Emine Senlikoglu – Cin Iskencesi

1946 yılında başladı her şey. Çerçek’e bağlı bir köyde, annem, babam, benden bir yaş büyük olan Turgut ve üç yaş büyük olan ablam Çiçek ile birlikte, mutlu bir hayat yaşıyorduk. Köyümüz, sanki cennete özenmiş bir köydü. Yağmur yağdığında, hava mis gibi hayat kokardı. Toprağının kokusu hayat iksiri denilen efsaneyi hatırlatırdı. Buram buram toprak kokusu hiç bir parfümü aratmazdı. Zaten hiç bir parfüm de o kokuyu bulmak mümkün değildi. Köyümüzün yolu, sağlı sollu meyve ağaçlan ve çiçeklerle süslenmişti. Adeta usta ressam fırçasından çıkmış bir tabloyu andırıyordu. Hayalimde, köyümüzü seyrederken ruhumun dinlendiğini hissederdim. Nasıl dinlenmez insan? İlkbaharda çiçekler açtığı zaman bir alem olurdu köyümüz. Yolun sağında ve solunda, inci gibi dizilmiş evlerin önündeki meyve çiçekleri, pembe, beyaz, mavi, yer yer kırmızı açtığında rüya aleminden bir yer alınmış, köyümüze kondurulmuş hissi verirdi. Köyde, birbirimizi seven sekiz arkadaştık. Bir gün gelip de, o arkadaşlarımdan geride kalacak olanın sadece bir resim olacağını hiç bir zaman düşünmemiştim. Turgut’la ben, kasabada liseye başlayacaktık bu sene.


Büyük bir heyecanla gerekli hazırlıkları yapıyorduk. Amman ne mutluluktu o günlerin heyecanı! Sanki rüya aleminde gibiydik! Ben ilk defa şehir görecektim. Bu da heyecanıma heyecan Katıyordu. Ağabeyimle ben çok iyi anlaşırdık. Öyle ki, ablam bizi kıskanır gibi yapar, ben de her seferinde ona izah ederdim: “Turgut benim hem arkadaşım, hem kardeşim. Sen kızlarla bebekçilik oynarken ben onunla oynardım.” Bir seferinde yine böyle dediğimde Turgut gururla söze katılmıştı: — Ee, bir de ağabeylik var aslanım. Ağabey olmayı es geçme. Birbirimizi çok severdik. Sanki, birimiz olmasa, ötekimiz yaşayamazdık. Bize öyle gelirdi. Babam bizim samimiyetimizden öylesine zevk duyardı ki, bizi sanki dinlendirici bir film izlermiş gibi izlerdi. Sık sık da aynı şeyleri söylerdi: — Bugün siz candan iki dost iseniz bunu inanç birliğine borçlusunuz. İnancınız ayrıldı mı kardeş olduğunuzu bile unutur, hatta kardeş olduğunuzdan dolayı birbirinizden utanırsınız. Babamın bu sözleri üzerine düşünürdüm hop: Ben hiç kardeşimden utanır mıydım? 0 benim canım kardeşim ve çocukluk arkadaşımdı… Ama babam bu duygumu bilmezdi.

Ertesi gün gidecektik kasabaya. Annem… Canım annem benim! Hem ağlıyor, hem bize yufka açıyordu. Nedense ölüme gidiyormuşuz gibi acı içindeydi annem. Ana yüreği… Evladı tarafından bilinmese de farklı çarpıyordu. Sevdiğim kız Aybalam gideceğimin haberini almış, bir bahane ile bize gelmişti. Utana sıkıla sordu: — Yarın gidiyormuşsun, doğru mu? — Doğru, dediğimde çok üzüldü, ama bana belli etmemeye çalıştı. İkimizin de yaşı küçüktü. İkimiz de birbirimize açılamıyorduk. Ama ikimiz de birbirimizden emindik. Birbirimizi seviyorduk. Büyük ağabeyim evlenmiş, bizden ayılmıştı. Onu hiç sevmezdim. Yağdanlık gibi gelirdi bana. Küçük bir hatamız olsa ya döver, yada babama söylerdi. Bizimle güzel güzel konuşmazdı.

Ondan bazen de nefret eder; “Hayatım boyu özlemeyeceğim tek insan işte budur.” derdim. Köyümüzde bana en güzel gelen ev de bizim evimizdi. Köyümüzün tacı gibi duruyordu sanki. Tahta kapısı her zaman huzurla açılır, huzurla kapanırdı. Sanki gülümserdi bize evimiz. Ahşaptı ama görkemliydi. Eskiydi ama benim için yepyeniydi. İneğimiz, koyunlarımız vardı… Ahırımız evimizin arka tarafında olduğu için azıcık rüzgar esse, hayvan gübresinin kokusu odamıza kadar gelirdi. Hey gidi günler hey! kim derdi ki bir gün hayvan gübresinin kokusunu bile özleyeceğim! Büyükler ülke yönetiminden konuşurlardı, ama hiç anlayamazdım. “Çocuk” denir, bize anlatılmazdı. Sonra da “büyük” diye anlatmaya lüzum görmezlerdi tabi. Fakat başkaları çocuklara da, büyüklere de kendi inançlarıyla ve sistemleriyle ilgili her şeyi anlatıyorlardı. Son gecemizdi. Yarın gideceğiz diye babamda başka türlü bir telâş vardı.

Sebebini yıllar sonra anladığım bu telâşla babam devamlı konuşuyordu: — Ee, yarın gidiyorsunuz balalarım. Nedense ben diken üstündeyim. İşe bakın çocuklar. Ben harman yaparak para kazanıyor, sizi ilim yoluna gönderiyorum. Ama bu yol nasıl yolsa beni korkutuyor, ürkütüyor. Böyle ilim olur mu? Evlâdım âlim mi olup gelecek, zâlim mi?… Bilemiyor, endişeyle yaşıyorum. Annem hemen bizi savunmaya geçti: — Sen benim belediğim balalarımdan korkma. Ben onlara temiz süt verdim. Onlar yollarını şaşmazlar! Zavallı anacığım. Övünecek başka bir şeyini bulamadığı için emzirdiği temiz sütle övünürdü. Babamın cevabı çok güzelmiş meğer. Bunu şimdi anlıyorum. Çayını içerken, ağır ağır cevap verdi anneme: — Düzen bozuk sultanım, düzen. Ben çocuklarımdan değil düzenden korkuyorum. Onları aldatmalarından korkuyorum.

Zira insanoğlu bozulmaya pek münasiptir. Sonra derin derin annemin gözlerine bakıp devam etti. — Süt ne kadar temiz olursa olsun, düzenin pisliği sütten ağır basıyor… Baskın geliyor sultanım, baskın geliyor. Ben hemen atıldım: — Sen bizden korkma baba, biz Türk’üz, Türk! Bizi kimse aldatamaz! Babam kederli gözlerini bu defa bana çevirdi: — Komünistler gençleri ustalıkla dinsiz yapıyorlarmış. Gençler öyle çabuk dinsiz oluyorlarmış ki, arkadaşım anlattı da şaşırdım kaldım oğlum. Komünist olan nasıl komünist, nasıl dinsiz olduğunu anlayamazmış bile. Ağabeyim atıldı bu defa: — Kim, kim bizi dinsiz yapabilir? Biz Türk’üz. Damarımızı kesseler kanımız Türk diye akar… Türk diye atar kalbimiz; Türk, Türk diye çarpar. Bizi kimseler aldatamaz! Babam devam etti: — Biliyorum evlatlarım. Ama yine de içimde bir korku var. Türklerden de dinsiz çıkar yavrum. Irkımız sizi kurtarmayabilir. Sadece ırka güvenmek insanı yanıltır. Ablam Çiçek babamı ikaz etti: — Baba, çok karamsarsın. Yarın gidecek olanlara böyle şeyler mi anlatılır? Babam aynı kederli halini sürdürerek cevap verdi: — Ne yapayım kızım? İçimdeki ses hiç durmadan “dinsizliğin tehlikesini anlat” diyor.

Adını İster komünizm, ister başka bir İzm koysunlar, dinsizliğin her türlüsünden korkuyorum; şerrinin bulaşmasından korkuyorum. Türk olmak yetmez insana. Hayatın bazı kuralları ve o kuralların koyucuları vardır. Gereken yapılmazsa, Türk derisi taşımak işe yaramaz. Bizim imamı ihbar eden şerefsiz de Türk’tü, ama İslam deyince nefretinden gözleri döner, rengi atardı. Turgut elini kolunu sallayarak itiraz etti: — Mümkün değil, onlar Türk değildir. Onların kanı bozuktur baba, kanı. Bizim kanımız ise saf Türk kanıdır! Turgut’a baktı babam; sonra tane tane cevap verdi: — Ben kandan çok bilinçli inanmaya güvenirim oğlum. Fakat size yeterince bilinç veremedim. İşten güçten fırsat bulamadım ki sizinle gereği gibi ilgileneydim. Ha bugün, ha yarın derken, işte bugüne geldik. İnşallah korkularım yersiz çıkar. Annem bize göz gezdirirken yağladığı yufkalardan bir tane uzattı. Onun yufkasının tadı ne kadar da güzeldi. Bazen düşünüyordum da, acaba o tat Cennet lezzetlerinden sızma olabilir miydi? Biliyorum olamazdı, ama anamın yufkasındaki lezzeti başka türlü de anlatamıyorum.

0 gece Turgut’la güle oynaya sabahı zor ettik. Yatağa yattığımda saatlerce uyuyamadım. Uyuyunca da rüyalarımda hep şehirde gezindim. Şehirdi ama, yine yollarında tezekler ve hayvanlar vardı. Meğer şehri hiç görmediğim için, şehirdeysem de yine köyde dolaşmışım rüya boyunca. Sabahı zorla getirdik sanki. Belki doksan defa uyandım. Sabah kahvaltısında annem gözleme yaptı. Üzerine taze tereyağı sürüp bize verdi. Ablam da kahvaltıyı özel olarak hazırladı. Zavallı ablam. Kimseye söylemese de yüreği yaralıydı. Rusya’da çalışan sevdiğini bekliyordu. Bilmiyordu ki, Rus kızlarının etkisinde kalan sevgililer giderse bir daha geri gelmezlerdi… Yada binde biri gelirdi. Ama ablam Kubilay a çok güvenir, mutlaka döneceğinin hayaliyle kısmetlerini geri teperdi.

Yüzünden okunurdu hüznü. Fakat ben onun bu hüznünü de ancak yıllar sonra anlayabildim. Bir şeyi görmek için sadece gözlerin olması yetmiyor. Bilginin de, idrakin de, hayat tecrübesinin de olması gerekiyor. Kahvaltıdan sonra yola çıkmak üzere hazırlandık. Evin önüne indiğimizde ağabeyim Turgut bana döndü: — Kaan, dedi. Oğlum, fotoğraf makinemiz var, ailece bir resmimiz yok. Neden bir resim çektirmiyoruz? Haydi toplu halde resim çektirelim. Hepimiz bir araya geldik… Ben söylendim: — Eee, şimdi bizim fotoğrafımızı kim çekecek? — Sen, dedi Turgut. — Olmaz, dedim. Bensiz çekilen fotoğrafın zevki mi olur? — Ben çekeyim, dedi Turgut. İtiraz ettim. — Hele senin bulunmadığın bir fotoğrafa ben aile fotoğrafı hiç demem. Ablam Çiçek atıldı: — Nasıl olsa ben kız evladıyım. Pek aile ferdi sayılmam.

Verin ben çekeyim de siz poz verin, dedi. Vay benim can ablam. Ne büyük yarayı dile getirmiş de ben anlayamamışım. Her zaman boynu bükük dururdu ablam. 0 yüzden şimdi bile sevdiğinin hasretini çeken bir kız görsem, anlarım derdini. Ablam bana hasreti öğretmiş meğer… Önce o bizim fotoğrafımızı çekti. Sonra ben onunla çektirdim. Sonra da Turgut… Turgut sık sık saatine bakıyordu. Ben de söylenmeye başladım: — Kırk yılda bir şehre gideceğiz, onda da otobüsün hışmına uğruyoruz. Turgut atıldı hemen: — Hop hop, aslanım, biraz dengeli konuş. Kendin bu dünyada on altı yıldır bulunuyorsun. Sen kırk yılı hiç görmedin ki. Hemen cevap verdim: — Ben yılları kendi aylarıma böldüm. Kendi takvimimce kırk yılı çoktan doldurdum. Ablam Çiçek babama döndü bir ara: — Bir de “kız evlâdı erkek evlâdı ayırımı yapmam” diyorsun.

Ama beni okutmadın, erkek çocuklarını okutuyorsun. Babam yere bakarak cevap verdi: — Ben değil, o ayrımı düzen yapıyor yavrum, düzen. 0 düzen çok iyi biliyor ki, benim gibi Müslümanlar kızlarının başını açarak erkeklerle aynı sıraya oturtup okutmaz. Bunu bildiği halde yine tedbir almadı, ben ne yapayım evladım? Bu düzen, kendisiyle Allah’ın arasında bırakıyor bizi. “Tercihini yap” diyor. Bizde Allah’ı tercih ediyoruz haliyle. Bedelini de size ödetiyor. Sonra korkuyla açtı gözlerini: — Sakın ha, bu dediklerimi kimselere söylemeyin! Ablamı teselli etmek istedim: — Sen hiç merak etme ablam. Ben öğretmen olunca önce seni okuturum. Yeter ki biz Öğretmen olalım. Ne fark eder, ha biz, ha sen! Haa, övünmek gibi olmasın, çok güzel öğretirim. 0 yüzden diyorum; ha sen, ha biz fark etmez diye. Ablam, gözlerini bana çevirip anlamlı anlamlı baktı: — Çok şey fark eder. Ama ne yapalım… Ben sizin okumanızdan duyduğum mutlulukla idare ederim. Anacığım bir bana, bir Turgut’a gidip sarılıyor, sıkı sıkıya tembih ediyordu: — Aslan evlâtlarım benim.

Birbirinize iyi bakın ha!… Benim gözlerimle bakın birbirinize. 0 zaman birbirinizi hiç üzmezsiniz. Can annem! Sultan annem!… Meğer yüreği nasıl da yanıyormuş. Evlâtları o zamanlar anlayamasa bile… Şehirde yurtta kalacak, evimize ayda bir gelecektik. Şehir’e bir gitseydik, gerisi mühim değildi. öyle büyütmüştük ki şehri gözümüzde… Otobüse bindiğimizde annem, babam ve ablam ağlıyorlardı. Ama bizim aklımız havada olduğu için hüznü tanımıyorduk ki biraz da biz hüzünlenseydik. Evimizin Önünde bize el sallarlarken öylece bıraktık onları. Otobüste giderken sık sık soruyordum Turgut’a: — Turgut! Biz gerçekten şehre mi gidiyoruz? Yoksa bu bir rüya mı? Defalarca, “rüya değil” dedi. Onu bıktırmışım artık. Bir ara dayanamayıp tersledi beni: — Kaan! Yeter artık, beni sinirlendirme! Güle oynaya geldik şehre. Şaşkın şaşkın arabaların çokluğuna, evlerin büyüklüğüne bakıyordum. Turgut kolumdan çekiyormuş ama ben hâlâ onlara baktığımdan, Turgut’u duymuyormuşum meğer. Turgut ise başka şeylere şaşırmıştı: — Kaan! Evleri gördün mü? Üst üste nasıl da yapmışlar böyle yüksek binaları. En tepeye evi nasıl yerleştirmişler… Ah bir ev de bizim olsa bu şehirde.

Köyün tezeklerinden kurtulurduk. Amma mutlu olurduk değil mi Kaan? Nereden bilseydim ki, şehirde olmak illâ da mutlu olmak demek değildir. Ama o gün için bize göre şehirde olanların hepsi mutlu insanlardı. Büyük adamdılar onlar. Hatta onlar tuvalete gitmez, burunları da akmazdı. Günler sonra yerleştik yurdumuza. Okulumuza başladık. Benim sıra arkadaşım Çinli Şi isminde bir Budist’ti. Onların inancına çok şaşırmıştım. Nereden bilseydim ki, Müslümanların tembelliği, tebliğ vazifelerini ihmal edişleri yüzünden bu insanların hâlâ daha Buda’ya taptıklarını. Turgut’un yanındaki de Budist’ti. Onun ismi Feng’di. Bir de Ahmet isminde bir arkadaşım oldu. Onu çok sevdim. Turgut’tan sonra en çok sevdiğim ve güvendiğim insandı.

Şimdilik iyi gidiyordu derslerimiz. Fakat bir problem vardı tedrisatta. Anlayamadığımız bir müfredatla karşı karşıya idik. Onu da fazla dert etmedik. Okuldu ya burası! Sanki ne öğretirlerse, bizim için doğru olan oydu. Veya o olmalıydı. Bu da, bizim devlete çok güvenmemizden kaynaklanıyordu. 0 zamanlar bilemezdik ki, devlet büyüktür, o halde onun ihaneti de büyük olur. * * * Okula çabuk alıştık. Zira Sosyalist öğretmenler bize candan davranıyordu. Sanki her biri ailemizden bir fertti ve bizim yabancılık çekmemize hiç gerek yoktu. 0 sosyalist öğretmenler de kendilerine verilen rolü samimiyetle oynuyorlardı. Keşke imkanım olsa da onların her birini arayıp bulsam ve sorsam: “Nasılsınız öğretmenim? Bütün İnsanlara kin kusturan bilgilerle donatmıştınız bizi. Şimdi sonuçtan memnun musunuz? “Yarınlarımız” derdiniz hep. Sonra ulaştınız o yarınlara.

Gerçekten mutlu etti mi o yarınlar sizi?” * * * İhtilal Bir ay sonra evimize geldiğimizde çok heyecanlıydık. Biz bahçe kapısından girdiğimizde babam odun kırıyordu. Bizi görünce baltayı bırakıp hasret dolu ifadelerle bize doğru yürüdü: — Canlarım! Can balalarım! Geldiniz mi? Bitmez sandım bir ay. Şükür kavuşturana! Annemle ablam da duymuşlar babamı. Onlar da bahçeye koştular. Annem bana sarılırken beni kokluyordu. 0 zaman anladım ki, annelere evladından giden bir koku varmış. Babalar da alır mıydı bu kokuyu? 0 zaman bu cevabı veremezdim. Sarılma faslımız biter bitmez ben ahıra koştum. İneğimizi sevdim, öptüm. Ben onu severdim, o da beni. özlemiş beni, her halinden anladım. Bir de köpeğimiz vardı. Çan’dı adı. Ortalıkta göremeyince sordum.

Köpek bize kırgın mıydı neydi, saklanmış bizden. Saatler sonra çıktı ortaya. Eski sevgi gösterisi yoktu. Onu da şimdi anlıyorum. Demek, “siz nerede kaldınız, neden yoktunuz?” diye bize kırgınlığını böyle ifade ediyordu. Ah gerçek ah! Kim derdi ki, bir gün köpeğimizi bile özleyeceğim de, göz yaşlarımın içinde onun payına da düşen damla olacak. Şimdilik her şey güzel gidiyordu. En azından bizim taraftan Öyle görünüyordu. İki gün hasret giderdik… Anacığım bize özel yemekler yaptı. Elbiselerimizi yıkadı, ütüledi. Kendi elleriyle yerleştirdi bavullarımıza. Ne merhametsiz evlatlarmışız. Kadının onca işi varken çamaşırımızı bile ona yüklemişiz. Tekrar ayrılık günü geldiğinde babam yine aynı şeyleri tekrarladı: — Aman ha evlatlarım. Kimse size birdenbire “dinsiz olun” demez.

Yavaş yavaş dinsizleştirirler sizi. Kitap verirler. Altından kalkamayacağınız sorular sorarlar size. Önce fikrinizi çatallaştırırlar, sonra çatalları orta yerden ayırır, sizi yanlış yapıp yapmadığınızı düşünemez hale getirirler. Bunu yaparken Öyle ustalıkla yaparlar ki, ne olduğunu, nereden nereye geldiğinizi anlayamazsınız bile. Turgut da, bende artık bıkmıştık bu sözlerden. İyice kızmıştım babama. “Baba” dedim. “Yahu sen bizi çocuk mu sanıyorsun? Bir Türk dinsiz olur mu baba? Biz Türk kanı taşıyoruz, bunu kaç defa söyledik!” Babam daha önceki söyledikleriyle eş anlamlı olan sözlerle cevap verdi: — Kan doğru çizgide kalma gücü taşımaz oğlum. Sırf Türk olduğunuz İçin doğru çizgide kalacağınızı sanmak aldanmaktır. Irkınızı sevin ama Türk olmakla her şeyin bittiğini sanmayın. Bu defa Turgut atıldı: — Biz Çin seddine adımızı yazdırmışız. Bize kim “dinsiz olun” demeye cesaret edebilir? Onun çenesini dağıtırım!… Babam bizi sıktığını anlayınca kapının önündeki odunların üzerine oturup devam etti: — Biliyorum, sizi iyice sıktım. Bağışlayın evlatlarım. Ben Rusya’da kaldığım yıllarda dinsizliğin canileştirdiği gençleri gözlerimle gördüm.

Ah evlatlarım, ah! Bilemezsiniz, dinsizlik ile şartlanma birleşince insan nasıl insanlıktan çıkar. Babam ikimizin yüzüne baktıktan sonra devam etti: — Son olarak şunu söyleyeyim evlatlarım. Dinsizlik insanın merhametini alır. Öyle hale getirir ki, kendi kardeşinin derisini şarkı söyleyerek yüzer hale gelir insan. Bunu unutmayın yeter. İkimiz de dudak büküp geçtik. Yine otobüsümüzü bekliyoruz. Anacığım yine bize börekli çörekli bir şeyler hazırlamış. Ablam da yanımızdan ayrılmıyor, o da hasretle bakıyordu bize. Bir ara yanına gidip kulağına fısıldadım: — Abla! Sana bir şey söyleyeyim mi? iki yıldır bir mektup dahi göndermeyen sevgili bence olmuş bir el gibi. Onu bekleme, sonra pişman olursun. Şaka yollu vurdu bana: —Seni cin fikirli seni… Sus bakalım! Sana söz düşmedi. Otobüse bindiğimizde bir de baktım, sevdiğim kız Aybalam da gelmiş, elini fazla kaldırmadan bana parmaklarını sallıyordu. Ama onun bunu el sallamak niyetiyle yaptığını, etraftan çekindiği için elini kaldıramadığını ben biliyordum. Tekrar okula başladığımızda biz aynıydık.

Ama bize uygulanan plânlar aynı değildi. Turgut’la ikimize birer roman verdiler. Aslında öğretmenimiz veriyormuş, ama kendi elini kullanmamış, arkadaşımızın elini kullanmış. İlk roman sıradan bir macera idi. Hoşumuza gitti. Tekrar roman istedik, verdiler. Onları da okuduk. Böyle sıradan romanlarla, arkadaş kaynaşmalarıyla ikinci ayımız da geçti. Sonra bizi gezdirmeye başladılar. Öyle eğleniyorduk ki, bu ilginin altında bir tuzak olabileceği, aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Üçüncü ay, derken dört, artık bize, biz büyük adammışız gibi sorular sorup bizden cevaplar bekliyorlardı. Önemsiyorlardı bizi. Adam yerine konuyorduk. Şimdiye kadar böyle saygı görmemiştik. Beşinci ayımızda ailemizin cahil olduğuna inandırıldık.

Altıncı ayımızda anne ve babamızı iyice yobaz görmeye ve “Allah var mı, yok mu?” diye düşünmeye başladık. Bize Allah’ı inkar etmemiz için birden inanma dememişlerdi. Dolaylı yoldan sorular soruluyor, bizde cevap veremediğimiz yerde eziliyorduk. Bu ezilme sonunda önce Allah’ın kulunu imtihan etmesini ve suçsuz yere adam öldürenin öldürülme prensibine, yani kısas hükmüne karşı çıktık. Farkına varmadan bu duruma gelmiştik. Her şeyi öyle ustalıkla ayarlamışlardı ki, altı ay gibi kısa bir sürede Allah’ın varlığını tartışmaya başlamıştık. Nerede Müslüman kılıklı hatalı yobaz birini görseler, “işte Müslümanlar böyledir” diye bizi Müslümanlardan soğuttular. Bizi devamlı takip edip fikirlerini işliyorlardı. Her hafta 2-3 kitap bitiriyorduk. öyle çok çalışıyorduk ki… Bir yılı geride bıraktığımızda, biz artık Allah din tanımaz olmuştuk. Ama henüz bunu ailemizden gizliyorduk. Nasıl olmuştu da biz Allah tanımaz olmuştuk? Hâlâ düşünüyorum da, bize dinsizlik telkini verenlerin ustalıklarına akıl erdiremiyorum. Öyle hale geldik ki, ne Türk oluşumuzu, ne de Müslüman oluşumuzu hatırladık. önce sosyalist ayaklarıyla bize yaklaşıldı, sonra Komünizmde netleşti tavırlar. İkinci yılımızda tam bir militan olmuştuk.

Hayallerimde bombalama, adam öldürüp gazetelere çıkma vardı. Dünya umurumuzda değildi. Asardık, keserdik; bizce, biz her şeyi yapardık. Faşistlere dünyayı dar edecektik. Bir yandan da bize, komünizm gelirse bütün insanlığın rahat edeceği telkin ediliyordu. Bütün gayretimizle komünizmin gelmesi için uğraş vermeye başladık. Babam kuşkulanmıştı halimizden. İnanmak istemese de, bir şeyler sezinlemişti. Biz de saklamaya lüzum görmüyorduk artık. Hele Turgut iyice kararını vermişti. Sık sık söyleniyordu: — Ben artık dayanamıyorum. Babama da, anneme de söyleyeceğim. Hâlâ örümcek kafalı olduğumuzu sanmasınlar! Köye gittiğimizde Turgut babama üstüne basa basa sordu: — Baba! Senin Allah dediğin nerede durur? Babam, kısa bir şaşkınlık ve şoktan sonra cevap verdi: — Kuran’ın ifadesiyle “kendi Arş’ının üstünde.” Anlar mısınız bu ne demektir? İkimiz birden atıldık: — Bırak be baba. Bu eski kafaları bırak.

öyle şeye inanma. Çağdaş ol biraz. Bu çağda Tanrıya inanmak olacak iş mi?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir