David Grant – Final

Fotoğrafları dışında hiçbirini görmemiş olmasına karşın Oleg Kazantsev, içerdekilerin hepsini de adlarıyla, yaşlarıyla tanımlayabilir, birer birer özgeçmişlerini anlatabilirdi. Kimi otomobile binerken, kimi kalabalık caddelerde yürürken, bazısı protesto gösterilerinde, terkedilmiş evlerin kapılarında ya da ara sokakların karanlığında gizlendikleri sıra çekilmişti resimleri. Kazantsev bu gençlerin ana babalarının da adlarını biliyordu, dedelerinin de. Kiev KGB bürosunun onlar hakkında bilmediği yok gibiydi. Donetsk’deki o köhne apartmanın önüne vardıklarında içerdekileri iyice tanıyorlardı. Fakat sessizliği bozan bir takırtı, hemen ardından da adamlarından birinin yere yığılmasına dek içerdekilerin silâhlı olduğunu kimse bilmiyordu. Bildikleri dışında bir şey olmuş, gençler boşu boşuna ölüm oyununun parıltısını seçmişlerdi. Ellerinde patlayıcı maddeler olduğu tahmin ediliyordu: zaten bunun için hemen sığındıkları bina kuşatılmış, kimse yaralanmadan bu iş halledilsin istenmişti. Merkezi Münih’te bulunan Ukraynalı Bölücüler Örgütü Narodny – Trudoyov Soyuz’a bağlı küçük uydu örgütlerin gösterileri, bildiri dağıtmaları, her yerde bayrak açmaları iyice bıkkınlık ~S — vermişti artık. Bu gençler eylem istiyordu; ellerinde meşale, öç alma hırsıyla köktenci savaş düşleri görüyorlardı. Kazantsev yüzünü tokatlayan yağmura karşı gözlerini kısıp yakasıyla ensesi arasındaki açıklığı örtmek için kamburunu çıkardı. Kaldırımın üzerine dizilmiş, elleri göğüslerinde kavuşturulmuş, cesetlerden biri sanki ona sataşacakmış gibi iri omuzlarını kabarttı. Apartmanın üst katlarından, el bombalarının patladığı odalardan hâlâ ıslak gri dumanlar yükseliyordu. Bombaların kullanılması için Oleg vermişti emri: Kapıya bir tekme, sonra o yeşil yuvarlak nesneleri yerde yuvarla gitsin… Adamlarından biri kolu bacağı kopmuş, paramparça bir gencin cesedini battaniyeyle örtmüştü. Kazantsev başını çevirip daha derli toplu duran cesetlere baktı.


Olsa olsa on dokuz yaşlarında bir kız vardı, öğretmen okuluna giden, yanında yirmi altı yaşlarında bir doktora öğrencisi. Tümü de parlak beyinler. Oleg onlar için büyük üzüntü duyuyordu, sanki hepsini de kendisi öldürmüş gibi. Bu Ukraynalı Bölücüler —ilkeleri her neyse— altı günlük kuşatma sırasında üç polisle, kendi adamlarından ikisini öldürmüşler, sekiz kişiyi de yaralamışlardı. Sonunda, yağmurlu bir günün güneş görmemiş karanlığında adamları barikat olarak dizili mobilyaları ite sürükleye üçüncü kata çıkmışlar, ‘teslim ol’ çağırılarına kulak asılmayınca makineli tüfek ve el bombalarıyla işi bitirmişlerdi. Gençlerin elinde rehine yoktu. Ama kendisi de bir Ukraynalı olan Oleg, biraz da içerdekilerin kamuoyunca mazlum görünmemeleri için tank ve roket – atar kullanılmasını istememişti. Altı gün süren sonuçsuz konuşmalar boyunca ne tehditleri, ne de — 9 — gençleri yola getirme çabaları bir işe yaramıştı. Adamlarından ilk kurbanı verince, kuşatmanın bir işe yaramayacağı ve teröristlerin kesinlikle ortadan kaldırılması gereği kaçınılmaz bir gerçek olmuştu. Oysa Kiev ve Poltava olaylarında büyük bir sorun çıkmamıştı. Onca meydan okumadan sonra gençler kuzu gibi teslim olmuşlardı. Ama Donetsk’te, bu, kan banyosuyla son buldu. Bir elinde tabanca, bir elinde megafonla Oleg merdivenlerin tepesindeyken, her iki eli de el bombalarıyla dolu adamlarından biri gözüne çarpmıştı. Adamın yüzünde ‘bu işi bitirelim artık’ diyen bir yalvarış vardı. Kazantsev ayakları dibinde duran cesetleri de tanıtlayamadığını farkedince, birden içinde en küçük bir acıma kalmadığını farkedip emri vermişti.

Bitirin! Ceset kamyonunun sesi duyuldu. Keskin bir ses, ağlamaklı gibi. Ne olurdu, ne olurdu… Oleg bomba uzmanı bir polisti, ama koşullar onu anti – terörist olarak uzmanlaşmaya zorlamıştı. Rusları kimse sevmiyordu. Bölücü örgütün ülküsünden kıvılcımlar herkeste az buçuk vardı. 1930’lann açlık dolu yılları, Stalin’in temizlik harekâtı, faşistlerin altedilmesinden sonra her kıpırdanmanın ezilmesini kimse unutmamıştı. Demir yönetim hiç gevşememişti. Herkeste vardı bu kıvılcım, Oleg’de de; her Ukraynalı’da. Ama bu gençler, cesetleri derlenip toplanmış bu çocuklar farklıydı. Bombalar, tüfekler, sövgüler, kırımlar, banka soygunları, kundakçılık, adam kaçırma… Doğrusu Batı’dan iyi ders almışlardı. Bir yıl önce Kharkov’da örgütün bir hücresini ele geçirmişlerdi;adı Rusça diş ağrısı anlamına gelen Zoop’tu, — 10 — anadilleri olan Ukrayna dilinde bile değil. Tümü de anarşist, Troçkist, Maoist ve Tanrı bilir daha neydi. Tabii gangsterlikleri, adam kaçırma ve bombalama uzmanlıkları da vardı. Bu hücre yakalandıktan sonra bir süre ses seda kesilmişti, ta ki yeniden bildiriler, protesto gösterileri ortaya çıkıncaya dek. Ve yerde yatan bu gençler, tümü ölmüş, kendi beş adamıyla birlikte.

Sekiz de yaralı. KGB teğmeni Oleg Kazantsev bir şeyler yitirmiş olduğunun farkındaydı. Yitirdiği şeyin bir değeri var mıydı bilemiyordu, hatta duygusal bir değeri olup olmadığından bile emin değildi; ama yitirmişti işte. Çocuklar ateş açarak ona yardımcı olmuşlar, o da el bombalarının kullanılması ve makineli tüfeklerin otomatiğe getirilmesi için emir vererek görevini eksiksiz tamamlamıştı. Ama şimdi her yanını bir ürperti almıştı. Nedeniyse, soğuk yağmurdan çok, geleceğe bakış biçimiydi. Tırmanış. Ceset sayısı artıkça bu duygusuz, zararsız sözcük kullanılıyordu. Tırmanış var. Ama Oleg için anlamı başkaydı: Bundan sonra ne olacak? Ayaklarının dibinde dipsiz bir uçurum varmış gibi sendelemeye başladı. Ceset kamyonunun sireni daha fazla düşünmesini engelledi. Feodor Yelisavich Shubin ağlıyordu, ama kendisi için mi, yoksa diğerleri için mi, ayırt edemeden, Radyodaki haber bülteni Donetsk’te polisin ‘canilere’ karşı giriştiği eylemi duygusuz bir sesle anlatırken, kurtulan tek kişi durumunda olmak onu deli ediyordu. Hücresinde herkes ölmüş, geriye yalnız o — 11 — kalmıştı. Örgütün içinde en genç ve en son katılmış üye olarak ayak işlerinde görev yapar, pek ciddiye alınmazdı. KGB baskın yaptığında apartmanda değildi.

Kimse onu tanımadığı için alışverişe o gönderilmişti. Elleri kesekâğıtlarıyla dolu dönerken önce megafondan yükselen sesi duymuş, sonra da polis otomobillerinin yanıp sönen cılız ışıklarını farketmişti. Hemen elindekileri yere atıp kaçtı. Bütün gece ve ertesi sabah süren otobüs yolculuğu onu bir üniversite öğrencisi kızın evinde gizlendiği Kiev’e getirdi. Korkuyla büzüldü. Özgürlük meşalesi artık ona emanet edilmişti, sağ kalan tek kişi olduğu için. Bu düşünceye sarılarak göstermiş olduğu korkaklığı açıklamaya —ya da mazur göstermeye— çalıştı. Ama başarmıştı. Tüm kuşatma süresi boyunca: yiğit dostları yok edilip cani olarak damgalandığını radyodan işitinceye dek de başarılı olmuştu. Radyoyu kapattı. Kız arkadaşı küçücük mutfakta bulaşık yıkıyordu. Shubin onun da ağladığını sanıyordu. Tam içeri seslenecekken radyo düğmesi üzerinde duran eli birdenbire bir yumruk biçimini alıp radyoyu masanın üzerinden savurdu. Radyonun gerisi uçtu, içinden iki tane pil yuvarlanarak kızın yatağının altına girdi. Shubin aradığı gücü pillerde ve radyonun içinde bulacakmıs gibi dalgın dalgın bakakaldı.

And içiyordu bir yandan, kendi kendine ve ölenlerin üstüne. Bir şeyler yapılacaktı. Hem de büyük şeyler. — 12 — Rudolf Ivanovich Belousov garajında diz çökmüş, büyük bir sabır ve özenle beton zemini süpürüyordu. Toz ve metal talaşından oluşan küçük yığınları bir bir faraşına alıp boşalttı. Volga marka otomobilinin altında dökülmüş olan motor yağının siyah yapışkanlığını bile iyice süpürdü. Daha sonra çalışma tezgâhının altını da süpürüp duvara dayalı duran katlanmış portatif bahçe iskemlelerini açtı ve içinden boşalanları topladı. Eh, galiba artık bitmişti bu… Yok, henüz değil. Sabrı iyice tükenmiş olarak bir zamanlar kullandığı bira yapma makinesinin arkasını hafif hafif süpürmeye başladı. Buradan da üç tane bükülmüş küçük metal parçası çıktı. Belousov derin bir iç çekti. Şimdi tamamdı artık. Sıra testereye gelmişti. Bunu da iyice temizledikten sonra her milimetresini bile büyük bir dikkatte inceleyip kestiği metalden hiçbir iz kalmamış olduğuna karar verdi. Tüm izleri ortadan kaldırdığı kanısına varınca, garajın ortasına gelip elleri belinde dikildi durdu, o anda bitirdiği bir yapıtına bakar gibi.

Neredeyse hazır sayılırdı. Neredeyse. Önünde hafta sonu vardı, epey iş görebilirdi. Temmuzda… temmuz başında, biteceğinden emin gibiydi. BİRİNCİ BÖLÜM GLADYATÖRLER 1 Aralı koşu. 1940 sonları ve 50 başlarında Emil Zatopek tarafından öncülüğü yapılan ve artık çoğu orta mesafe koşucusunun uyguladığı bir teknik. Kalp atışını dakikada 180’e çıkarmak. Federenko kalp atışlarının hızlandığını sayabilecek gibiydi. İki yüz metre koş, sonra dur, yarım dakika kalbinin kanla dolmasını sağla, bir yarım dakika daha oyalan kalbin şişme tepkisi geçsin, sonra yine yarım dakika… Sonra yine iki yüz metre koş ve dur, kalp yine dolsun. Bunu yirmi kez yap. Sabah üç mil koşmuşsun, daha beş mil koşacaksın. Federenko kalp atışlarının yavaşladığını hissetti. Elinde kronometresiyle karşıda duran antrenörü Vladimir Oos’a baktı. Kılı kırk yaran Vladimir. Birlikte hazırladıkları idman çizelgesini her zaman saniyesi saniyesine uygulamak ister.

Grafikler ve notlarla dolu sayfalar. Federenko’nun Olimpiyat madalyası kazanması için. Gümüş madalyayı alması gerekiyordu. Tretsov ve Altın madalya için ne düşünürlerse düşünsünler —zaten Federenko’nun bu konuda pek fikri yoktu, dahası, gerçekten öğrenmek de istemiyordu— Gümüş yeterdi ona. En azından. İki yüz metre, kalp atışı hızlandı, sonra dur. 14 — Vladimir’in önünden geçmişti ama antrenörü kronometresinden başını bile kaldırmadı. İleri çıkık küçük göğsüyle Vladimir, hiçbir zaman öyle ahım şahım bir antrenör olmamıştı. Ama önemli değildi bu. Federenko için antrenör gerekmiyordu; çoğu orta mesafe koşucusu için de öyle. Tabii eğer çok tembel ve aptal değilsen. Sonunda her şeyi yine kendin yapmak zorundaydın. Antrenörse yalnızca saat tutar, grafik çizer, yarışta ya seni yüreklendirecek ya da sövecek sözler haykırırdı. Beş bin metreyi yalnız kendi bedenin ve kafanla koşardın. Son kez.

İki yüz koş, dur, kalbin şişmesini duy. Sonra yalnız koşmak kalıyor. Hiç kuşku yok, Vladimir ertesi günkü idmanı kaçırmasını istemezdi; sabahtan üç mil, öğleden sonra sekiz mil koşu. Ama annesi Tripillya’da hastaydı, bunun da ötesi yoktu artık. Kız kardeşi Zenaida telefon etmişti. Ölüyor falan değildi annesi, ama hastaydı işte ve yaşlıydı. Kaburgalarının altında yüzüyor gibi duran kalbinden korkuyordu. Vladimir bir ona, bir kronometresine baktı. Tsentralny Stadyumu hemen hemen boş gibiydi. Parlak renkli eşofmanları ve baştan çıkarıcı şortlarıyla birkaç kızdan başka kimse yoktu. Kızlar Federenko’yu tanıyıp el salladılar ama o karşılık vermedi. Vladimir uluslararası ünü olan bir Sovyet atletinin hayranlarıyla arasında belirli bir mesafe olmasını uygun görüyordu. İdman yapan başkaları da vardı kuşkusuz, ciritçiler, yüksek atlayanlar… Sabah idmanında bitişik pistte diğer atletlerle birlikte çalışmıştı ama öğleden sonra Tsentralny Stadyumunun tüm pisti ona ayrılmıştı. Arkady Timofeyich Federenko’ya. Sovyet Olimpiyat seçmelerinde hasta hasta koştuğu için Tretsov’dan sonra ikinci gelen adam, geçen yıl 5000 — 15 — metrenin en hızlı koşucusu.

1980 Mayısının ilk günleriydi henüz, ama Federenko temmuzda Moskova’­ da yapılacak o yarışı, Olimpiyat Finalini büyük bir hırsla bekliyordu. Vladimir’in sabrı tükenmiş, kasılmaya başlamışt ı. Federenko yanına gidip antrenörünün elindeki çizelgeyi inceler gibi yaptı. Böyle yapması Vladimir’- in hoşuna gidiyordu. Bir süre sonra Federenko başını kaldırdı, biraz şaşkın, biraz utanmış bir durumda bekledi. Vladimir, «İki yüz metrelerin her birini hızlı koşacaktın,» dedi ve kalemiyle kayıtlarını gösterdi. «Yalnızca son on kez değil. Şuradaki farka bak…» Kalemini plastik kaplı defterin üstünde tıklattı. «Hı?» Ses tonu tıpkı bir öğretmeninki gibiydi. Federenko, «Peki, kabul,» dedi. «Ama bütün bunları geçen ay yapmam gerekiyordu.» Vladimir şaşırmış göründü. «Çizelge…» diye başladı. «Bu iki haftalık uygulamayı yeniden yazmak istemiştim, ta en başından Ama sen hayır dedin.» Federenko’nun sesi sakindi, suçlama havası yoktu neredeyse.

«Bu yaptığım sezonu açarken uygulanan program… Nisanda yaptığımın aynısı.» «Yinelemen gerekiyor.» Vladimir genellikle böyle öfkeli konuşmazdı. Federenko şaşırmıştı. «Yarın ben yokum, Vladimir.» Vladimir olmaz anlamında başını sallamaya başladı. «Evet, yokum. Annemi görmem gerek. Onun kalbi benimki kadar büyük değil. Gençliğinde yeterince aralı koşu yapmamış.» Federenko’nun sesinde hâlâ alaycılık ya da hoşnutsuzluk belli değildi. Vladimir yaklaşan fırtınayı sezer gibi oldu ve elindeki sayıları incelemek için da- — 16 — ha büyük bir güç harcadı. «Döndüğümde çizelgeyi yeni den hazırla.» Vladimir hayır anlamında başını sallıyordu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir