ona yüklediği anlama bağlıdır. Vurduğunda yaşama zevki diye bir şey bırakmaz, tersine, uzaklaştığında da bu zevki yeniden harekete geçirir. Yaşama coşkusunu hatırlatır. İnsanı esasa götüren bir memento mori’&n.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir