Dean R. Koontz – Çatırtı

Son Francisco’da Courtney’le buluşabilmek için aşmaları gereken üç bin millik yolun başında, Philadelphia’ daki dayalı döşeli dairelerinden yalnızca dört blok uzaklaştıkları sırada, Colin her zamanki oyunlarından birine başladı. Oyunlara bayılıyordu Colin… Ama oyun tahtasıyla ve sağa sola hareket ettirilen taşlarla oynananları değil, kafasının içinde oynayabildiği oyunları seviyordu o… kelime oyunları, düşünce oyunları, geliştirilmiş hayaller. Geveze, erken büyümüş ve kullanabileceğinden fazla enerjisi olan on bir yaşında bir çocuktu. İncecik vücudu, yabancıların yanında kapıldığı utangaçlık ve gözlerinin her ikisindeki oldukça ileri derecede astigmatik görme bozukluğundan dolayı sürekli takmak zorunda kaldığı kalın camlı gözlüğüyle, spora yatkın bir çocuk değildi. Heyecanlı bir futbol maçıyla enerjisini tüketmesi mümkün olamıyordu, çünkü onun yaşındaki atletik çocukların hiçbiri, kendi ayaklarına takılıp tökezleyen, topu elinden düşürüp en nazik hücumlar karşısında bile çaresiz kalan biriyle oynamak İstemiyordu. Hem spor sıkıyordu onu. Colin zeki bir çocuktu, hevesli bir kitap tiryakisiydi. Ayrıca kendi oyanlarını futboldan daha eğlenceli buluyordu. Kocaman arabanın ön koltuğunda, dizlerinin üzerinde durmuş, arka pencereden bir daha asla geri dönmeyeceği evine doğru bakan Colin, “Takip ediliyoruz, Alex,” dedi. “Sahi mi?” “Evet. Biz bavulları bagaja yerleştirirken, o da kaldırımın öbür köşesine park etmişti. Gördüm onu. Ve şimdi de bizi izliyor işte.” Alex Doyle, Thunderbird marka arabasının direksiyonunu Landsdowne Bulvarına doğru çevirirken gülümsedi. “Büyük, simsiyah bir limuzin, değil mi?” Colin başını iki yana sallarken, omuzlarına kadar inen gür, kumral saçları canlı bir bulut kümesi gibi ‘havada uçuştu.


“Hayır. Bir tür minibüs sanırım. Kapalı kamyonete benziyor.” Alex dikiz aynasına bakarak, “Onu göremiyorum,” dedi. “Köşeyi döndüğün zaman kaybettin,” diye açıkladı Colin. Midesini koltuğun arka kısmına sımsıkı yapıştırmış, başını arka kanepeye doğru uzatmıştı. “İşte orada! Görüyor musun?” Yaklaşık bir blok kadar geride, yepyeni, Chevrolet marka bir kamyonet köşeyi dönerek l_andsdowne Bulvarına çıktı. Pazartesi sabahı, saat altıyı beş geçe, onların arabasından başka çevrede hareket halinde olan tek araç oydu. “Ben her zaman siyah bir limuzin olur sanırdım,” dedi Alex. “Filmlerde kahramanların peşine hep siyah ve büyük limuzinler düşer.” Colin, “O dediğin ancak filmlerde olur,” dedi. Gözünü ayırmadan tam bir blok arkadaki kamyonete bakıyordu. “Gerçek hayatta kimse o kadar açık değildir.” Yolun sağ tarafındaki ağaçların uzun ve koyu renkli gölgeleri, caddenin yarısını kaplamakta, ön camın üzerine parıldayarak insanın başını döndüren titreşen desenler çizmekteydi. Mayıs ayının ilk güneşi gökyüzünün doğusunda bir yerlerde biraz yükselmiş olmalıydı ama hâlâ AIex’in göremeyeceği kadar aşağıdaydı.

Serin ilkbahar güneşi, artık iyice yaşlanmış olan iki katlı ahşap evleri kucaklıyor, onların yepyeni ve bakımlı görünmesini sağlıyordu. Sabahın erken saatlerine özgü temiz hava ve ağaçların üzerinde gördüğü yemyeşil tomurcuk kümeleri sayesinde kendini daha da canlı ve zinde hisseden Alex Doyle, önlerinde uzanan yolculuk konusunda neredeyse Colin kadar heyecanlıydı. Daha önce kendini hiç bu kadar mutlu hissetmemiş olduğunu düşündü. Ağır arabayı rahatça sürüyor, elinin altındaki sessiz gücün tadını 7 çıkarıyordu. Önlerinde hem uzun saatler, hem de uzun kilometreler vardı. Daha uzun bir süre yolda olacaklardı ama Colin’in o fazlasıyla gelişmiş düş gücüyle, pek çok büyük İnsandan daha İyi yol arkadaşı olacağı belliydi, “Hâlâ orada,” dedi Colin. “Bizi neden takip ettiğini bilmek isterdim doğrusu.” Colin incecik omuzlarını havaya kaldırdı ama önüne dönmedi. “Birçok nedeni olabilir,” dedi. “Mesela birini söyle.” “Şey… California’ya taşındığımızı duymuş olabilir. Belki de değerli eşyalarımızı yanımızda götürdüğümüzü biliyordur. Aile hazineleri falan, öyle şeyler işte. Böylece peşimize düşerek bizi ıssız bir yolun kenarında tuzağa düşürmeye, tabanca tehdidiyle bir hendeğin dibinde soyup soğana çevirmeye karar veriyor.” Alex güldü.

“Aile hazineleri, ha?” dedi. “Senin şu anda sahip olduğun tüm hazine, yolculuğa yetecek miktarda giysiden ibaret. Diğer şeylerin hepsi bir hafta önce taşınma kamyonuyla gitti, kalanlar da ablanla birlikte uçağa bindi. Bana gelince, yanımda kol saatimden daha değerli bir tek şey olmadığına dair garanti verebilirim.” Colin, Doyle’un kendisiyle dalga geçmesinden zerre kadar rahatsız olmuş değildi. “Belki de bizim düşmanımızdır,” dedi. “Bize karşı kin besleyen, eski bir olayın öcünü almak isteyen biri. Bu kenti terketmeden önce seni ele geçirmek istiyor olabilir.” Alex, “Doğrusu Philly’de gerçek bir dostum olduğunu söyleyemem,” dedi. “Ama gerçek bir düşmanım da yoktur. Hem madem benimle halletmesi gereken bir derdi vardı, neden bavulları bagaja yerleştirdiğim sırada üstüme atlamadı?” Güneş ışığından ve gölgelerden oluşan kıpır kıpır desenler, ön camın üzerinden hızla kayıp geçmekteydi. Biraz iterdeki trafik lambası tam onlar yaklaşırken yeşile döndü, böylece Alex de frene basma zahmetinden kurtulmuş oldu. Bir süre sonra Colin, “Belki de casustur,” dedi. “Casus mu?” diye sordu Alex. “Bir Rus casusu ya da ona benzer bir şey.

” AIex, “Ben bu aralar Ruslarla dost olduğumuzu sanıyordum,” diyerek dikiz aynasından arkadaki kamyonete göz atarken tekrar gülümsedi. “Ayrıca Ruslarla bu aralar dost olmasak bile, bir Rus casusunun seninle ya da benimle ilgilenmesi İçin ne sebep olabilir ki?” “Sebebi basit,” dedi Colin. “Bizi başka biriyle karıştırdı. Ona bizim apartmanda oturan birini İzleme görevi verildi ama adamın kafası karıştı. Olamaz mı yani?” Alex, “Ben bu kadar beceriksiz bir casustan korkmam,” diye söylendi. Elini uzatıp havalandırma sisteminin düğmeleriyle oynadı, havasız arabanın içine serin, hafif bir esinti yayıldı. “Belki de casus değildir,” dedi Colin. Bütün dikkati, tümüyle zararsız görünen küçük kamyonete yönelmiş durumdaydı. “Başka bir şey olabilir.” “’Mesela ne?” 8 Colin, “Bu konuda biraz düşünmem lazım,” diye karşılık verdi. O kamyonetteki adamın kim olabileceğini düşünürken, Alex Doyle Önlerinde uzanan bomboş caddeyi seyrediyor, San Francisco’yu düşünüyordu. Onu asıl ilgilendiren, dağlık tepelik kentin coğrafî kimliği değildi. Ona göre, San Francisco gelecekle aynı anlamı taşıyordu ve bir erkeğin hayatta isteyebileceği her şeyi birden temsil etmekteydi. Yeni işi onu hazır bekliyordu. Yenilikçi reklâm ajansı, yetenekli, genç, ticari sanatçıların değerini bilen ve onları yetiştiren bir kuruluştu.

Yeni evi de hazır bekliyordu. Lincoln Parkının kenarında, üç yatak odalı, İspanyol tarzı, dış duvarları pütürlü beton bir ev. Golden Gate Köprüsünün harika manzarasını alıyordu. Büyük yatak odasının dışında da koskoca bir palmiye vardı. Courtney de hazır bekliyordu tabii. O olmasa, yeni İşin de yeni evin de zerre kadar önemi kalmazdı. Courtney’le Philadelphia’ da tanışmış, orada âşık olmuş, yine orada Market Sokağındaki Belediye Binasında evlenmişlerdi. Courtney’in kardeşi Colin damadın sağdıcı olmuş. Adliyenin stenograf kadrosundan biri de nikâh şahitliği yapmıştı. Ondan sonra Colin iki haftalığına, AIex’in Pauline Teyzesini ziyaret etmek için Boston’a gitmişti. Yeni evliler de balayı için San Francisco’ya uçmuş, Alex’in o zamana kadar yalnızca telefonda görüştüğü işverenlerini görmeye gitmişlerdi. Bu arada ortak hayatlarına başlayabilecekleri bir ev bulup satın almışlardı. Gelecekleri, Philly’den çok, San Francisco’da biçimlenmiş ve anlam kazanmıştı. San Francisco geleceğin ta kendisiydi artık, Courtney de kesinlikle ayrılamayacak şekilde o kentin bir parçası olmuştu. Doyle’un kafasında, nasıl San Francisco gelecekle aynı anlamdaysa, Courtney de San Francisco’nun kendisiydi.

Altın renkli, sakin, egzotik, duygu dolu, entelektüel açıdan uyarıcı, rahat ve heyecan verici… tıpkı San Francisco gibi. Courtney’i düşünürken, gözlerinin önünde inişli çıkışlı caddeler, pırıl pırıl, masmavi körfez belirmişti. Gözlerini kısarak arabanın daracık arka penceresinden kamyoneti gözetleyen Colin, “Hâlâ peşimizde,” dedi. “En azından bizi bir hendeğe yuvarlamaya çalışmadı bari.” Colin, “Böyle bir şey yapmayacak,” diye karşılık verdi, “Öyle mi?” “Bizi izlemekle yetinecek. Devlete çalışıyor olmalı.” “Yani FBI’dan mı diyorsun?” Colin ciddi bir tavırla dudaklarını birbirine bastırarak, “Bence öyle,” dedi. “Peki, bizi neden izliyor dersin?” “Herhalde bizi başka biriyle karıştırmış olmalı,” diye cevap verdi Colin. “Görevi büyük olasılıkla bazı,., radikalleri İzlemekti. Uzun saçlarımızı görünce kofası karıştı ve radikallerin biz olduğumuzu sandı.” “Eh,” dedi Alex. “Bu durumda bizim casuslarımızın da Ruslar kadar beceriksiz olduğu ortaya çıkıyor, değil mi?” Doyle’un gülümsemesi yüzüne fazla büyük geliyordu. Uçları birer gamzeyle noktalanmış, kavisli, upuzun bir çizgiydi. Kendini hem fazlasıyla iyi hissettiğinden, hem de yüzünün en iyi yanının o gülümseyiş olduğunu bildiği için,, uzun süre gülümsemeye devam etti.

Otuz yıllık yaşamında kimse ona yakışıklı olduğunu söylememişti. Dörtte bir İrlandalı olmasına rağmen sert hatlı, güçlü 9 görünüşlü çenesi ona İtalyan havası veriyor, klasik Romalı burnu fazla dikkat çekiyordu. Tanışmalarından üç ay sonra birlikte yatmaya başladıklarında Courtney ona, “Doyle, sen yakışıklı bir erkek değilsin,” demişti. “Çekici olduğun kesin ama yakışıklı değilsin… Harika göründüğümü söylediğin zaman ben de sana aynı şekilde karşılık vermek istiyorum, ama yalan söyleyemem. Gülümseyişine gelince… işte o gerçekten kusursuz. Gülümsediğin zaman biraz Dustin Hoffman’a bile benziyorsun.” Birbirlerine karşı ilk günlerden beri çok açık ve dürüst olduklarından, Courtney’in sözleri Doyle’u hiç kırmamıştı. Tam tersine, bu karşılaştırma hoşuna bile gitmişti. “Dustin Hoffman, ha?” demişti. “Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?” Courtney onu kısa bir süre boyunca incelemiş, elini çenesinin altına yerleştirerek, başucu lambasının solgun ışığında başını bir o yana, bir bu yana çevirmişti, “gülümsediğin zamanlarda tıpkı Hoffman’a benziyorsun… yani Hoffman’ın çirkin görünmeye çalıştığı zamanlardaki haline.” Doyle ağzı açık ona baka kal m işti. “Tanrı aşkına, Courtney. Çirkin görünmeye çalıştığı zamanlarda mı dedin?” Courtney yüzünü buruşturdu. “Demek istediğim… yani Hoffman çirkin görünmeye çalışsa bile, hiçbir zaman gerçek anlamda çirkin olamaz. Gülümsediğin zaman sen de Hoffman’a benziyorsun ama o kadar yakışıklı olmuyorsun tabii…” Doyle onun kendi kazdığı utanç çukuruna düştükten sonra kurtulmak için uğraşmasını seyrederken kendini tutamamış, gülmeye başlamıştı.

Bir süre sonra kahkahaları Courtney’e de bulaşmıştı. Çok geçmeden deliler gibi kıkırdamaya, aralarındaki şakayı uzatarak daha da kemikleştirmeye başlamışlar, bayılacak hale gelene dek. güldükten sonra da, o anda içinde bulundukları durumla çelişki oluşturan şiddetli bir duygu gösterisiyle sevişmişlerdi. O geceden sonra Doyle bol bal gülümsemeyi hiç unutmamıştı. Asfaltın sağ tarafındaki bir tabela, Schuykilı Otoyolunun girişini haber vermekteydi, Alex çocuğa göz atarak, “Şu senin FBI memuruna biraz rahat ver artık,” dedi. “Bırak, bir süre bizi huzur içinde izlesin. Otoyola yaklaştığımıza göre, koltuğuna doğru dürüst oturup emniyet kemerini bağlasan iyi olur sanırım.” Colin, “Bir dakika daha,” dedi. Alex, “Olmaz,” diye karşılık verdi. “Kemerini bir an önce bağlamazsan, biraz sonra omuz kayışını da takmak zorunda kalacaksın korkarım.” Colin emniyet kayışlarının ikisini birden bağlamaktan nefret ederdi. Colin vücudunu koltuğunun arka kısmına daha sıkı yapıştırarak, “Öyleyse yarım dakikacık daha,” dedi. Alex arabayı süper otoyolun başlangıcını belirleyen rampaya doğru sürmekteydi. “Colin…” Colin olduğu yerde dönerek kendini koltuğa attı. “Otoyola girdiğimizde de peşimizden gelecek mi diye bakıyordum.

Geliyor!” Alex, “Tabii ki gelecek,” dedi. “FBl’ın adamları kent sınırlarına boyun eğmek zorunda değildir. Nereye gidersek gidelim, bizi izleyebilir.” “Ülkenin öbür ucuna gitsek bile mi?” diye sordu Colin. “Elbette. Neden olmasın?” Colin başını koltuğun arkasına yaslayarak güldü. “Amma da komik bir durum. Bizi ülkenin öbür ucuna kadar izleyip de, peşine düştüğü radikaller olmadığımızı anladığında ne yapar acaba?” Rampanın tepesine geldiklerinde Alex güneydoğuya, asfaltın üzerinde bomboş uzanıp giden iki şeride baktı. Gaz pedalının üzerindeki ayağına yüklendi, batıya doğru yola koyuldular. “Emniyet kemerini takacak mısın artık?” diye sordu. 10 Colin, “Ha, elbette,” diyerek yolcu kapısının kenarındaki yuvasına çekilmiş olan kayışın ucunu yakalamaya çalıştı. “Unuttum.” Aslında unutmamıştı tabii. Colin hiçbir şeyi unutmazdı. Yalnızca kemerini bağlamayı sevmiyordu, o kadar.

Gözlerini kısa bir an boyunca önlerinde uzanan bomboş otoyoldan ayıran Alex, emniyet kemerinin iki ucuyla boğuşmakta olan çocuğa göz attı. Colin yüzünü buruşturuyor, emniyet sistemine lanetler yağdırıyor, bu basit işi büyük bir sorun haline getiriyordu. Böyle tutsak gibi kıskıvrak bağlanmanın ne berbat bir şey olduğunu Doyle’a ona anlatabilmeyi ummaktaydı. Alex bakışlarını yeniden otoyola çevirirken, “Bence gülümsemeye başlasan ve kaderine razı olsan akıllılık edersin.” dedi. Kendisi de bir yandan gülümsüyordu “Sevsen de, sevmesen de, o kemeri California’ya kadar sürekli takmak zorundasın.” Colin, “Sevmeyeceğimden emin olabilirsin,” diye garantiledi. Kemerin ucunu metal yuvasına soktuktan sonra, King Kong’un resmiyle süslü tişörtünün kırışık yerlerini eliyle düzeltmeye koyuldu. Sonunda, öfkeden deliye dönmüş dev gorilin sinema ekranından çekilmiş parlak fotoğrafı, Colin’in ince ve narin göğüs kafesinin tam ortasında, özenle düzeltilmiş şekilde ortaya çıktı. Çocuk gür saçlarını gözlerinin üstünden kaldırarak geriye itti, tel çerçeveli ağır camlı gözlüklerini düzeltti. ağır camları taşıyabilmek için, nokta gibi burnunun üstüne bayağı yük binmekteydi. Gri asfaltın arabanın altından kayıp gidişini izlerken “Üç bin yüz mil,” diye söylendi. Thunderbird’ün ayarlanabilir koltuğu, ona güzel bir manzara sağlamaya yetecek kadar yüksekti. “Bu mesafeyi gitmek ne kadar zaman alır?” Alex, “Yolda oyalanacak değiliz,” dedi. “Cumartesi sabahı San Francisco’ya varmamız gerekir diye düşünüyorum.

” “Beş gün,” dedi Colin. “Günde altı yüz milden biraz daha fazla.” Bu hız onu düşkırıklığına uğratmış gibiydi. “Eğer direksiyon başındayken beni büyülemeyi başarırsan belki daha da çabuk gideriz,” dedi Alex. “Ama tek başıma günde altı yüz milden fazlasıyla başa çıkabileceğimi sanmıyorum.” “Madem öyle, neden Courtney de bizimle birlikte gelmedi?” “Çünkü onun evi hazırlaması gerekiyordu. Eşyalarımızı taşıyanları karşıladı, perdelerin asılmasıyla, halıların döşenmesiyle uğraştı.” “Siz ikiniz balayına çıktığınızda Pauline’le kalmak üzere Boston’a uçmuştum ya… onun benim ilk uçak yolculuğum olduğunu biliyor muydun?” Alex, “Evet, biliyorum,” dedi. Colin geri döndükten sonra, tam iki gün boyunca gece gündüz uçak yolculuğunu anlatıp durmuştu. “O uçak yolculuğu gerçekten çok hoşuma gitmişti,” “Biliyorum.” Colin kaşlarını çattı. “Neden bu arabayı satıp uçakla gitmedik California’ya? Hem o zaman Courtney ile birlikte gitmiş olurduk.” “Bu sorunun cevabım biliyorsun,” dedi Alex. “Bu araba daha bir yaşında. Yeni bir arabanın kendini en fazla amorti ettiği zaman, satın alındıktan sonraki ilk yıldır.

Eğer paranı sokağa atmış olmak istemiyorsan aldığın arabayı üç dört yıl elinde tutarsın.” “Sen bu kayba rahatlıkla katlanabilirdin,” dedi Colin. Kemikli dizlerine vurarak alçak sesli, ama 11 ısrarlı ‘bir ritim tutturmuştu. “Courtney’le ikinizi konuşurken duydum. San Francisco’da bir servet yapacakmışsın.” Alex avucunu ön panelin kenarındaki havalandırma deliğine doğru tuttu, sistemin serin soluğuyla elinin terini kurutmaya çalıştı. “Yılda otuz beş bin dolar pek de servet sayılmaz,” dedi. “Benim harçlığım haftada yalnızca üç dolar.” Alex, “Doğru,” diye karşılık verdi. “Ama deneyim ve bilgi bakımından ben senden on dokuz yıl daha ilerdeyim, değil mi?” Lastikler asfalt yolun üzerinde hoş bir fısıltı sesiyle kayıp gitmekteydi. Yolun öbür şeridinden kente doğru giden kocaman bir kamyon geçerek telaşla yoluna devam etti. Peşlerindeki kamyonetin dışında, gördükleri ilk araçtı bu. “Üç bin yüz mil,” diye söylendi Colin. “Dünyanın çevresinin hemen hemen sekizde biri kadar ediyor.” Karşılık vermeden önce Alex’in bir an durup düşünmesi gerekti, sonra, “Evet, öyle,” dedi.

“Eğer California’ya vardığımızda durmayıp yola devam edersek, dünyanın çevresini dolaşmamız yaklaşık kırk gün sürer,” diye hesapladı Colin. Kucağında tuttuğu hayali bir kürenin çevresini elleriyle sarmış, gözlerini ayırmadan o hayali küreyi incelemekteydi. Alex onun ‘bir şeyin çevresini dolaşmak’ deyimini ilk öğrendiği zamanı hatırlıyordu. Colin yeni öğrendiği bu kavrama bayılmış, ‘haftalar boyunca bir odanın ya da evin etrafında yürüyeceği yerde, ‘çevresini dolaşmış” durmuştu. “Bu, herhalde kırk günden daha fazla sürer,” dedi Alex. “Pasifik Okyanusunu arabayla ne kadar hızlı geçebileceğimden emin değilim.” Bu sözler Colin’e komik gelmişti. Gülmeye başladı. “Ben denizin üzerinde bir köprü olsaydı, yapabilirdik demek İstemiştim,” diye açıkladı. Alex hız göstergesine göz attı, saatte yalnızca elli mil hızla yol aldıklarını fark etti. Tahmininden azdı bu. Oysa yolculuğun bu ilk bölümünde en az yetmiş millik sabit hızla ilerleyeceklerini planlamıştı. Colin iyi bir yol arkadaşıydı, aslına bakılırsa, biraz fazla iyiydi. Eğer Alex’in dikkatini dağıtıp durursa, lanet olası ülkeyi boydan boya geçmeleri bir ay bile sürebilirdi. Colin hâlâ kendi kendine gülerek, “Kırk gün,” dedi.

“Jules Verne bu konuyla ilgili kitabını yazdığında, bu sürenin iki katına ihtiyaçları olmuştu.” Alex, Colin’in okula başladığı zaman ilk sınıfı atladığını, okuma yeteneğinin çok gelişmiş olduğunu, sınıf arkadaşlarından birkaç yıl ilerde olduğunu biliyordu. Yine de çocuğun bilgisinin sınırları her zaman şaşırtıyordu onu. “Seksen Günde Devriâlem’i okudun, öyle mi?” diye sordu. “Elbette,” dedi Colin. “Uzun zaman önce.” Ellerini biraz önce Doyle’un yaptığı gibi havalandırma deliğinin önünde tutarak kuruttu. 12 Colin’in yaptığı basit bir hareketti ama Doyle’u yine de etkilemişti. Küçükken kendisinin de zayıf ve sinirli bir çocuk olduğunu hatırlıyordu. Avuçlarının içi hep nemli olurdu. Tıpkı Colin gibi, yabancıların yanında utangaçlığa kapılır, spor karşılaşmalarında başarılı olamaz, yaşıtları tarafından dışlanırdı. Koleje başladığında, hırslı ve sıkı bir ağırlık kaldırma programı uygulamaya girişmişti. Vücudunu geliştirerek yeni bir Alex Atlas yaratmaya kararlıydı. Tam göğsü şişip pazuları sertleşmeye başladığında bu işten sıkıldı, ağırlık kaldırma programını bir kenara bıraktı. Bir seksen beş boyu ve yetmiş beş kilo ağırlığıyla pek Alex Atlas sayılmazdı, ama ince ve kaslı vücudu onu çelimsiz çocuk görünüşünden kurtarmıştı.

Yeni tanıştığı insanların yanında kendini hâlâ bir tuhaf hisseder, ne yapacağını bilemezdi. Utandığı zaman terler, avuçlarının içi hemen nemlenirdi. Kendini hiçbir zaman yeterince güvenli hissedememenin ne demek olduğunu unutmuş değildi. Sıkılganlığın anlamını iyi bilirdi. Colin’in ince yapılı ellerini kurutuşunu izlerken, çocuğu daha ilk karşılaşmalarında sevmesinin nedenini anladı. On sekiz ay önce tanıştıkları günden itibaren birbirlerinin yanında son derece rahat olmuşlardı. Aralarında onları ayıran on dokuz yaş vardı. Ama onun dışında, pek bir farkları yoktu. Colin, Alex’in düşüncelerini yarıda keserek, “Hâlâ orada mı?” diye sordu. “Kim?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir