Senol Erdogan – Bir Wim Wenders Kitabi

Bir film çektiğinizde her zaman birçok insanla uğraşırsınız. Kameranızın önünde her zaman oyuncular olur. Anlatacağınız bir hikaye vardır. Uymanız gereken bir program vardır. Kısıtlı bir bütçeniz olur. Seyahat ettiğimde ve fotoğraf çektiğimde farklı bir ritmim vardır. Aniden, ufuk, gökyüzü, binalar, ağaçlar ve çevredeki her şey önem kazanır. Ah, evet, insanlar da, fakat onlar çevreleri içinde buharlaşırlar. Fotoğraf adaleti yeniden kurar: Manzara artık sadece hikayenin içinde geçtiği arkaplan değildir. Filmlerde, manzaraların ve mekanların gittikçe artan bir şekilde oyun dışı bırakıldıklarını hissediyorum. Televizyon üslubuna, odaklanmamış arkaplanlara karşı yakın çekimlerin hakimiyetine kurban oldular. Bir filmde, belirli bir çerçeve içinde olmayan her şey gene de vardır. Bir sonraki kesmede ya da kamera bir yandan öbür yana dönmeye başladığında görülür hale gelebilir. Bir fotoğrafta, çerçeveniz dışındaki her şey sonsuza dek dışlanmış olarak kalır. Belki bu benim sürekli şeyleri merkeze almaya çalışmamın nedenidir; böylece şeyler azami düzeyde bir güvenlik alanına sahip olurlar.


10 10 Bir fotoğraf çekmek, bir odanın dışına, dışarıdaki dünyaya pencereden bakmak gibidir. Fakat pencereye daha fazla yaklaşamazsınız, tüm gördüğünüz dünyanın pencereyle çerçevelenen kısmıdır. Bir filimde, pencereye kadar gidebilir ve oturduğunuz yerden görmediğiniz her şeyi görebilirsiniz. Bir fotoğraf çekerken, itimat edebileceğim bir çerçeve bulamazsam ve bu yüzden kendimi kaybedersem, ya da eğer bir merkez, ya da ufuk çizgisi ile onun şeklini verdiği manzara arasında bir denge yoksa, ya da çizgilerin ya da renklerin ahengini göremezsem, tüm tecrübe anlamsız hale gelir- resim boş kalır. Doğru, fotoğraflarımda çok insan yoktur, fakat her zaman, bir gün artık orada olmayacak, insanların arkalarında bıraktıkları ya da biz konuşurken ortadan kaybolabilecek bir şeyler vardır. Kaybolan her şey beni cezbediyor. Fotoğraflarıma bakarsanız, insanları kasten onların dışında bırakmaya gayret ettiğimi düşünebilirsiniz. Fakat tam tersine, çoğunlukla beyhude yere birinin yaklaşmasını beklerim. Son kertede, manzaraların tamamen bizim varlığımızla etkilenmemiş olduklarını görebilirsiniz. Evlerimiz, asfaltımız ve arabalarımız bile kalıcı bir etki bırakmaz. Los Angeles, Ocak 1997 11 11 WIM WENDERS’İN YAŞAMINA YÖNELİK BİR KAÇ SÖZ 1945 senesinde Almanya, Düsseldorf’ta doğan Wenders; tıp ve felsefe eğitimi aldığı sıralarda eğitimine ara verip Paris’e bir yıllığına yerleşip resim ve gravür eğitimi almaya başladı. Bu sırada da Cinémateque Francaise’e devam etti. Ülkesine döndüğünde 16 mm’lik bir kısa film çalışması yapan Wenders sinema okumaya karar vererek döndüğü yıl Münih Sinema Okulu’na kayıt oldu. Filmkritik, Süddeutsche Zeitung, Twen gibi dergilerde film eleştirileri yazarak sinema yazarlığına bulaştı. 1970 senesinde uzun metraj debutu olan Summer in the City’yi yaparak okulunu bitirdi.

Filmverlag der Autoren’in kurucuları arasında yer aldı. Ülkesinin ve kültürünün Amerikan kültürü altında kalışını deruni bir boyutta irdelediği ilk dönem filmlerine başlayan yönetmen Die Agnst des Tormanns beim Elfmeter filmi ile 1972 yılında adını duyurdu. Sonrasında ise kendisine “yol filmleri yönetmeni” dedirtecek olan filmlerini çekmeğe başladı. Yönetmen bu tarzı ile modern insanın yalnızlığı ile ilintili olarak iletişimsizliği üzerine eğildi. 77 senesinde yaptığı Amerikan polisiye yazarı Highsmit’den bir uyarlama olan Der Amerikanische Freund ile daha büyük prodüksiyonlara geçebilme şansına sahip oldu. İlgi duyduğu iki yönetmen: Nicholas Ray ve Samuel Fuller’e de bu film de rol vermişti Wim. Bu ilk renkli film çalışmasıyla Wenders, Coppola’nın dikkatini çekti ve Coppola’nın daveti üzerine ABD’ye gitti. 1978 yılından itibaren yönetmen çalışmalarını hem ABD hem 12 12 de Avrupa’da sürdürdü. ABD de ki ilk film çalışmasını 1982’de Coppala’nın yapımcılığı ile Hammet adı altında gerçekleştirdi. Yapımcısı ile fikir ayrılıklarına düştüğünden dolayı Wenders filmi dört yılda çekebildi ve ortaya ilginç, değişik bir polisiye çıktı. Hammet’in çekimlerinin sonlarına doğru yönetmen aynı zamanda; kanserden ölmek üzere olan Nicholas Ray’in yaşamının son dönemlerini filme çekmeğe başladı. 1980 sensinde ortaya mükemmel bir film olan Lightning Over Water- Nick’s Movie çıktı. Wenders 1982 senesinde Avrupa’ya döndü ve Portekiz’de Der Stand der Dinge isimli oldukça değişik çalışmasını ortaya koydu. 1985’de ise Tokyo’ya gitti ve büyük sinema üstadı Yasujiro Ozu’ya bir saygı filmi niteliğinde olan Tokyo-Ga’yı çekti. Daha sonra ise; Paris-Texas’da kayıplara karışan karısının peşinden Texas’a giden ve orada Amerikan kültürünün gerçek yüzünü keşfeden bir adamın öyküsüydü anlattı.

Film yalnızlık sinemasının kusursuz örneklerinden birisi olarak kabul gördü ki aldığı Altın Palmiye yönetmene büyük bir prestij kazandırdı. Ve Wenders 1987 yılında ülkesine döndü. Dönüşüyle bir, Der Himmel über Berlin filmini çekti. Bu çalışmasıyla 88’de Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü aldı. Aynı zamanlarda Written in the Best adlı kitabını yayımlattı ki bunun ardından sinema, fotograf ve benzeşik sanat dalları ile ilgili kitaplarını yayımlatmaya devam etti. Bir yıl sonrasında Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde onursal doktora ünvanını aldı. Bu aralarda belgesel niteliğinde filmler yapan Wenders, Antonioni’nin çektiği Par dela les Nuages filminde büyük yönetmene neredeyse asistanlık yaparak mütevaziliğini de göstermiş oldu. Son döneminde filmlerini genellikle ABD’de İngilizce 13 13 olarak çeken Wenders’in tam filmografyasını aşağılarda bulacaksınız ki açılımlarına zaten gireceğiz. Yeni Alman Sinemasının ve bu ismin boyutlarının ötesinin önemi su götürmez yönetmeni Wim Wenders, sinemayla karşılaşmasını şöyle anlatır: “Sinemaya ilk gittiğimde yanlış bir filme girmiştim. Şimdilerde neredeyse biten ama o zamanlar revaç olan iki film birden gösterimlerinden biriydi bu. Şişman ve Aptal filmi Dört Nala Giden Cesetlerin Gecesi filmi ile bir sunuluyordu. Filme büyükannem ile bir gitmiştim ve biz içeri girdiğimizde Dört Nala Giden Cesetlerin Gecesi başlamıştı bile. Yanılmıyorsam 7-8 yaşlarında falandım ve o günden beri sinema ile tuhaf-korkulu bir ilişkim olmuştur. O film, yıllarca düşlerime girdi.” Wim Wenders’in filmcilik yaşamına bakmak gerekir biraz; bir film okulunu bitirmiş olması onun Wenders olması için yeterli ya da tek olgu değildi elbet.

Her gerçek sinema ilgilisi kişinin bilebileceği gibi bir sinema okulunu bitirmek herkesi yönetmen ya da sinemacı yapmaz. Yönetmenin hayatında önemli ilk nokta öğrenimini yarıda bırakarak Paris’e gitmiş olmasıdır dersek bu hiçte yanlış olmaz. Wenders’in Fransa’ya gidişinin asıl sebebi IDHEC’de öğrencilikti ama gelgelelim okula alınmadı ve o da Paris’te kalarak belki de IDHEC’e girmekten daha iyi bir iş yapmış oldu. Biyografisinde de değindiğimiz gibi, bu süre içerisinde Wenders’in aksatmadan yaptığı tek şey; Henri Langlois’in Cinémathéque’inde gösterimlere girmesiydi ki yönetmen “Amerikalı Arkadaşım” çalışmasını Langlois’e adayacaktı. Wenders film tarihini burada öğrendiğini ifade eder. Ozu’yu burada tanımasına değin bir çok önemli nokta hep bu süre içerisinde 14 14 WIM WENDERS’İN SİNEMASI ÜZERİNE KISA BİR BAKIŞ VE “AMERİKAN RÜYASI”NIN BAŞLANGICI Bazı eleştirmenler, Wenders’in Amerika’ya olan sevgisini ve okya-nus ötesi tutkusu-nu ifade e t t i ğ i sinematografik kanonlara olan derin saygısını özellikle irdelediler. Düsseldorf’lu yönetmenin Amerika’dan ve bu ülkenin temsil ettiği efsanelerden etkilendiği herkesin bildiği bir gerçek. İlk uzun metrajlarını çevirdiği dönemlerden beri rock, onun filmlerinde görülen değişmez bir unsur. Hatta yönetmenin kesin bir tavırla söylediği ‘Rock, benim hayatımı kurtardı’ cümlesi de meşhurdur. Onun Amerikan polisiye, gangster ve yol filmlerine olan aşkını da bilmekteyiz zaten. Eğer okyanus ötesi sinema alışkanlığından sıyrılmaya çalıştığını ve Alman edebiyatına olan aşkını bir kenara bırakırsak onun, Avrupa karşıtı tipik bir Amerikalı sinemacı olduğunu düşünebiliriz. Pazar kuralları açısından yaklaşırsak (ki Wenders hala bu pazar kuralları karşısında dayanıklılığını sürdürmektedir) Amerikalı Arkadaş, onun ‘en Amerikan filmidir’ diyebiliriz. Ancak 15 15 eleştirmenlerin büyük çoğunluğu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da idealize edilen Amerikan yaşam tarzını ve bu yaşam tarzının yerel konuma, Almanya’nın sosyo-kültürel dokusuna nüfuz edişini olumsuz yönde karşıladı. Eğer bu şekilde düşünürsek Wenders’in Alman bir yönetmen olduğunu, hatta yeni Alman sineması yönetmenlerinden bile daha Alman olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu durum seyirciye, Wenders’in sinemasına daha politik, hatta tarihsel ve sosyolojik açıdan bakma olanağını veriyor.

Yönetmen, filmlerindeki karakterlerle ilgili olarak ‘Onların geriye gitmeleri, onları geçmişlerine, ebeveynlerine, tarihlerine götürüyor. Sonunda bu durum onların politikanın eline düşmelerini sağlıyor’ demektedir. Wenders’in sinemasında Alman halkının tarihine, Almanya’nın Nazi geçmişine ve ‘ülkenin yaralarını yaşanılan acıları unutarak sarmaya’ dolaylı yoldan değiniliyor. Aşağı yukarı bütün Alman entelektüeller zaman zaman bu problem üzerine konuşuyorlar. Alman tarihinin Nazi geçmişine ilişkin olarak, yeni Alman sinemasının bir başka ismi Werner Herzog’un Mayıs 1977’de bir röportajında yaptığı açıklamayı gündeme getirmek ilginç olabilir: ‘Ulusal Alman kültüründen bahsederken önemli bir açıklama yapmak gerek. Üçüncü Reich dönemi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında barbarlığın kokusu Alman kültürünün etrafında dönüp durmaktadır (…) 20’li yıllarda Murnau, Fritz Lang, Pabst ve diğerleri haklı yönetmenlerdi, ve biz de onlar gibi haklıyız (…) Alman sinemasının yeniden doğuşu yaşanmakta, büyük bir canlılık var (…) Alman kültürü yeniden ulusal kültürün içine işlemekte. Birçok insan bizim 30’lu yılların büyük 16 16 yönetmenleriyle, dışavurumcularla tarihsel ve stilistik anlamda bağlarımızın olduğunu düşünmekte. Ama böyle değil. İkinci Dünya Savaşı sonrasında otuz yıl boyunca bu devamlılık yıkıldı. Başka hiçbir ülkede böyle bir yıkım yaşanmadı: Yeniden ele aldılar, savaş sonrasında Yeni Gerçekçiliğin başladığı ve sonra devam ettiği İtalya’da olduğu gibi (…) Böyle söylüyorum çünkü Alman kültürü bu kötü kokuyu önümüzdeki iki yüz yıl boyunca taşımaya devam edecek (…) Ön yargılar yavaş yavaş birikiyor ve asırlar boyunca bu kötü koku Almanlara mâl edilecek ve her zaman bir engel oluşturacak.’ Wenders, Nazi tarihi ve geçmişin hayaletleri üzerine açıkça konuşmamıştır, ama filmleriyle akademik tartışmalara göre ileri bir adım atmış ve savaş sonrasını yaşamış genç bir yönetmenin gözünden gerçeği incelemiş, tasvir etmiştir. Yönetmenin filmleri, savaş sonrası Almanya’da gündelik yaşamın gerçeğine, Amerikan kültürü tarafından sömürülen halka bir bakıştır. Wenders, savaş sonrası Almanya’sı hakkında şunları söylemiştir: ‘İlk güçlü etki, yabancı kültürlere kapılmak ve başkalarının tarihinde boğulmak oldu. 50’lerin başlarında ve 60’larda da hakim olan Amerikan kültürüydü. Bir başka deyişle, yirmi yılın açtığı deliği ve bu deliğin nasıl doldurulduğunu unutma gerekliliği… Fransa, İtalya ve İngiltere’dekinden çok daha yoğun biçimde Amerikan kültürünü taklit ederek… Amerikan ordusu buradaydı ve hala burada (…) Ancak Amerikan emperyalizminin etkisi Almanların kendi geçmişleriyle yaşadıkları problemlere dayanıyor.

Bu problemleri unutmanın bir yolu da Amerikan emperyalizmini kabul etmek oldu (…) İşgalci güçler hiçbir zaman reddedilmedi, aksine 17 17 kabul gördü, suçluluk duygusundan ve açılan deliği kapatmak için. Bu deliği sakızla, Polaroid fotoğraflarla kapattık’. Wenders, 20’li ve 30’lu yılların Alman sinemasından, Fritz Lang gibi geçmişin büyük yönetmenlerinden bahsettiğinde yurttaşlarıyla bir polemik oluşturuyor: ‘Fritz Lang öldüğü zaman onun ölüm haberini vermeyen gazete, özellikle dergi yoktu. Ancak İtalyanlar ve Fransızlar bizdekinden daha bilgiliydiler ve onların basını daha övgü dolu yazılar yazdılar. Hiç kimse yirmi yıl boyunca onun eserine değer verilmediğini söyleyemez (…) Bence Lang’ın önemi Almanya’dan Amerika’ya gittiğinde ortaya çıktı. Onun Amerika’ya gitme nedeni ve oradaki filmlerinin daha kötü oluşu sinema tarihi açısından önemli bir temsil niteliğini taşıyor. Aslında Amerika’da yaptığı filmler tam olarak daha kötü değil, daha farklılar. Almanlar, tam olarak da Lang’ın bu dönemine değer veremiyorlar. Ancak Amerika’ya gidişinden de yine onlar sorumlu.’

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir