Donna Tartt – Saka Kusu

Hâlâ Amsterdam’dayken, yıllar sonra ilk defa annemi gördüm rüyamda. Bir haftadan fazladır otelime hapsolmuş durumdaydım, birilerine telefon etmekten ya da dışarı çıkmaktan korkuyordum ve en masum seslerde bile yüreğim ağzıma geliyordu: asansör zili, minibar arabasının tıngırtısı, hatta saat başı çalan kilise zilleri -De Westertoren, Krijtberg kiliseleri-tınlamanın eşiğinde karanlık bir ses, karmakarışık masalsı bir kıyamet hissi. Gündüz vakti yatağın ayak ucunda oturup televizyondaki Felemenkçe haberleri çözmeye çalışıyordum (ki Felemenkçe tek bir kelime bile bilmediğimden bu tamamen umutsuz bir çabaydı), pes edince de omuzlarıma devetüyü rengi paltomu atmış halde -çünkü New York’tan aceleyle ayrılmıştım ve yanıma aldığım şeyler kapalı mekânlarda bile yeterince sıcak tutmuyordu- pencerenin önünde oturup kanalı izliyordum. Dışarıda her şey hareket ve neşeden ibaretti. Noel zamanıydı, geceleri kanalın üstündeki köprülerde ışıklar parıldıyordu, atkıları buz gibi rüzgârda uçuşan kırmızı yanaklı dames en heren [1] , bisikletlerinin arkasına Noel ağaçlarını bağlamış, Arnavut kaldırımı taşların üzerinde tıngır mıngır ilerliyorlardı. Öğleden sonraları, amatör bir grup kış havasında tiz ve kırılgan bir şekilde asılı kalan Noel şarkıları çalıyordu. Darmaduman edilmiş oda servisi tepsileri, bir sürü sigara, duty free’den alınmış ılık votka. Dört duvar arasında geçen bu huzursuz günlerde, hücresini tanımaya çalışan bir mahkûm gibi odayı karış karış öğrendim. Amsterdam’a ilk gelişimdi, şehre dair neredeyse hiçbir şey görmemiştim, yine de kasvetli, cereyanlı, güneşle yıkanmış güzelliğiyle bu odanın kendisi bile Kuzey Avrupa’ya dair sağlam bir fikir veriyordu. Hollanda’nın minyatür bir örneğiydi: Doğu’dan ticaret gemileriyle getirilmiş, dibine kadar işlemiş lüksle karışık kireç badana ve Protestanlara özgü namusluluk. Yazı masasının üstünde asılı duran, altın yaldızlı çerçeveli iki minik yağlı boya tabloyu dikkatle incelemek için hiç de makul sayılmayacak bir vakit harcadım; birinde köylüler bir kilisenin yanı başındaki buz tutmuş gölette paten kayıyor, diğerindeyse bir yelkenli çalkantılı kış denizinde azametle ilerliyordu. Dekoratif kopyalardı, özel bir yanları yoktu, oysa ben onları sanki eski Hollandalı üstatların esrarlı yüreklerine giden anahtar içlerine şifrelenmişçesine incelemiştim. Dışarıda sulu sepken pencerenin camlarına vuruyor ve kanalın üzerine çiseliyordu. Sırmalı kumaşlar gösterişli, halıysa yumuşacık olsa da kış mevsiminin ışığı içeriye beraberinde 1943’ten kalma serin bir hava, mahrumiyet ve tasarruf, şekersiz açık çay ve aç açına yatılan yatakları da getiriyordu. Her sabah erkenden, daha hava aydınlanmamışken, resepsiyonistler işlerinin başına geçmeden ve lobi dolmaya başlamadan önce gazeteleri almak için aşağıya iniyordum.


Otel görevlileri alçak sesle konuşuyor, sessiz adımlarla hareket ediyordu. Gözleri beni, gün içinde asla aşağıya inmeyen yirmi yedisindeki bu Amerikalı adamı görmezden gelen soğuk bir tavırla yalayıp geçiyordu, bense (koyu renk takım elbiseli, asker tıraşlı, kemik çerçeveli gözlüklü) gece müdürünün herhangi bir sorunun önüne geçmek ya da gürültü patırtıdan kaçınmak için bazı yollara başvurabileceğine ikna etmeye çalışıyordum kendimi. Herald Tribune’da içinde bulunduğum çıkmaza dair hiçbir haber yoktu ama bu haber benim kavrayabileceğimin çok ötesinde bir yerde kışkırtıcı bir şekilde duran, yabancı basım koyu renkli büyük harflerle bütün Hollanda gazetelerindeydi. Onopgeloste moord. Onbekende [2] . Yukarı çıktım, yatağa geri girdim (tamamen giyinik bir halde, oda çok soğuktu çünkü) ve gazeteleri yatak örtüsünün üzerine yaydım. Polis arabaları ve olay yeri şeridi görünen fotoğrafları, hatta çözümlemesi çok güç resim altı yazılarını inceledim, adımı bilmiyorlarmış gibi görünse de eşkalimin ellerinde olup olmadığını veya kamuoyundan bilgi saklayıp saklamadıklarını anlamanın hiçbir yolu yoktu. Oda. Kalorifer. Een Amerikaan met een strafblad. [3] Kanalın zeytin yeşili suları. Hasta ve üşüyor olduğum ve çoğu zaman ne yapacağımı şaşırdığım için (sıcak tutacak giysiler getirmeyi unuttuğum gibi yanıma bir kitap almayı da ihmal etmiştim) günün büyük kısmını yatakta geçiriyordum. Gece hemen öğleden sonra çöküyor gibiydi. Sık sık -dağılmış gazetelerin hışırtısının arasında- uykuya dalıyor ve uykudan uyanıyordum ve rüyalarım ekseriyetle uyanık olduğum saatlere de sızan o aynı meçhul endişeyle bulanıyordu: davalar, asfalt yolun üzerinde patlayarak açılınca içindeki giysiler her tarafa dağılan bir bavul ve asla yetişemeyeceğimi adım gibi bildiğim uçaklar için koşturduğum bitmek bilmez havaalanı koridorları. Ateşim çıktığı için gece mi gündüz mü bilmez halde yığılıp kaldığım yerde sırılsıklam terleyerek bir dolu tuhaf ve son derece gerçekçi rüya görüyordum ama bu gecelerin sonuncu ve en kötüsünde annemi gördüm rüyamda: kısa ve öz, daha çok bir ziyaret hissi veren gizemli bir rüya.

Hobie’nin dükkânındaydım -ya da daha doğrusu tekinsiz bir rüya boşluğu bu dükkânın kabataslak çiziverilmiş hali gibi görünüyordu- arkamda ansızın öylece beliriverdiğinde, orada olduğunu aynadaki yansımasından anladım. Onu görünce mutluluktan öylece kalakaldım, oydu işte, en ufacık ayrıntısına kadar, çillerinin oluşturduğu şekil bire birdi, bana gülümsüyordu, daha güzeldi ve henüz yaşlı değildi, siyah saçları ve dudaklarının o gülünç, kalkık duruşuyla bütün bir odayı dolduran şey bir rüya değil, bir varoluştu: bütünüyle ona ait bir güç, diri bir özgünlük. Ve ne kadar çok istesem de arkama dönemeyeceğimi biliyordum, ona doğrudan bakarsam onun dünyasıyla benimkinin yasalarını çiğnemiş olacaktım; bana gelebileceği tek şekilde gelmişti ve gözlerimiz aynada uzun, kıpırtısız bir an boyunca birleşti ama tam da -neşe, şefkat, hiddet karışımı bir hisle- konuşacakmış gibi olduğunda bir buhar aramızı doldurdu ve ben uyandım. II Yaşasaydı her şey çok daha güzel olurdu. Fakat ben daha çocukken öldü ve o zamandan beri başıma gelen her şey tamamen benim kendi hatam olsa da yine de onu kaybettiğimde beni daha mutlu bir yere, daha kalabalık ya da cana yakın bir hayata götürebilecek herhangi bir işareti görme yetimi de kaybetmiştim. Onun ölümü, ayırıcı işaret: Öncesi ve Sonrası. Bunca yıl sonra bunu kabullenmek üzücü olsa da bana sevildiğimi onun hissettirdiği gibi hissettirecek hiç kimseyle tanışmadım. Her şey canlanırdı onunla birlikte; tılsımlı, abartılı bir ışık yayardı çevresine, öyle ki bir şeyi onun gözlerinden görmek o şeyi normalinden çok daha parlak renklerde görmek demekti – ölmeden birkaç hafta önce, Greenwich Village’daki bir İtalyan restoranında onunla geç vakitte yediğimiz akşam yemeğini ve ansızın gömleğimin kolunu yakalayışını, üstünde mumlar yanan bir doğum günü pastasının âdeta acı veren güzelliğini, soluk bir ışık çemberinin karanlık tavan boyunca titreşerek mutfaktan çıkıp ilerleyişini ve sonra bu pastanın bir ailenin ortasına hepsinin yüzlerini aydınlatacak şekilde konuşunu, yaşlı bir kadının yüzünün sevince boğuluşunu, dört bir yandaki gülümsemeleri, garsonların ellerini arkalarında birleştirerek bir adım geri çekilişlerini hatırlıyorum – şehir merkezindeki ucuz herhangi bir restoranda görebileceğiniz sıradan bir doğum günü yemeği işte ve eminim annem bunun üzerinden çok geçmeden ölmemiş olsaydı hatırlamayacaktım bile ama bu doğum gününü ölümünden sonra da defalarca düşündüm ve doğrusunu söylemek gerekirse muhtemelen hayatım boyunca da düşüneceğim. O mum ışıklı çember, onu kaybettiğimde kaybolan gündelik, olağan mutluluğun yaşayan resmi. Annem çok da güzeldi. Güzelliği ikinci plandaydı ama yine de güzeldi işte. Kansas’tan New York’a yeni geldiğinde yarı zamanlı modellik yapmış ama kameranın karşısında bu işte iyi olamayacak kadar tedirginmiş; sahip olduğu şey, fotoğrafa aktarılamıyormuş bir türlü. Yine de o bütünüyle kendisiydi, nadir bulunan türden. Ona gerçekten benzeyen tek bir kişi gördüğümü hatırlamıyorum. Simsiyah saçları, yazın çillenen açık teni, içleri ışıklarla dolu masmavi gözleri vardı ve elmacık kemiklerinin kavisinde bazen insanların İzlandalı olduğunu zannettikleri tuhaf bir kabile ve Kelt Şafağı karışımı taşıyordu.

Aslında Kansas’ın Oklahoma sınırına yakın bir kasabadandı, yarı İrlandalı yarı Çeroki’ydi ve bir yarış atı kadar gösterişli, gergin ve şık olsa da kendisine Oklahomalı anlamında Okie diyerek beni güldürmeyi severdi. Bu egzotik karakter fotoğraflarda biraz fazla Sert ve hoşgörüsüz çıkıyordu maalesef -çilleri makyajla kapatılmış, saçları Genji’nin Hikâyesindeki asilzadeler gibi ensesinde bir atkuyruğuyla toplanmış- ve hiçbir surette ortaya çıkmayan şeyse onun o sıcaklığı, o neşeli, ne yapacağı belli olmaz mizacıydı, yani benim onunla ilgili en çok sevdiğim şeydi. Fotoğraflarda göze çarpan durgunluktan kameraya ne kadar güvenmediği açık; bir kaplan gibi tetikte, saldırıya karşı zırhlanıyor havası yayıyor çevresine. Ama gerçekte hiç de öyle değildi. Heyecan verici zindelikle, ani ve hafif jestlerle hareket eder, her an ürküp uçup gidiverecekmiş gibi duran uzun, zarif bir bataklık kuşu gibi koltuğun hemen ucuna tünerdi. Kullandığı sert ve davetsiz sandal ağacı kokulu parfümüne bayılırdım, alnımdan öpmek için bir anda üstüme çullandığında kolalı gömleğinin hışırtısına da. Ve gülüşü, her ne yapıyorsan bir kenara bırakıp sokakta peşinden gitme isteği uyandırmaya yeter de artardı bile. Nereye gitse erkekler gözlerinin ucuyla onu süzer ve bazen beni birazcık rahatsız edecek şekilde bakarlardı ona. Ölümü benim suçumdu. Diğer insanlar böyle olmadığı konusunda beni temin etmek için biraz fazla aceleci davranmışlardır hep ve evet, o daha çocuk, kim bilebilirdi ki, korkunç kaza, şanssızlık, herkesin başına gelebilirdi, hepsi kesinlikle doğru ve ben bunların tek kelimesine bile inanmıyorum. On dört yıl önce, 10 Nisan’da, New York’ta oldu. (Bu tarihi atarken elim bile duraksıyor; yazması için, kalemin kâğıt üzerinde hareket etmeye devam etmesi için onu zorluyorum. Tamamen sıradan bir gündü o gün ama artık paslı bir çivi gibi takvime saplanmış duruyor.) Gün planlandığı gibi gitseydi sekizinci sınıfımın geri kalanı gibi gökyüzünde hiçbir iz bırakmadan yutulacak, dağılıp gidecekti. O güne dair ne hatırlardım ki o zaman? Pek az şey ya da hiçbir şey.

Ama tabii ki o sabahın dokusu şu anda çok daha belirgin; havadaki sırılsıklam, nemli hisse kadar… Gece yağmur yağmıştı, korkunç bir fırtına olmuştu, dükkânları su basmış, birkaç metro istasyonu kapatılmıştı; bizse apartmanımızın önündeki üstüne basınca “şılap şılap” eden halının üzerinde dururken, annemin en sevdiği kapı görevlisi, annemin bir numaralı hayranı Goldie, Elli Yedinci Cadde’yi bir kolu havada geri geri yürüyor, bir taksi yakalamak için ıslık çalıyordu. Arabalar yerdeki pis suları sıçratarak hızla geçip gidiyordu; yağmurla şişmiş bulutlar gökdelenlerin tepesine üşüşüyorlar, esip yer değiştirerek arkalarında açık, mavi gökyüzü parçaları bırakıyorlardı; aşağıda, egzoz dumanlarının altındaki sokaklardaysa rüzgâr, ilkbahar havası gibi nemli ve yumuşacık esiyordu. Su sıçratarak köşeyi dönen bir taksi tepe ışığını söndürünce geri çekilip, “Ah, bu da dolu, hanımefendi,” diye seslendi Goldie caddenin gürültüsünün arasından. Kapı görevlilerinin en ufaktefeğiydi Goldie; solgun yüzlü, zayıf, neşeli, minyon bir adamdı, açık tenli bir Porto Rikoluydu, eski bir tüy sıklet boksörüydü. İçki içmekten (bazen gece vardiyasında kapıya geldiğinde nefesi J&B kokardı) gözlerinin altı torbalanmış olsa da hâlâ sırım gibi, kaslı ve atikti – hep birileriyle şakalaşırdı, hep köşe başında bir sigara molası verirdi, hava soğukken bacaklarının üzerinde yaylanır, beyaz eldivenli ellerine hohlardı, İspanyolca şakalar yapar ve diğer kapı görevlilerini kahkahalara boğardı. “Bu sabah çok aceleniz var galiba?” diye sordu anneme. Yakasındaki isim etiketinde BURT D. yazıyordu ama altın dişi ve soyadı de Oro, İspanyolcada “altın” anlamına geldiği için herkes ona Goldie derdi. “Hayır, yeterli zamanımız var, sorun yok.” Ama bitkin görünüyordu annem, rüzgârda çözülüp uçuşan fularını yeniden sararken elleri titriyordu. Bunu Goldie de fark etmiş olmalıydı çünkü bana şöyle bir bakan (geriye doğru çekilip binanın önündeki beton çiçekliğe dayandı, anneme bakmaktan kaçınıyordu) gözlerinde belli belirsiz bir hoşnutsuzluk vardı. “Metroya binmiyorsunuz yani?” dedi bana. Benim ne diyeceğimi bilemediğimi anlayınca, “Ah, halletmemiz gereken bir iki iş var da,” dedi annem söylediğine kendi de inanmayarak. Normalde ne giydiğine pek dikkat etmezdim ama o sabah üstünde olan giysiler (beyaz trençkot, incecik pembe bir fular, siyah-beyaz iki renkli makosenler) hafızama öyle bir kazınmış ki artık onu başka türlü hatırlamak benim için çok zor. On üç yaşındaydım.

O son sabah aramızda ne kadar tuhaf, kapı görevlisinin fark edebileceği kadar gergin bir hava olduğunu anımsamaktan nefret ediyorum, başka zaman olsa iki yakın arkadaş gibi konuşup gülüşüyor olurduk ama o sabah birbirimize söyleyecek pek bir şeyimiz yoktu çünkü okuldan uzaklaştırma almıştım. Bir gün önce onu ofisinden aramışlardı, sessiz ve öfkeli bir halde eve gelmişti, işin kötü yanı neden uzaklaştırma aldığımı bile bilmiyordum, gerçi Bay Beeman’in (ofisinden öğretmenler odasına giderken) ikinci katın penceresinden en yanlış zamanda baktığından ve beni okul sınırlarında sigara içerken gördüğünden (daha doğrusu, beni Tom Cable’ın yanında o sigara içerken gördüğünden, ki bu benim okulumda hemen hemen aynı suç anlamına geliyordu) yüzde yetmiş beş emindim. Annem sigaradan nefret ederdi. Haklarında hikâyeler dinlemeye bayıldığım ve adaletsiz bir biçimde ben onları tanıma şansı bulamadan ölen anne ve babası Batı’yı gezip dolaşan dost canlısı at antrenörleriymiş ve geçimlerini Morgan atlarını yetiştirerek sağlıyorlarmış: Her yıl Kentucky Derby at yarışlarına giden, kokteyl içen, kanasta oynayan ve sigaralarını evin dört bir yanındaki gümüş kutularda saklayan hayat dolu bir çiftlermiş. Derken büyükannem bir gün ahırdan eve dönünce iki büklüm olmuş ve kan tükürmeye başlamış ve annemin ergenlik yıllarının geri kalanında ön verandada her zaman oksijen tankları olmuş ve yatak odasının panjurları hep kapalı kalmış. Fakat -korktuğum gibi ki bu korkum yersiz değildi- Tom’un sigarası buzdağının yalnızca görünen kısmıydı. Okulda bir süredir başım beladaydı zaten. Her şey babam birkaç ay önce evden kaçıp annemle beni terk edince başladı ya da daha doğrusu çığ gibi büyüdü; onu hiçbir zaman öyle çok sevmemiştik, annemle ben onsuz çok daha mutluyduk ama başkaları babamın bizi apansız (parasız pulsuz, nafakasız, bir adres bile vermeden) terk edişiyle şaşırıp dertlenmişti ve Yukarı Batı Yakası’ndaki okulumdaki öğretmenler benim için öyle üzülmüşlerdi, bana anlayış gösterip destek olmaya öyle hevesliydiler ki burslu bir öğrenci olarak bana bütün özel izinleri ve gecikmeli teslim tarihlerini sağladılar, ikinci ve üçüncü şansları verdiler; birkaç ay boyunca kuyuya ipi uzattılar, ta ki ben kendimi derin mi derin bir deliğin dibine çekmeyi başarana kadar. Hal böyleyken ikimiz -annem ve ben- bir müzakere için okula çağırılmıştık. Müzakere on bir buçuktaydı ama annem sabah için izin almak zorunda kaldığı için Batı Yakası’na erkenden gidiyorduk – kahvaltı yapmak (ve tahmin ettiğim üzere ciddi bir konuşma yapmak) ve birlikte çalıştığı birine doğum günü hediyesi alabilmek için. Önceki gece sabah iki buçuğa kadar ayakta kalmıştı, e-postalar yazıp ofiste olmayacağı sabahı telafi etmeye çalışırken bilgisayarın ışığıyla aydınlanan yüzü gergindi. “Sizi bilmem ama,” diyordu Goldie anneme büyük bir şevkle, “ben diyorum ki bütün bu ilkbahar ve nem artık yetti. Yağdı da yağdı…” Titredi, pandomim yapar gibi yakasını yukarı kaldırdı ve havaya baktı. “Bugün öğleden sonra havanın açması lazım.” “Evet, biliyorum ama ben artık yaza hazırım.

” Ellerini ovuşturdu. “İnsanlar şehri terk eder, yazdan nefret eder, sıcaktan yakınıp dururlar ama ben… ben tropikal bir kuşum. Ne kadar sıcak, o kadar iyi. Haydi bakalım!” Ellerini çırpıyor, topuklarının üzerinde caddeye doğru arka üstü eğiliyordu. “Ve… size en çok neyi sevdiğimi söyleyeyim, hani buralar sakinleşir ya temmuz gelince… Bina bomboş ve sakin olur, herkes bir yerlere gitmiştir, bilirsiniz?” Parmaklarını şıklattı, taksi hızla geçip gitti. “Benim tatilim budur işte.” “Burada sıcaktan yanmıyor musun?” Benim mesafeli babam annemin bu özelliğinden nefret ederdi – garsonlarla, kapı görevlileriyle, kuru temizlemecideki hırıltılı ihtiyar adamlarla sohbete girişme meylinden. “Yani kışın üstüne bir ceket daha giyebilirsin hiç olmazsa…” “Kışın kapıda çalışıyor musunuz siz? Size şunu diyeyim, hava çok soğuyor. Kaç ceket, kaç şapka giydiğinizin önemi yok. Ocakta, şubatta burada böyle dikiliyorsunuz ve rüzgâr nehirden esiyor. Bırrr.” Tedirginlikle tırnaklarımı kemirirken Goldie’nin işaret etmesine rağmen geçip giden taksilere bakıyordum. On bir buçuktaki müzakereye kadar beklemenin tam bir işkence olacağının farkındaydım ve yapabileceğim tek şey öylece dikilmek ve suçlayıcı sorular yumurtlamamaktı. Bizi ofisten içeri aldıklarında hangi sözlerle annemle üstümüze üşüşecekleri konusunda hiçbir fikrim yoktu; “müzakere” kelimesi başlı başına bir otorite meclisini, ithamları ve yüzleşmeleri, olası bir kovulmayı çağrıştırıyordu. Bursumu kaybedersem bu bizim için tam bir felaket olurdu; babam gittiğinden beri parasızdık, paramız kiraya ucu ucuna yetiyordu.

Hepsinden öte Bay Beeman’in bir şekilde Hamptons’ta Tom Cable’a yatıya gittiğimde birlikte boş yazlık evlere zorla girdiğimizi öğrendiğinden endişe duymaktan midem bulanıyordu. Evlere “zorla girmek” diyorum ama aslında ne bir kilidi zorlamıştık ne de herhangi bir hasar vermiştik (Tom’un annesi emlakçıydı, ofisindeki rafta duran yedek anahtarlarla girmiştik o evlere). Daha çok merakla dolapları kurcalıyor ve şifonyerlerin çekmecelerine bakıyorduk ama bir şeyler aldığımız da oluyordu: buzdolabından bira, birkaç Xbox oyunu ve bir DVD (Jet Li, Kır Zincirlerini) ve toplamda yaklaşık doksan iki dolar tutarında para – bir mutfak kavanozunun içinden buruş buruş beşlikler ve onluklar, çamaşır odalarından ceplerden çıkan avuç avuç bozukluk. Bu ne zaman aklıma gelse kusacak gibi oluyorum. Tomlara gidişimin üzerinden aylar geçmişti ama Bay Beeman’in evlere girdiğimizi bilmesinin mümkün olmadığını kendime ne kadar anlatmaya çalışırsam çalışayım -nereden bilebilirdi ki?- hayal gücüm panik halindeki zikzaklar gibi uçuşup oradan oraya fırlıyordu. Tom’u ele vermemeye kararlıydım (onun beni ele verip vermediğinden emin olmamama rağmen) ama bu beni zor bir durumda bırakıyordu. Nasıl böyle bir aptallık etmiş olabilirdim? Zorla bir eve girmek suçtu, insanlar bu yüzden hapse giriyordu. Bir önceki gece saatlerce bir o yana bir bu yana dönmüş, yağmurun düzensiz sağanaklar halinde penceremin camına vuruşunu izlemiş ve bu olayı önüme çıkarırlarsa ne diyeceğimi merak etmiş, işkence çeker gibi gözümü bile kırpamamıştım. Ama kendimi nasıl savunabilirdim, daha ne bildiklerini bile bilmezken? Goldie derin derin iç çekti, elini indirdi ve geri geri yürüyerek annemin durduğu yere geldi. “İnanılacak gibi değil,” dedi anneme bıkkınlık akan gözleriyle caddeye bakarak. “SoHo’da bizim oraları sel bastı, duymuşsunuzdur, değil mi, Carlos da BM’nin yukarı taraflarındaki bazı caddelerin yollarının tıkandığını söylüyordu.” Tüm kasvetimle çalışan kalabalığının kuyruk olup bir kovan dolusu eşek arısı kadar neşesizce şehir içi otobüslerine akın edişini izliyordum. Bir iki blok batıya yürüsek şansımız daha yaver gidebilirdi ama annem de ben de kendi başımıza yola koyulsak Goldie’nin güceneceğini bilecek kadar tecrübeliydik. Fakat tam da o anda -öyle aniydi ki hepimiz yerimizden sıçradık- tepe ışığı yanan bir taksi patinaj yaparak bize doğru geldi, etrafa lağım kokan sular sıçrattı. “Dikkat etsene!” dedi Goldie, taksi kaldırıma yanaşırken kenara sıçradı ve sonra annemin şemsiyesi olmadığını fark etti.

“Bekleyin,” dedi, hemen lobiye, şöminenin yanı başında pirinç bir kutunun içinde saklayıp yağmurlu günlerde yeniden dağıttığı kayıp ve unutulmuş şemsiyeler koleksiyonuna koştu. “Yok,” diye seslendi annem, şeker çizgili katlanır şemsiyesini bulmak için çantasını kurcalarken, “hiç zahmet etme, Goldie, şemsiyem var benim…” Goldie fırlayıp kaldırıma geri döndü ve taksinin kapısını annemin arkasından kapattı. Sonra eğildi ve camı tıklattı. “Size iyi günler dilerim,” dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir