Dede Korkut Hikâyeleri – Dede Korkut Kitabi

‘Destanlar devri çoktan kapandı’ diyen doğru söylüyordu, ne var ki, eğer bir metin, insanın masal çağının kuytularına sızıyorsa onda, çağları aşan bir nefha esiyorsa, kendi çağını sürekli açıyor, demektir. Dede Korkut Kitabı, okudukça çoğalan ve bize bir milletin bütün macerasını birkaç hikâye çerçevesinde yansıtan bu tür metinlerdendir. Batı Türkleri’nin kökenini oluşturan Oğuz’ların hayatını konu alan hikâyeler, hem birer halk hikâyesi, hem destan, hem de masal özelliği gösterir. Sürekli yinelenen söz gruplarının, deyimlerin, atalarsözü ve vecizelerin ördüğü; Oğuz Türkleri’nin gerek ‘kafir’le, gerekse birbirleriyle kavgalarını, tabiatla ilişkilerini, gündelik yaşantılarını ve nihayet inançlarını estetik niteliklerini konu alır. ‘Padişah’, Han Bayındır, öykülerde flu bir resim olarak sürekli seyreder, gözetir olup bitenleri. Beyler beyi Kazan ve dayısı Aruz Koca, hikâyelerin baş kişileridir. Erenler, yiğitler, alpler, ‘pis dinli kafir’ler, kiliseyken mescide çevrilip ezan okunan ibadethaneler, yeşil çimene dikilen ak otağlar, çadırlar, alaca, altın gölgelikler, sırmalı kaftanlar, sağlam yapılı demir giyimler, miğferler, kara çelik öç kılıçlar, altmış tutam mızraklar, gürzler ve daha pek çok nesne uçuşur öykülerde. Yiğitliğin ahlâki boyutunu, savaşın kurallarını, yine flu bir biçimde karşımıza çıkan “bezirgan’larıyla ticaret hayatını hep, pastoral bir senfoninin ögeleri olarak görürüz. Kan dökmeden, can almadan çocuğa isim verilmez. Hikâyelerin sonunda olduğu gibi, çözülemeyen bir sorun baş gösterdiğinde, çocuğa isim verileceğinde Dedem Korkut gelir, neşeli havalar çalar, destan söyler, deyiş der ve bu dünyanın gelimli gidimli olduğundan bahisle, Kadir Mevla’ya yakarır. Dede Korkut Hikâyeleri, onbeşinci yüzyıl sonunda yazıya geçirilmiş olmasına rağmen, Türklerin müslüman olduğu yüzyıldan itibaren oluşmuştur. ‘Arı sudan abdest alan, ak alınlarını yere koyan’ alplerin, ‘helâlli’leri de kendileri gibi yiğit, cesur, gözükaradır. Dede Korkut hikâyeleri, bizim öykü geleneğimizin kilometretaşlarındandır. Tahkiye denilen söz ırmağında Dedem Korkut’un lahuti sesi çınlar durur. Yalın, betimleyici, içtenlikli, epik ve lirik bir dildir bu.


Bugün, Dede Korkut metinlerinden tahkiye adına öğrenilecek çok şey var. Kemal Tahir’in başucu kitaplarından olan bu eseri, ruhuna uygun biçimde sizlere ulaştırmak için harcadığımız çabayı önemsemiyoruz. Lâkin, birazdan okuyacağınız bu kitabın gerek anlam, gerekse dil özelliklerinin titizlikle korunmuş olduğu söylenebilir. Dedem Korkut’un duasına yürekten katılıyorum: ‘Ölüm eriştiğinde arı imandan ayırmasın’ Sadık Yalsızuçanlar Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adı İle Elçi’nin saadet çağına yakın Bayat boyundan Korkut Ata adında bir er yaşadı. Bir Oğuz bilgesiydi O. Ne kestirirse çıkar, ne haber verirse olurdu. Yüce Allah, gönlüne nice ilhamlar estirirdi. Bir gün Korkut Ata, hükümranlığın, ahir zamanda tekrar Kayılara geçeceğini söyledi; kimse hanlığı onlardan alamayacak, kıyamet kopup hesap günü açılıncaya değin sürüp gidecekti Kayının egemenliği. Korkut Ata’nın haber verdiği kutlu nesil, Osmanoğullarıdır. Daha neler neler bildirdi Korkut Ata. Kabilesinin her müşkilini çözer, her sorununu hallederdi. Korkut Ata’ya danışmadan bir iş yapmazdı Bayat kişileri. Her sözünü buyruk edinirler, tutup tamama erdirirlerdi. Dede Korkut şöyle demiş: ‘Allah’ı anmayınca işler yoluna girmez. Kudreti sonsuz olan Allah vermeyince kişi asla zenginleşemez.

Ezelden yazılmayan şey, kulun başına gelmez, eceli erişmeyen ölmez. Ölü dirilmez, can uçunca tenden bir daha geri dönmez. Kara dağ yumrusu kadar mal toplasan, isteyip biriktirsen de kısmetinden bir fazlasını yiyemezsin. Sular çağlasa, dolup taşsa denizler dolmaz. Büyükleneni Tanrı sevmez, böbürlenen er yücelmez. Beslemeden oğul olmaz, bir gün bırakıp gider, yaşadım, gördüm demez. Külden tepe, güveyiden oğul olmaz. Başına gem vurulsa da eşek katır olmaz. Hanım giysisiyle hizmetçiyi değiştiremezsin. Lapa lapa kar yağsa kışın, bir taneciği yaza kalmaz, yapağılı yeşil çimen de güze kalmaz. Eski pamuktan giysilik bez, eski düşmandan taze dost olmaz. Arap ata kıymayınca yol alınmaz, kara çelik kılıcı vurmayınca düşman dönmez, er maldan geçmeyince ünü çıkmaz. Kız anadan görmeyince kulağına küpe olmaz, erkek çocuk babadan görmeyince sofra çekmez. Oğul, babanın yarısı, iki gözünden birisidir. Bahtı yüce oğul, baba ocağının korudur.

Baba dünyadan göçüp mal kalmayınca neylesin oğul? Bahtı açık olmayan oğul, baba malından ne fayda görür? Bahtsızlıktan Allah saklasın. Dede Korkut bakalım daha neler söylemiş: ‘Sert yürüyüşlü ata ancak yiğit biner. Binmese daha iyi. Kara çelik öz kılıcı çalıp keser namertler Çalmasa daha iyi. İyi kullanan yiğide, okla kılıçtansa çomak daha iyi. Konuksuz kara evin yıkılması daha iyi. Atın bile yemediği acı otların bitmemesi, Kimselerin içmediği acı suların sızmaması daha iyi. Atasının adını yürütmeyen, ününü sürdürmeyen hoyrat oğulun baba belinden inmemesi daha iyi. Babasının adını yücelten kutlu oğul daha iyi. Yalan sözün dünyada olmaması daha iyi. Gerçeklerin üçyüz yaşını doldurması daha iyi. Üç otuz yaşınız dolsun, Allah kötülük eriştirmesin size. Bahtınız açık, yolunuz kutlu, işleriniz uğurlu olsun. Dede Korkut bir kez daha söylemiş, bakalım hanım ne söylemiş: Yerin otlaklarını en iyi geyikler bilir. Yeşillenmiş yerlerin çimenlerini yaban eşekleri.

Farklı yolların izini en iyi süren develerdir. Tilkiler, yedi ırmağın kokusunu farkeder. Gece yapılan kervan yolculuğunu çayır kuşu bilir. Oğulun kimden olduğunu sadece ana bilir. Yiğidin ağırlığını bindiği at bilir. Ağır yükün eziyetini katır bilir. Sızıyı çeken, ağrıyı yaşayan bilir. Başağrısını beyine sor. Elden ele, bir beyden ötekine gezen ozan anlar kolca kopuzdan. İnsanın eliaçığını da pintisini de ozan bilir. Karşınızda söyleyen ozan olsun. Yolunu şaşırarak üzerinize gelen kazadan Tanrı korusun sizleri. Dede Korkut yine söylemiş, görelim hanım ne söylemiş: Ağız açıp ulular olsam, üzerimizde Tanrı güzel! O’nun dostu din yücesi Muhammed güzel. O kutlu Elçinin sağında, namaza duran Ebubekir Sıddık güzel. Sonuncu cüz olan Amme’nin girişi güzel.

Ağır ağır ve tecvitle okunan Yasin güzel. Kılıcını çekerek, din sancağını yükselten Ali güzel. Elçi’nin torunları, Ali’nin oğulları, Kerbela’da Yezidilerin elinden şehadet şerbetini içtiler. Gökten, Tanrı katından inen Kur’an güzel. Kutsal Kitab’ı tedvin etti, tanzim etti, bilginlere öğretti, ezberletti, Elçi’nin arkadaşlarından, Allah Dostu Osman güzel. Engin bir yere konmuş olan Tanrı evi Mekke güzel. Oraya sağ ulaşıp esenlikle dönen Hacı güzel. Hesap gününde Cuma, cuma gününde hutbe güzel. Kulak kesilip dinleyen ümmet güzel. Minarede insanları Allah’a kulluğa çağıran müezzin güzel. Dizi dizinde, gönlü gönlündeki eşin güzel. Şakağından saçı ağaran baba güzel. Ak sütünü doya doya emziren anne güzel. Uslanıp boyun eğen siyahi erkek deve güzel. Sevimli kardeş güzel.

Evin yamacına kurulan gelin çadırı, çadırı tutan uzun ip güzel. Hiç kimseye benzemeyen, eşi benzeri olmayan, alemlerin Yaratıcısı güzel. Kendisini sürekli ululadığımız Yüce Tanrı yardımını esirgemesin, hanım hey! Dede Korkut’un diliyle ozan şöyle der: Dört tür kadın vardır. Biri, solduran sop. Biri, dolduran top. Evin dayanağı bir başkası Bir başkası bayağı. Evin dayanağı olan kadına güvenebilirsin. Yabancı bir konuk gelse, onu ağırlar, kimse evde olmasa da yedirir, içirir, gönlü aziz olarak uğurlar. Ayşe’nin, Fatma’nın soyundandır o. Ondan çocuklar yetişsin, ocağın böylesi bir kadınla şenlensin. Solduran sop, dediğimiz kadına gelince. Sabah uyanır, elini yüzünü yunmadan, arınmadan sofraya oturur, dokuz bazlamayla, bir tahta kova yoğurdu yer, eli böğründe, yakınır durur: “Bu evi başına yıkılası kocaya vardığımdan beri ne karnım doydu, ne yüzüm güldü. Ayağım papuç, yüzüm yaşmak mı gördü? N’olur, bu adam ölüp gitse, bir başkasına varsam, umduğumdan daha zengin olsa!” Bu kadından uzak dur. Ondan ne çocuğun olsun, ne ocağın tütsün. Dolduran Top kadın ise, sabah uyanır uyanmaz, o çadırdan bu çadıra, obanın bir ucundan ötekine verip veriştirdi, dinleyip atıştırdı, ondan aldı ona götürdü, bundan aldı şuna götürdü, dedikodu yaptı, açık kapıları gözledi, kapalıları dinledi, evine döndü ki ne görsün! Hırsız köpekle dana ortalığı birbirine katmış, sığır damına, koyun ağıla, tavuk kümesine dönmüş! Komşularına bağırır, sızlanır: Kııız, Zübeyde, Zeliha, Rüveyde, Çan Kız, Çan Paşa, Kutlu Melek, Ayna Melek! Ne yitmiştim, ne ölmüştüm.

Biraz geziye çıktım o kadar. N’olurdu, evime göz kulak olsaydınız. Dönüp geleceğim, yatıp kalacağım yıkılası ev burasıydı. N’olurdu komşuluk hakkına uyup baksaydınız. Komşu hakkı Tanrı hakkıymış, bilmez misiniz? Bu kadından da uzak dur. Ne oğul versin sana, ne ocağını tüttürsün. Geldik sonuncuya. Ne kadar söylesen de öğüt verip düzeltmeğe çalışsan da bayağı olan kadına. Uzak kırdan bir konuk gelse evine, kocası, “Hanım açıktık, konuğumuz açtır, yemek hazırla” dese, şöyle cevap verir: “Pişmiş aşın devamı olur mu? bu yıkılası hanede ne un var ne elek, deve dönmedi değirmenden, ne gelirse kalçama gelsin” ellerini arkasına vurarak ardını döner kocasına, ne dinler, ne durur, bir söylense bin söyler, sözü kulağında kalmaz erinin. Kadın değil, o, Nuh’un (a.s.) eşeğinin soyundandır. Hanım, o kadından da Allah saklasın sizleri. Ocağınıza bayağısı uğramasın. Gölgeli Büyük Ağaç Dirse Han Oğlu Boğaç Han Hikâyesi Günlerden bir gün, Kam Gan oğlu Bayındır Han, yerinden uğramış, görkemli Şami çadırını yeryüzüne dikmişti.

Alaca gölgelik göğe yükseliyordu. Binlerce yere ipek küçük halılar döşenmişti. Senede bir kez hanlar hanı Han Bayındır, Oğuz ulularını konuk eder, yedirir içirirdi. Yine şölen düzenleyip, attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç boğazlatmıştı. Ak, kara ve kızıl otağlar kurdurmuştu üç yere. Ve buyurmuştu: ‘Oğlu veya kızı olmayanı kara çadırda ağırlayın, kara keçeyi serin altına, kara koyunun yahnisinden getirin sofrasına, yerse yesin, yemezse çekip gitsin. Oğlu olanı ak çadıra buyur edin, kızı olanı kızıl otağa. Oğlu kızı olmayanı Allah iyi anmaz, biz dahi beddua ederiz ona, böyle biline’ Oğuz beyleri birer birer gelmeye, çadırlarda toplanmaya başladı. İçlerinde Dirse Han adında bir beyin oğlu vardı ki, ne bir oğula, ne de kıza sahipti. Görelim hanım ne söylemiş: Efil efil tanyelleri estiğinde Boz çayır kuşu öttüğünde Uzun sakallı müezzin ezana durduğunda İri, cins atlar sahibini görüp huysuzlandığında Akın karanın seçildiği vakitte Göğsü güzel yüce dağlara gün vurduğunda Yiğit beylerin cengaverlerin birbirine girdiği bir zamanda. Seher aydınlığında Dirse Han kalkmış, kırk korkusuz yiğidiyle birlikte Bayındır Hanın davetine geliyordu. Dirse Han’ı ve yiğitlerini, Bayındır Han’ın adamları karşıladılar. Kara çadıra kondurdular ve altlarına kara keçe serdiler. Kara koyun yahnisinden kap kap taşıdılar, önlerine koydular. Dirse Han şaşırmıştı.

‘Bayındır Han’ın buyruğu’ dediler. Dirse Han, ‘Benden ne kötülük görmüştür Bayındır Han?’ dedi, ‘kılıcımdan mı yoksa soframdan mı bir eksiklik buldu? Bizden aşağı kişileri ak çadıra, kızıl otağa konuk etti, benim suçum neydi ki kara çadırda oturmaktayım?’ Bayındır Han’ın buyruğunu anlattılar. Dirse Han, yerinden kalktı, ‘Doğrulun!’ diye bağırdı yiğitlerine, ‘bu uğursuzluk ya benden veya eşimdendir.’ Evine geldi, hanımını çağırdı, bakalım ne söylemiş: Gel beri başım bahtı evim tahtı Evden çıkıp yürüyünce selvi boylum Topuğunda sarmaşınca siyah saçlım Kurulu yay gibi çatma kaşlım İçine çift badem sığmayan dar ağızlım Kavunum, yemişim Gördün mü neler oldu? Han Bayındır yerinden doğrularak bir yere ak bir yere kızıl bir yere kara otağ kurdurmuş oğulluyu aka, kızlıyı kızıla oğlu kızı olmayanı kara çadıra konduruyor kara keçe döşüyor altına kara koyun yahnisi ikram ediyor Yerse yesin yemezse kalkıp gitsin, oğlu kızı olmayanı Allah sevmiyor ben de beddua ederim, diyor. Ben varınca gelerek karşıladılar kara otağa kondurdular, kara keçe altıma döşediler, kara koyun yahnisinden önüme getirdiler. “Oğlu kızı olmayana Tanrı Teâlâ beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, belli bil” dediler. “Senden midir, benden midir, Tanrı Teâlâ bize bir topaç gibi oğul vermez nedendir” dedi, söyledi: Der: Han kızı yerimden kalkayım mı Yakam ile boğazından tutayım mı Kaba ökçemin altına atayım mı Kara çelik öz kılıcımı elime alayım mı Öz gövdenden başını keseyim mi Can tatlılığını sana bildireyim mi Alca kanını yer yüzüne dökeyim mi Han kızı sebebi nedir söyle bana Müthiş gazap ederim şimdi sana dedi. Dirse Hanın hatunu söylemiş, görelim ne söylemiş. Der: Hey Dirse Han, bana gazap etme, incinip acı sözler söyleme, yerinden kalk, alaca çadırını yer yüzüne dik, attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kes, İç Oğuz’un Dış Oğuz’un beylerini başına topla, aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığ, Bir göl kımız sağdır. Dilek dile, büyük şölen kurulsun. Dili arı birinin duasıyla Allah bize gürbüz bir oğul bağışlasın. Dirse Han, eşinin önerisine kulak verdi, benzeri görülmemiş bir şölen kurdu. Attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koçlar kesildi. Bütün Oğuz beylerini çağırdı. Aç olanı doyurdu, çıplak olanı donattı.

Borçluyu ezasından kurtardı. Tepeden bir et yığdı konukların önüne, sağdırdığı kımız göl olup taştı. Ellerini göğe açıp dilek diledi. Ağzı dualının birinin yakarışıyla Allah takdir eyledi, eşi hamile kaldı, vakti gelince bir oğul doğurdu, dadıların, bakıcıların elinde büyüdü. At ayağı tez, ozan dili çevik olurmuş. Kemiği olan her canlı büyür, kaburgası olan gelişirmiş. Onbeş yaşına gelince Dirse Han’ın oğlu, bileği bükülmez bir yiğit olup, babasının gözde savaşçıları arasına katıldı. Bayındır Han’ın kayayı boynuzlasa un-ufak eden bir boğası, önüne çıkanı sürükleyen bir devesi vardı. Günlük güneşlik günlerde ikisini çarpıştırırlar, güçlü Oğuz beylerinin seyrine katarlardı. Günlerden bir gün, boğayı çıkardılar. Üç kişi sağ, üç kişi de sol yanından demir zincirlerle kavramışlardı boğayı. Güçlükle getirip meydana saldılar. Dirse Han’ın oğluyla üç obadan çocuk oracıkta aşık oynuyorlardı. Boğayı bırakırken, oğlana ‘Durma, kaç!’ dediler. Üç çocuk kaçtı, lâkin Dirse Han’ın oğlu ak meydanın ortasında kala kaldı, kaçmadı.

Boğaya baktı, hışımla. Boğa da ona yaklaşmaya başladı. Yaklaştıkça hışmı artıyor, süratleniyor ve onu yok etmek için saldırıyordu. Tam yaklaştığında Yaradana sığınıp öyle bir yumruk attı ki, boğa neye uğradığını şaşırarak çekildi. Geri geri gitti. Hızını aldı, yeniden saldırdı. Yine balyozdan yumruğunu boğanın alnına vurdu oğlan. Vurmakla kalmadı, geri geri sürerek onu, meydanın girişine dek getirdi. Bir hamlede çekiştiler. Kürek kemiklerine köpüğü bağlandı boğanın. Yenişemiyorlardı. Dirse Han’ın oğlu durup düşündü: ‘Dama destek olsun diye direk çatılır, ben niçin bunun alnına destek oluyorum ki!’ Alnından çekti yumruğunu, boğanın ayakları titredi, duramadı, yere yığıldı. Hançerini çıkardı oğlan, boğazını kesti boğanın, Oğuz beyleri soluklarını tutmuş seyrediyorlardı. Neden sonra gelip kutladılar. “Dede Korkut gelip bu çocuğa bir ad koysun, birlikte Dirse Han’a varıp beylik istesin, taht dilesin”, dediler.

Dede Korkut’u çağırdılar, geldi, çocuğu alıp babasına gitti. Bakalım Dirse Han’a Dede Korkut neler söylemiş: Hey Dirse Han! Beylik ver bu civana Erdemlidir taht ver Uzun boyunlu, iri bir cins at ver bu çocuğa Hünerlidir, binsin. On bin koyun ver ağıllarından hünerlidir, etlik olsun yesin. Kızıl deve ver develerden bu yiğide hünerlidir, yük taşıyıcısı olsun. Altın tuğlu çadır ver bu civana erdemlidir, gölge olsun. Omuzu kuşlu giysi ver hünerlidir, giyer olsun. Han Bayındır’ın ak meydanında cenk eden oğlun bir boğayı öldürdü. Adı Boğaç olsun. Adını ben verdim, yaşını Allah versin. Babası Boğaç’a beylik verdi, taht verdi. Tahta çıkınca babasının kırk yiğidini istemedi, onları anmadı. Yiğitler incinmişti. ‘Babasına şikayet edelim’ dediler, ‘belki onu halleder, katında eski saygınlığımıza kavuşuruz.’ İki bölük oldular. İlkin yirmisi huzura çıktı; ‘Görür müsün Dirse Han, neler oldu? Muradına ermesin, amacına ulaşmasın, oğlun ne hayırsız, ne kötü çıktı.

Kırk yiğidiyle Oğuz’a saldırdı, güzelleri gasp etti, ak sakallının ağzına sövdü, ak pürçeklinin sütünü çekti. Akan sulardan haber geçer, Ala Dağ’dan haber aşar, hanlar hanı Bayındır Han’a ulaşır, Dirse Han’ın oğlu böyle böyle yapmış derler, yaşaman ölümünden hayırsız, derler. Bayındır Han sana müthiş gazaplanmıştır, seni kötü sesler, kötü anar, böyle hayırsız neyine gerek, insanın böyle oğlu olmaktansa olmaması yeğdir’ dediler. Dirse Han bunları duyar duymaz hiddetlendi, ‘varın getirin, onu öldüreyim’ dedi. Derken ikinci bölük geldi huzura. Onlar da bir başka dedikodu getirdiler: ‘Hey Dirse Han’ dediler, ‘Oğlun doğruldu yerinden, göğsü güzel dağa ava gitti. Sen sağ iken av avladı, kuş kuşladı, anasının yanına geldi sonra, al şarabın en keskininden içti, annesiyle söyleşti, anlaştı, babasına kast eyledi. Oğlun, hayırsız, uğursuz çıktı Dirse Han Çapraz uzanan Ala Dağ’dan haber geçer hanlar hanı Bayındır Han’a ulaşır. Dirse Han’ın oğlu böyle böyle yapmış, derler. Seni anarlar, adın kirlenir, ünün horlanır. Bayındır Han’ın katında hiddet sana yönelir, gazap sana gelir. Böyle oğul sana göre değil, yokluğu varlığından iyi dediler. Dirse Han hiddetliydi, ‘Varıp getirin’ dedi, ‘böyle oğul bana gerekmez, öldüreyim onu.’ Buyruk verdiği adamları, Dirse Han’a; ‘Biz oğlunu nasıl getiririz, bizi dinlemez, sözümüzle gelmez, doğrul yerinden, yiğitlerini sevindir, onları al yanına, oğluna uğra, birlikte ava çık, kuş uçurup kuş avlayıp kazaya getir, onu öldür, böyle yapamazsan, başka türlü öldüremezsin, iyi düşün’ dediler. Tanyeli serin serin okşayınca yeryüzünü Sakallı bozbulanık çayır kuşu ötünce İri, cins atlar sahiplerini görüp huysuzlanınca Uzun sakallı müezzin ezana durunca Akın karanın seçilebildiği bir vakitte Güçlü Oğuz’un kızının, gelininin süslendiği çağda Göğsü güzel, yüce dağlara gün vurunca Beylerin, yiğitlerin birbirine koyulduğu zamanda seherin ilk ışıltısında, Dirse Han kalktı yerinden, oğlunu ve kırk yiğidini alarak ava çıktı.

Av avladılar, kuş kuşladılar. Dirse Han’ın kırk yiğidi, Boğaç Han’a gelerek, ‘Hey Boğaç Han!’ dediler, ‘baban geyikleri kovalamanı ister, onları karşısında boğazlamanı ister, oğlum at sürsün, kılıç çalsın, ok atsın, der. Sevinmek, kıvanmak, güvenmek diler.’ Boğaç ne bilsin! Geyiği yakalıyor, getiriyor, babasının önünde boğazlıyordu. At koşturuyor, ok atıyor, kılıç çalıyordu, babası görsün sevinsin, kıvansın istiyordu. Fitneciler bu kez Dirse Han’a geldiler, ‘Hey Dirse Han!’ dediler, ‘görüyor musun oğlunu, kırda bayırda kovaladığı geyiği getirip karşında boğazlıyor, ok atıyor ki seni vursun; o seni öldürmeden, sen onu öldürmenin yolunu bul.’ Boğaç, herşeyden habersiz, geyiği kovalıyor, babasının önünden rüzgâr gibi geçip gidiyor, tekrar geliyor, geçiyordu. Dirse Han gergindi. Hiddetle yayı aldı, bütün gücüyle gerdi, gerdi, üzengisinde yükselip, oğlunu nişanlayarak oku, iyice gerilmiş yaydan bıraktı. Oğlunun kürek kemikleri arasından saplanıp çıktı ok. Al kan fışkırdı, Boğaç, iri, cins atının boynuna yığıldı ilkin, onu kucakladı, sonra yere düştü. Dirse Han, oğlunun üstüne gürlemeye kalkıştı. Fitneciler bırakmadılar. Atın dizginini obasına doğrultup döndü Dirse Han. Hanımı, oğlunun ilk avı olduğu için attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirmiş, Oğuz beylerine şölen kurayım diye, kırk ince kızıyla birlikte toparlanmıştı.

Dirse Han dönünce karşıladılar. Attan indi, otağına geldi. Eşi, yüzüne baktı baktı, ‘Oğlum nerede? Neden dönmedi?’ diye sordu. Bir yandan çevreye bakınıyor, bir yandan Dirse Han’ın gözlerindeki ifadeyi anlamaya çalışıyordu. Oğlu yoktu. Kara bağrı sızladı birden, yüreği yerinden oynadı, kara süzme gözlerinden kanlı yaş dökülmeye başladı. Dirse Han’a bakalım neler söylemiş: Beri gel Başım bahtı, evim tahtı beri gel Han babamın damadı Kadın anamın sevgisi beri gel Göz açınca gördüğüm Gönül koyup sevdiğim Ey Dirse Han! Hanlar hanı! Kalkarak doğruldun yerinden Yelesi siyah, cins atına binip göğsü güzel yüce dağlara ava çıktın İki gittin bir geldin yavrumu nerede bıraktın, oğlum, gözaydınlığım hani? Karanlık gecede ocağıma düşen oğlum nerede? Yerinden çıkası gözüm yaman seğiriyor Dirse Han Oğlumun emdiği süt kesilsin damarı yaman sızlıyor. Ak tenim, sarı yılan sokmadan şişiyor Sadece oğlum yok bağrım yanıyor Kuru çaylara su saldım Kara donlu dervişlere adaklar adadım Açı görünce doyurdum çıplağı görünce donattım Tepe gibi et koydum önlerine göl gibi kımız Dilekle bir oğula kavuştum Ondan bir haber ver bana ey Dirse Han! Karşıda yükselen Ala Dağ’da uçurduysan oğlumuzu söyle bana Taşkınca çağlayan suda akıttıysan söyle Arslan ile kaplana yedirdiysen Kara giysili sapkın kafirlere verdiysen söyle bana Han babamın katına varayım Bol para ve asker alayım Sapkın dinli kafirlere ben vurayım Cins atımdan inmedikçe Yenimle al kanımı silmedikçe Oğlumun yolundan dönmeyeyim Kara başım feda olsun sana Dirse Han bana biricik oğlumdan bir haber ver Dirse Han’ın hatunu, ağlayıp feryad figan eyledi lâkin bir cevap alamadı erinden. Fitneci namertler gelip dikildiler karşısına ve; ‘Oğlun sağ esendir, bugün yarın demez gelir, dağda avdadır, kaygılanma, beyimiz kendisinde değildir, cevap veremez’ dediler. Dirse Han’ın hatunu yüz çevirdi. Onlara güvenmiyordu, oğul ateşiyle doğruldu, kalktı yerinden. Kırk ince kızla birlikte, iri, cins ata binip oğlunu aramaya çıktı. Yaz kış karı eksik olmayan Kızılık Dağı’na geldiler, yücelere tırmandılar. Uzaktaki vadiye kuzgunların, kargaların inip kalktığını gördüler. Dirse Han’ın hatunu, cins atını mahmuzladı, derenin yatağına doğru sürdü.

Dereye inince farketti. Oğlunun hareketsiz orada yattığını gördü. Leş kargaları kana, kan kokusuna iniyorlar fakat Boğaç’ın köpekleri tarafından kovuluyor tekrar havalanıyorlardı. Boğaç, kürek kemiklerinin arasından girip çıkan okla yere yıkılmış fakat boz atlı Hızır ansızın gelerek yarasını üç kez eliyle sığamış, ‘Bu yaradan sana ölüm yok evladım, korkma, dağ çiçeğiyle ana südü sana ilaçtır’ diyerek kaybolmuştu. Annesi çığlığı basarak Boğaç’ın cansız bedenine koştu. Al kana bulanmış yatıyordu. Oğluna söylemiş görelim neler söylemiş: Kara gözlerinde uyku sarhoşluğu var aç artık Oniki kemiğin dağılmış topla artık Allah’ın bağışladığı tatlı canın gezmekteymiş yakala artık Bedeninde can varsa ey oğul söyle bana Kara başım feda olsun sana Akar suların serindir Kazılık Dağı Akmaz olsun Yemyeşil otların biter Kazılık Dağı Bitmez olsun Koşuşur bağrında geyikler Kazılık Dağı Taş kesilsin koşmaz olsun Arslandan mı oldu bu hal oğul Yoksa kaplandan mı? Bu bela nerden erişti sana oğul nereden geldi Bedeninde can varsa söyle bana oğul söyle bana Kara başım kurban olsun sana Ağızdan dilden birkaç kelime söyle bana Boğaç’ın cansız bedeni kımıldadı. Gözkapakları kıpırdadı. Yavaş yavaş uyandı, gözlerini açtı başını kaldırdı, anasına baktı. Görelim burada Boğaç ne söylemiş: Ey ak südünü emdiğim ana beri gel Ak pürçekli azizim canım anam beri gel Akar sularına ilenme Bir günahı yoktur Kazılık Dağı’nın Biten otlarına ilenme Bir suçu yoktur Kazılık Dağı’nın Koşuşan geyiklerine ilenme Bir vebali yoktur Kazılık Dağı’nın Arslanına kaplanına ilenme Bir hatası yoktur Kazılık Dağı’nın Edeceksen babama beddua et Bu suç onun bu günah babamındır Anası dehşet içinde dinliyor, Boğaç anlatıyordu: Ana ağlama Bu yaradan bana ölüm yoktur korkma Boz atlı Hızır gelip üç defa yaramı sıvazladı Sana ölüm yok, dedi, dağ çiçeği, ana südü sana merhemdir, ilaçtır, dedi. Boğaç’ın dudaklarından bu kelimeler dökülür dökülmez kırk ince kız kıra dağılıp dağ çiçeği topladılar. Annesi göğsünü bir sıktı süt gelmedi, iki sıktı süt gelmedi, üçüncüde zorladı kendisini, sütle kan karışık geldi. Dağ çiçeğiyle birlikte yarasına sürdüler. Ata bindirip yurduna doğru yola koyuldular. Obaya varınca Boğaç’ı hekime emanet edip Dirse Han’dan gizlediler.

At ayağı tez, ozan dili çevik olurmuş. Kırk günde yarası iyileşti çocuğun, eskisinden sağlıklı, gürbüz oldu. At biniyor, kılıç kuşanıyor, ok atıyor, av avlıyor, kuş kuşluyordu. Dirse Han hâlâ onu ölü biliyordu. Fitneciler durumdan haberdar olunca durmadı, acaba ne yapar ne eder de kurtuluruz, diye kaygılanmaya başladılar. Öyle ya Dirse Han durumu öğrenirse Boğaç’tan işin aslını öğrenirse, bir an komaz derhal helâk ederdi onları. Düşünüp taşındılar, sonunda, ondan bize zarar erişmeden bizden ona erişsin, diyerek bir tenhada yakaladılar Dirse Han’ı. Ak ellerini arkadan bağlayıp, kıldan sicimi boynuna geçirdi, ak teninden kan fışkırıncaya değin hırpaladı, dövdüler. Dirse Han yayan, kendileri atlı yüreyerek, eli kanlı sapkın dinli kafirlere gittiler. Dirse Han tutsak olmuştu. Oğuz beylerinin haberi yoktu. Hatunu bunu duyunca oğluna koştu, bakalım ne söyledi: Görür müsün ey oğul neler oldu sarp kayalar oynamadı yerinden yer oyuldu Yurduna düşman uğramazken baban esir düştü. O kırk namert adam, tuttular babanı, ak ellerini ardından bağlayıp, kıldan sicimi geçirdiler ak boynuna, kendileri atlı onu yayan yürüttüler, eli kanlı sapkın dinli kafire teslim ettiler. Durma, durma vakti değildir. Yerinden kalk, yiğitlerini yanına kat Babanı kurtar ellerinden Yürü oğul, o sana kıydı diye sen ona kıyma Boğaç annesinden bu sözleri duyar duymaz yerinden uğradı, kara çelik kılıcını kuşandı beline, ak kirişli yayını aldı eline, altın sırmalı mızrağını koydu omzuna, iri, cins atına bindi, mahmuzladı, kırk yiğidiyle birlikte babasını kurtarmaya gitti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir