Erdal Öz – Gülünün Solduğu Akşam

O günlerden bende kalanları toparlayıp yazarken ‘Pal Sokağı Çocukları’ adlı o pek sevdiğim çocuk romamnı yeniden okuyor gibi oldum. Bütün inançları, olanca sevimlilikleri içinde, ellerini kana bulamaktan özenle kaçman; hele ‘kır gerillası’ serüvenini, sanki dağda kamp kurmuş korkusuz bir izci topluluğu olarak yaşayan bu gözüpek çocuklara karşı büyüklerin çok acımasızca davrandığını da öfkeyle belirtmekten kaçmmadım. Bir önceki dönemin asılan üç büyüğüne karşılık, üç genç insanın sanki bir ödeşme biçiminde asılışlarını, sonucu ü ç -ü ç biten o korkunç ve uzatılmış maçı, yaşadığım ve edinebildiğim bilgilerin ışığında oldukça ayrıntılı anlatışım da, uygulandıktan sonra bir daha onarılamayan, bir daha dönüşü olmayan ölüm cezalarının ne kadar insanlık dışı, ne kadar ilkel bir eylem olduğunu vurgulamak içindir. Serüven dolu sürükleyici bir roman gibi de okunabilir bu yazılar. Ama acı ve hüzün yüklü bir kitap olduğu da bilinmelidir. Birtakım acı gerçekleri daha da etkili kılabilmek için, yüreklerde daha insancıl tepkiler uyandırabilmek için böyle bir biçim kullanmam kaçınılmazdı. Başka türlüsünü de yapamazdım. Bu da benim yazış biçimim. Ancak, bu yazdıklarımın, bir roman gibi okunsa da, roman olmadığı gözden uzak tutulmamalıdır. Serüvenlerini yazarken, bu gözüpek çocukların kişiliğinde birer kahraman yaratmaya çalışmadım. Okuyunca görülecektir: Onlar gerçekten yiğit kişilerdi. 7 Olaya, bir avuç teröristin silâhlı eylemi, birkaç anarşistin düzene karşı ayaklanışı olarak bakmak, olanları yalnızca bu gözle görmek, o günlerde olduğu gibi, şimdi de yanlış bir yargılamaya götürebilir. Belki bir avuçtular, birkaç kişiydiler. Görünüşe göre de silâhlı eylemlere girişmişler, kurulu düzene başkaldırmışlardı. Yanıltmamak bu.


Görünüşün ardında yatan büyük ve gizli girişimi görmezden gelerek bu genç insanları yargılamaya kalkarsak, 12 Mart sonrasında olduğu gibi, yine onları yok edip ortadan kaldırmak, öldürerek cezalandırmak kastıyla yargılar, birçoğunu yeniden ipte sallandırırdık. Bir avuçtular ama bir başına değillerdi. Oyuna getirildiklerinin, yalnız bırakıldıklarının acısını, sanırım, öldürülmekten yakayı sıyırıp yaşıyor olanlar hâlâ duyuyorlardır. 12 Mart’ı gerçekleştiren karşıt güçlerin sorumluları, aradan bunca yıl geçtikten sonra, şimdilerde, birbirlerini suçlayan, başarısızlıklarında ve suçluluklarında kendilerini aklatmaya çalışan ilginç açıklamalarda bulunuyorlar. Hiçbir açıklamada nedense bu genç insanların adı bile geçmiyor. Sanki hiç görmemişler, hiç tanımamışlar bu çocukları; asker – sivil bir yönetimin başarısız girişimcileri bu çocukların sırtını hiç sıvazlamamışlar sanki. Okuyunca görülecektir, bu çocukların bana gizlice anlattıklarında az da olsa ipuçları vardır. Anı, belge, anlatı karışımı bu kitabı bir roman gibi de okuyabilirsiniz; yeter ki sizde bırakacağı hüzün kalıcı olsun. Hüzün, gerçek acıların izdüşümüdür çünkü. İstanbul, Ekim, 1986 8 Bir akşamüstü oturup * hapisane kapısında rubailer okuduk Gazali’den «Gece: büyük laciverdi bahçe. Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin. Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler. – NÂZIM HİKMET Ankara, Bir Numaralı Mamak Askeri Cezaevi. 30.6.

1971 (Cezaevinde tuttuğum günlükten) «Bugün görüş günüydü. Ne güzeldi. Annem, babam, karım, üçü birden gelmişlerdi. Çift kat cam bölmeli daracık görüşme odasında seslerimizi duyurabilmek için bağıra bağıra bir şeyler konuşmaya çalıştık. Döndüğümde Deniz Gezmiş’i bizim koğuşta buldum. Nurhak’ta yaralı olarak yakalanan Mustafa Yalçmer’in başucurıdaydı. Yavaş sesle konuşuyorlardı. Onu ilk görüşüm bu. Yakalandığının ertesi günü gazetelerde boy boy yayımlanan fotoğraflarındakinden daha süzgün. Uzun süredir güneşsiz kaldığı belli. Zayıf ve beyaz. O yeşil parkasının içinde incecikti. Yakalandığı gün üzerinde olan, yakası kürklü parkasını giym işti yine. Sonra nöbetçi yüzbaşı girdi içeriye. Yumuşak bir sesle bir şeyler söyledi Deniz’e.

Direnmedi Deniz, kalktı; birlikte koğuştan çıktılar. Dışarıda, gardiyanların azarlandığını duydum.» Aradan üç ay geçecek ve Deniz Gezmiş’le, yine bir görüş günü, başka bir boyutta, başka bir bağlamda karşılaşacaktık: 11.9.1971 (Aynı günlükten) Uykusuz geçen bir gecenin ertesinde, öğlen yemeğinin ağırlığı içinde yatağıma uzanmıştım. İçim geçivermiş, uyuyakalmışım. Uyandığımda akşamı çok yakınımda buldum; dostlan da. Yatağıma tırmandılar, bağdaş kurup oturdular. Bu sevgili konuklarıma çay söylemek için alttaki yatağa basarak indim, çayocağma gittim. Birden ora11 da, çayocağının içinde D enizi görmek şaşırttı beni. Aylardır hiç görünmemişti ortalarda. Deniz, iki üç kişinin güçlükle sığışabileceği, çayocağı olarak kullanılan daracık bölmenin içindeydi. Çayocağını işleten iki tutuklu erin arkasında bir taburede oturuyordu. «Merhaba,» dedi. «Merhaba,» dedim.

«İyi misin?» «Öykünü bir daha okudum,» dedi. «Ernesto’yu. Daha önce bir gazetede de çıkmıştı.» «Cumhuriyet’te,» dedim. «Memet Fuat’ın hazırladığı ‘Yıllık’ geçti elime. Orada gördüm. Bir daha okudum. İyi belgelemişsin.» «Pek öykü sayılmaz o,» dedim. «Yo yo, olsun. Çok gerekli bir yazı. Eline sağlık.» Görüş günüydü o gün. Cezaevindekilerin yakınları, beş dakikacık da olsa içeridekileri görebilmek için onca yola, onca eziyete, onca engellemeye katlanıyor ve cezaevine geliyorlardı. Biz içeridekilerin hazırlıklarıysa bir gün öncesinden başlardı.

Tıraşlar olunur, en temiz kılıklar giyilirdi. Amaç, dışarıdakilere ezik, yılgın görünmemekti. Bu tavır, dışarıdakilere güç verirdi. O gün Deniz de görüşmecisiyle buluşmak için beş dakikalığına koğuşundan çıkarılmış, dönüşte nasıl olduysa yine kendini unutturup çayocağına sığınmıştı. Cezaevinde yatanlar bilir: Bir koğuşun içinde yataktan yatağa konukluğa gidilir; tıpkı bir evden bir eve, bir mahalleden bir mahalleye gidilir gibi. Benim de yatağımda konuklarım vardı, beni bekliyorlardı, çayla birlikte. 11.9.1971 (Günlükten) Hazırlanan dört bardakla sekizlik demliği aldım. 12 «Gitme de konuşalım,» dedi Deniz. «Yatağımda arkadaşlar var,» dedim. «Boşver, atlat onları,» dedi. «Atlatamam. Çay beklerler şimdi.» «Canım, ver çaylarını gel,» dedi.

Gerçekten de on dakika sonra çayocağındaydım. Bekliyordu. Deniz’in yanm a bir tabure uzattılar, geçip oturdum. Çayocağını işleten iki tutuklu erden Ahmet, sıcak suyla doldurduğu değişik boylardaki kararmış demliklere birer tutam çay atıp, kıvırdığı kâğıt parçalarını demliklerin akıtm a yerlerine tıkıştırıyor, Aziz de yıkadığı bardakları, dolu demlikleri alıp dağıtmaya gidiyordu. O sırada üçüncü tutuklu er Bahattin de geldi. Ahm et’le Bahattin önümüzde d ikelip bizi meraklı gözlerden gizlediler. İkisi de Deniz’le aramızda geçen konuşmayı, pek anlamasalar da, ilgi ve hayranlıkla dinlediler. Durmadan bardak yıkadılar, çay demlediler, O gün Deniz’le aramızda geçen konuşmanın konusu edebiyattı. Edebiyata bunca yakın oluşuna sevinmiştim. Ummuyordum. 12 Mart’m içeri aldığı nice arkadaş için edebiyat, genellikle küçümsenen bir şeydi. İçeriye kuramsal kitaplar da pek sokulamadığı için, zamanla onlar da edebiyatla tanışmak zorunda kaldılar. Pek çoğu, doğru dürüst bir romanla, bir öyküyle, bir şiirle orada tanıştı. Sanınm bugün de öyledir. Ve okudukça, edebiyata ısındıkça, önce nasıl şaşırdıklarını, sonra nasıl değiştiklerini sevinçle izlemişimdir.

(Günlükten) Bir ara Deniz, «Bugünleri de yazmak gerek,» dedi. «Yazılacak elbette,» dedim. «Daha olayın çok başındayız. Zamanla yazılır.» 13 «Yarının gerçek edebiyatı bugünün mahpusanelerinden çıkacak, göreceksin,» dedi. «Yazarlarımız konu sıkıntısı çekiyorlardı. İşte bir sürü konu onlara.» Doğru söylüyordu. «Peki ama neden yazarlarımız içeride değil?» «Niye?» dedim, «Fakir Baykurt burada. Dursun Akçam da burada. Muzaffer Erdost da. Mümtaz Soysal da.» «Ama aramızda değiller,» dedi. «Hemen Dış B’ye attılar kapağı.» ‘Dış B’ denilen yere ‘Vitrin’ de diyorduk; Mamak cezaevinin dış kesiminde, idarenin bitişiğinde, önündeki çiçekli geniş bahçeye bakan, uzaktan da olsa bütün Ankara’yı gören ayn bir koğuştu.

Orada genellikle üniversite öğretim görevlileri, gazeteciler, yazarlar, yani ‘seçkinler’ kalıyordu. Beni de bir ara oraya almak istemişler, yanaşmamıştım. İçeride kalmak, içeriyi yaşamak bana daha ilginç gelmişti. «Oraya geçmiş bile olsalar, yine cezaevindeler.» dedim. «Cezaevine giren çok az yazar var,» dedi. «Bırak da dışarıda kalanlar, içeri tıkılanlardan çok olsun,» dedim. Nâzım H ikm etten sonra eti beğendiği şair Ahmed A rifti. «Ama onun şiiri, daha çok eşkıyanın şiiri. Nedense yıllardır yeni bir şey yazmıyor. Tek kitabıyla kaldı. Bugünleri de yazmalı o,» dedi. Sonra birden sordu : «Bekir Yıldız’ı nasıl buluyorsun?» «Severim,» dedim. «Ama kaba gözlem,» dedi. «Sanatçı yanı şimdilik pek ağır basmıyor.

Yaşar Kemal’in ‘Bu Diyar Baştanbaşa’sına benziyor yazdıkları. Öykülerinde röportaj öğesi ağır basıyor.» Bilge Karasu’yu okumuş, pek beğenmemiş. 14 «Füruzan diye bir kız var, okudun mu?» dedi. «Bir kitabını okudum, pek bir şey anlamadım ondan da.» O konuşuyordu daha çok. Soruyor, çoğunlukla da kendisi yanıtlıyordu. Daha bir sürü ad saydı. Ece Ayhan’ı beğenmiyor, ama ilginç buluyordu. Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı iyi izlemişti. Beğendiği ve beğenmediği yanları vardı üçünün de. Edebiyata bunca yakın oluşuna gerçekten şaşıyordum. «Biz edebiyattan geldik reis,» dedi. Onunla yalnız kalmalıydım. Çayocağını işleten erlerin meraklı bakışları altında onunla kesik kesik konuşmak hoşuma gitmiyordu.

«Sıkıldın sen burada, kalk avluya çıkalım,» dedi. Kafamdan geçenleri sanki anlamıştı. «Avluda görürler seni, bırakmazlar,» dedim. «Boşver, kalk,» dedi. Çıktık beton avluya. Esmer bir akşam koyuluğu vardı ortalıkta. Yanyarıa volta atmaya başladık. Dal gibi upuzundu. Om uzlan dardı. Yürürken genç bir kavak gibi sallanıyordu-. Meraklı bir sürü göz bizi izliyordu. Cezaevinde haklannda en çok konuşulan, en çok merak edilen iki ilginç kişiden biri Deniz, biri de İrfan Uçar. İrfan, İstanbul’da gördüğü ağır işkenceler karşısında gösterdiği olağanüstü dirençle herkesin dilinde. Bir direnç anıtı İrfan. Ve her ikisi de bizlerden a yn bir koğuştalar, gözden ıraktalar.

Birden, «Rei», sen iyi belgeliyorsun,» dedi. «Che Guevara’yı belgelediğin öykün çok iyiydi. Belgesele dayalı iyi şeyler yazacaksın sen. Yazmalısın. Bizi de yazmalısın.» Şaşırmıştım. «Bizi sen yazacaksın,» dedi. «Bizim şu anda tek 15 görgü tanığımız sensin. Boku bokuna asılıp gideceğiz. Yanımıza sokulan tek yazar sensin. Bizlerden sen sorumlusun reis. Bizleri iyice incele. Bize sorular sor, gerekli her şeyi öğren, .yaz bizi. Yazar mısın?» «Deli misin,» dedim, «yazarım tabii.

Yazarım ama, konuşamayız. Konuşturmazlar.» «İstersen konuşuruz,» dedi. «Sana istediğin her şeyi anlatırım. Bütün arkadaşlar anlatır. Ne istersen.» «Nasıl olacak bu?»

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir