Ertuğrul Aladağ – Andonia, Küçük Asya’dan Göç

Tanrım nedir bu başımıza gelenler? Ne yaparız biz erkeklerimiz olmadan? Üstelik de hep okumuş yazmışları sürüyorlar. Bu kadınlar çocuklarını nası l besler? Genç kızlarımızı kim korur? Bu güzelim kızlara yazık olacak … Çok kötü günler gelecek. Hepimiz namusumuzu, hayatımızı kaybedeceğiz ! . Öyle değil mi Emanuil? Konuşsana! . Küçük bir çocuk gibi ağlamaktan başka şey gelmez mi elinden? Konuş! Konuş! Belki bir daha birbirimizi göremeyeceğiz. Kavga bile edemeyeceğiz. Bu çocuk babasını hiç hatırlamayacak belki de ! ,, Daha beş yaşında. Sen bari konuş, küçük Konstantin ! Sen bari ağlama . Emanuil: – Kes! Kes! Kes artık Andonia! Zaten mahvolmuşuz! Ben bilmiyor muyum bunları? Konuşmakla elimize bir şey mi geçecek? Ama tamamıyla kötümser olmayalım. Etem Bey söz verdi. Sana ve Kosta’ya bir şey olmayacak, o sizi gözetecek. Biz nasıl olsa geliriz. Pek yakında her şey düzelecek.


Gazeteleri okumuyor musun? – Ne gazetesinden bahsediyorsun? Burada kanun mu kaldı ki, gazetelerin söylediği doğru çıkacak. Sen açıklayabiliyor musun sürülüşünüzün gerçek nedenini? Haa ! Söylesene! Zaten hep o gazete yüzünden. Taa İzmir’den buraya gelene kadar, ayakkabıya sardığın Rum gazetesini farketmedim mi? Türkler de görürler tabi . Sonra da casus bellenirsin Emanuil. – Andonia! Kes artık, alakası yok. O bizim kuruntumuz. Neyse pek fazla zamanımız kalmadı. Hadi kandili söndür de biraz uyuyalım. Yarın dağ taş yürüyeceğiz. Nereye gideceğimiz belli değil. Kimimizi Erzurum’a, kimimizi Malatya’ya süreceklermiş. Galiba beni de Kayseri’ye süreceklermiş. 7 Andonia, kapının yanındaki ikonostiğine* doğru yavaşça döndü ve haç çıkararak ikonalarını tek tek öptü . Gözyaşları yanaklarını sırı! sıklam yapmıştı. İkonalar da ıslandı. Bu arada dualarını da ediyordu. En çok sevdiği, gümüş Panaia Eleusa ikonasını tekrar tekrar öptü.

Bu kötü günlerinde yardım etmeyecek de ne zaman edecekti? Kandilin ışığını biraz kıstı. Emanuil’in uyuması gerektiğini de biliyordu. Uykusuz kalması daha çabuk ölmesine sebep olabilir diye düşündü. Öyle ya, o, dağ, taş günlerce yürüyecekti. Sürgünlere at, eşek verilmezdi ki . Hemen yatağı serdi ve çarşafları yazdı.** Emanuil: – Karımın yanında, onun mis gibi kokan çarşaflarında son bir kez yatayım bari, dedi ve yavaşça yatağa kıvrıldı. O koca adam sanki küçük bir çocuk olmuştu. Masumlaşmıştı. Andonia bunları farkediyordu, ancak ne yapabilirdi ki? Kahroluyordu. Kocası olan bu güçlü adam şimdiden yıkılmıştı. Bir kaç saat sonra onu bir daha göremeyeceğinden emindi. O, sürgünleri 1912 harbinden biliyordu. O zaman da sürülmüştü bir çok erkek. Çoğu kaybolmuştu.

Geriye dönen pek az olmuştu. Dönmeyenler ya ölmüş, ya da başka yerlere yerleşmek zorunda kalmışlardı . Bu arada ülayları anlamaya çalışan Kosta: – Anne, babam niye gidiyor? Niye bir daha geri gelmeyecek? Niye hep ağlıyorsunuz? Hiç mi gelmeyecek? Hani beni çayıra götürecekti baba? Hem ben gece karanlığından çok korkuyorum. Hırsızlardan, kötü adamlardan bizi kim koruyacak, gidersen eğer? B iz de seninle gelelim! Biz de gidelim anne! Lütfen anne! Ben bab<)msız kalamam, korkarım anne! Lütfen, lütfen anne … • Andonia ne diyeceğini bilemedi. Hıçkırıkları nefes almasını engelliyordu. Bu durumu çocuğa anlatmanın güç olduğunu Emanuil de biliyordu. İkisi de birşey söyleyemediler. Ama bir süre sonra Kosta’yı göğsüne bastıran Andonia: – Yavrum, korkma, ben yok muyum? Hem baban kış başlamadan dönecek. Para kazanmaya gidiyor. Sana güzel elbiseler, oyuncaklar getirecek. Defter kitap da getirecek. Artık sen kocaman * Muğla Evlerinde içerde, kapının yanındaki yüklük üzerinde bulunan küçük mihrap. Meryem’in, İsa’nın ve azizlerin resimlerinin konulduğu ve kandil yakıldığı kutsal bölüm. (E.A.

) ** Yazmak: Sermek, açmak anlamında yerel bir söyleyiş. (E.A.) 8 adam oldun, okula gideceksin. Büyük adamlar gibi olacaksın. Öyle değil mi babası? Emanuil başını yavaşça “evet” dercesine iki defa salladı. Ama Kosta söylenenleri anlamıyordu, sadece kötü olayları hissediyordu . Andonia, Emanuil’e hemen yatmasını söyledi. Kandilin ı şığını iyice kısıp yatağa girdi ler. Kosta da aralarındaydı. Zaten hassas ve duygulu bir çocuktu. Üstelik tek çocuktu. O gece Saburhane’de bir çok evin ışığı sönmemişti. Zayıf titrek kandil ışıkları, ailelerin, kadınl arın, kızların, çocukların ve de erkeklerin acılarını bir yıldız gibi karanlığa taşıyordu. Evlerde konuşulanları tahmin etmek .

zor değildi. Halbuki sıcak Ağustos gecesinde, insanlar evlerin içlerine mi çekilirlerdi eskiden? Yoo! Hayır. Herkes eğlencesine giderdi . Yani yakın akrabalarına, arkadaşlarına, komşularına … O gece tek yapılan şey göz yaşı dökmekti . Tüm Rumlar acı içinde kıvranıyorlardı. Çoğu kadın bu acıya dayanamadı. Ya hastalandı, ya da öldü. Çocuklar da öyle, hele o küçük bebekler, onların hiç şansı yoktu. Babasız büyüyeceklerdi. Belki de babalarını hiç bilmcyeccklcrdi. Üstelik sürgüne gidecek olan bu erkekler Rumların ileri gelenleri idi. Çoğu doktor, tüccar, avukat gibi okumuş yazmış dünya görmüş ve zengin insanlardı . Ve toplam kırk kişiydiler. Yazık olacaktı bu insanlara. Tabii kalanlara da.

Neyse ki, Andonia’nın Türk doktor ve cezacı dostları vardı . Babasından dolayı tanınırdı.Bahası çok ünlü hir ustaydı. Zaten Türkler de babasına “Mimari Efendi” diyorlardı. Muğla’da hem Rumların hem Türklerin ev yaptırdığı en ünlü ustaydı. Hep Hıristiyan çırakları vardı. Aynı zamanda belediyenin mimarıydı. Yakın köylerde de çok tanınırdı. Oralara çalışmaya gider, bol paralarla dönerdi. Kızlarına ipek elbiseler alırdı. O nedenle Muğlalıl ar çok iyi tanıyorlardı Andonia’yı . Babasının hatırı vardı. B irkaç yıl önce kışlayı bitirdikten bir süre sonra ölmüştü babası. Kışlanın tam üçyüz altmış beş tane kemeri vardı. Ortaya şadırvan yapmıştı .

Hatta oraya mermer bir inek başı bile yapmıştı. Ağzından su akıyordu. Kısacası babası çok tanınmış bir insandı. O nedenle korkmuyordu Türklerden. Çünkü onlardan hiç düşmanlık görmemişti. Aksine çok dosttular. Hep davet ederlerdi. Yer içer eğlenirlerdi, beraberce. Hele yaz geldi mi, Türkler yaylaya göçerler ve Andoniaları da çağırı rlardı. Hacı Kadı’nın konağında 9 kalırlardı. Tarladan kavun, karpuz toplar, kışlık yiyeceklerini hazır ederlerdi. Kahveler içilir, fallar bakılır ve oyunlar oynanırdı. Eğlence ve neşe içinde geçerdi günleri. Zaten yayla bol yeşillikli cennet gibi bir yerdi. Rumlar hayvan beslemedikleri için yaylaya göçmezlerdi.

Ama Türk dostlarının davetleri üzerine sık sık giderlerdi yaylaya. Babası, Şerif Efendi’nin, Hacı Kadı’nın, Belediye’nin mimarıydı zaten. Hacı Kadı’nın saatli kulesini de babası yapmıştı. Muğla’daki daha birçok güzel, ünlü yapıyı da babası yapmıştı. Kısacası Muğla’nın bu. güzelliğinde babasının payı çok büyüktü. Biraz sinirli bir adamdı ama herkes çok severdi. İşine çok özenirdi. Çok titiz ve çalışkandı da. Çırağı Vasi! Usta’yla çalışırdı çoğunluk. Bir de Türk Hüseyin Usta’yı yetiştirmişti. Andonia gece boyu gözünü kırpmamıştı. Ağladığını belli etmek de istemiyordu. Kasta çok etkileniyordu çünkü. Kocasını da uyandırmaktan korkuyordu.

Zavallının evindeki son gecesiydi. Bir daha ne zaman aynı yatakta yatacaklardı kimbilir? Emanuil’siz tek başına, bir çocukla ne yapardı? B unları düşünmekten kendini kurtaramıyordu. Nihayet .sabah olmuştu artık. O an iyice yaklaşmıştı. Kocasına son kez kahvaltı hazırlamıştı . Bazıları “üzülmeyin mutlaka geri dönecekler” diyorlardı ama, Andonia bir kadın ve anne olarak hissediyordu bir daha geri dönmeyeceklerini. Özellikle, Türk dostları hep bu şekilde konuşuyordu. Ancak onlar, bu acıyı yaşamadıkları için, daha iyi niyetli bakıyorlardı. Hiçbiri sinin kocası, oğlu sürgüne gitmiyordu. Bu acıyı yaşamaları imkansızdı . Ama biltliği birşey vardı ki, bir çok Türk dostu onunla beraber ağlıyordu. Onlar da anlayamıyorlardı sürgünü. Çünkü sürülenler, kocalarının, babalarının can ciğer arkadaşlarıydı. Andonia, avlu kapısının çıngırak sesini duyar gibi oldu.

Hemen avluya fırladı. Gelen Giritli Mutasarrıf Etem Bey’di. İçeri girdiler. Emanuil’e sarılır sarı lmaz hıçkırmaya başlamıştı Etem Bey. Kolay mı, av arkadaşı, içki arkadaşı, birbirlerinden ayrılmayan iki dosttular. 1912 Harbinde, Emanuil’i sürgüne gitmekten Etem Bey kurtarmamış mıydı? Andonia: -Etem Bey, bu sefer de kurtaramaz mıydın? Çok nüfuzlu insansın. Çok tanıdıkların var. Etem Bey: -İnanın bu sefer çok zor. Bırakın beni, benden daha üst mev10 kilerdekiler de bir şey yapamaz. Bu sefer çok ciddi. Kötü günler gelecek. Ama söz veriyorum Emanuil, Andonia’ya, Kosta’ya ve hatta bütün Rumlara elimden gelen yardımı yapacağım. Bunu yapacağımdan, -tabii elimden geldiği kadarıyla- emin olabilirsin. Bu sırada dışardan ağlamalar, bağırmalar da duyulmaya başlamıştı. Kadınlar, anneler, kızlar hıçkıra hıçkıra ağlıyor, yas tutuyorlardı.

Kadınlar, kocalarının boyunlarına sarılmışlar, kocalarının göz yaşıyla ıslanmış yanaklarını ağlaya ağlaya sürekli öpüyorlardı. Sanki, bir ömür boyu yetecek kadar öpüyorlardı. Erkekler de kendilerini tutamıyorlardı. Kimileri karısının göğsüne başını dayıyor, küçük bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kimileri de erkek gibi davranmak çabasıyla mert görünmeye çalışıyordu, ancak her an patlayacak gibi öfkeliydiler. Jandarmalar evlerden tek tek gidecekleri topluyorlardı. Saburhane Meydanı’nda toplanmaya başladı insanlar. Bu meydanda, 1919’un Ağustos sıcağında, ağlamayan herhangi bir kimseyi görmeniz mümkün değildi. Kadınlar yakaları yırtılmış, saçları dağı lmış bir şekilde, oradan oraya koşuşuyorlardı. Erkekler, yanlarına aldıkları erzak torbalarını sırtlarına vurmuşlardı bile. Jandarmalar, tek tek i sim okuyup yoklamalarını yaptılar. Sonra da tek sıraya soktular sürgünleri. Meydanın çevresinde Rumlar kadar Türkler de vardı. Onlar da gözyaşlarını tutamıyorlardı. Hatta Andonia’yı Türk arkadaşları avutmaya çalışıyordu.

Küçük çocuklar, son kez babalarının kucağındaydılar. Bir kaç dakika sonra ayrılık gerçekleşecekti . Tek sıra halindeki sürgünler, iyi giyimli, tıraşlı, okumuş yazmış insan görünümündeydiler. Sürgünler jandarmaların komutu ile, Tavas yoluna doğru yürümeye haşladılar. O an yer sarsıldı. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar herkes bağırmaya başladı. Kimi babacığım gitme! Gitme! diye bağırıyor, kimisi de Oğlum! Yavrum! Evladım! diye hıçkırıyordu. Kadınlar, kocalarının gözlerine bakmaktan başka birşey yapamadılar. Hepsi için için yandı, kül oldu. Erkeklerini kaybediyorlardı. Uzun süre onlarla birlikte yürüdüler. O günün gecesini herkes ikonasının başında veya kilisede dua ederek geçirdi. Uyumaları mümkün değildi. Küçücük bebekler bile gece boyunca uyumadılar, ama ağlamadılar da. Biliyorlardı sanki annelerinin acı larını.

Ertesi günün sabahı, sürgüne gidenlerin evlerinden, işlerine 1 1 gitmek için çıkan erkek olmadı. Kadınlar kocasız, çocuklar babasız kaldı . Bu arada ortalıkta bir söylenti daha dolaşıyordu. Güya bir hafta sonra on sekiz yaşından büyük tüm erkekler de sürülecekti. Onlar da Erzurum, Malatya ve Kayseri’ye sürgüne gideceklerdi. Bu sefer anneler çıldırmaya başlamıştı . Kocalarını kaybetmek de acıydı, ancak biricik evlatlarını kaybetmek bambaşka bir acıydı . Bu dayanılır gibi değildi . Ama kimsenin elinden birşey gelmiyordu. Analar ne kadar çırpındılarsa da fayda etmedi. Zaten söz sahibi, güç sahibi erkekler yoktu ki, onlara bile sahip çıkamamışlardı, bu gencecik delikanlıları nasıl koruyabilirlerdi? Aradan bir hafta geçti ki, o genç delikanlılar da tek sıraya sokuldular, aynı kadınlar, aynı analar bu sefer delikanlılarını yolluyorlardı, o ıssız bucaksız dağlara. Kimse bir şey söylemiyordu, ancak herkesin aklından geçirdiği şey, bu delikanlıların açlık, zorluk karşısında ölüp gidecekleriydi. Gözyaşları zaten bir haftadır akıyordu, kurumuştu göz pınarları, sesleri kısılmıştı, gözleri içine çökmüş morarmıştı uykusuzluktan, ağlamaktan. Kemikleri çıkmış, adeta deriye yapışmıştı , yemekten içmekten kesilmişlerdi. Bazıları da söyleniyordu;.

“bu zavallıları sürgüne götürüyoruz ·deyip, dağların arkasında kesivermesinler. ” Gene aynı sahneler yaşandı, ama bu sefer anaların, ninelerin, dedelerin yüreği daha fazla yandı . Şimdi artık, sadece kadınlar, yaşlılar ve on sekiz yaşından küçük genç· çocuklar kalmışlardı. Evlere para girmiyordu, çalışan, üreten kesim yoktu artık. Sadece hazırdan yiyen çoluk çocuk ve yaşlılar vardı. Bu ne kadar sürebilirdi? Bu insanlar ne yaparlardı paraları bitince, ürünleri tükenince? Kim tamir edecekti evleri, değirmenleri? Kim çalıştıracaktı kireç ocaklarını, değirmenleri? Kim yapacaktı yeni yeni yapıları? Bir süre sonra yeni bir söylenti daha dolaşmaya başlamıştı. Güya bu sefer de on beş yaşın üzerindeki erkekleri süreceklerdi. Kadınlar, analar, nineler, dedeler iyice çıldırmışlardı. On beş yaşından büyük olanlar demek, çocuklar demekti. Bu tecrübesiz, bıyıkları bile terlememiş çocukların başına neler neler gelirdi? Kim bilebilirdi ki? Aklına ne getirirsen getir artık. Her türlü ihtimali düşleyebilirsin. Bu da çıldırmak, intihar etmek için yeterli idi zaten. Ana yüreği dayanabilir mi bu acılara? Dayanamazdı elbette. Bu gencecik çocuklar, başlarını analarının kucağına yaslayıp 12 hüngür hüngür ağlıyorlardı. Ablaları, kız kardeşleri, ahilerinin, kardeşlerinin bu şekilde meçhule sürülmelerini kabullenemiyordu.

Zavallı çocuklar, ne yapacaklarını bilemiyorlardı . Kimisi erkek gibi davranmaya çalışıyor, kimisi de iyice bebek oluyordu. Kimisi daha ergenliğe ulaşıp, erkek bile olmamıştı. Analarının aklına neler geliyordu neler. Dedeler, sık sık tembihliyorlardı; “oğlum şöyle durmayın, böyle yaklaşmayın, birbirinizden ayrılmayın” gibi bir yığın uyarılar. İçki verirlerse içmeyin de diyorlardı. Ve bir gün bu çocuklar, ablalarını, kardeşlerini, analarını arkalarında bırakarak gene tek sıra ile Tavas yolunda görünmez oldular. Geride kalanlar, artık birer cenaze görünümündeydiler. Sanki iskeletlere elbise giydirilmiş gibiydi . Herkes siyah giymişti. Her taraf karanlıktı, siyahtı, yaştı. Yaşlılar iyice çöktü. Kadınlar birer kocakarı oldular. Gencecik güzelim kızlar bile yaşlı görünüyorlardı. Andonia korkuyordu, bir gün biricik oğlunu da elinden alacaklar diye.

Daha çok küçüktü ama, kimbilir bir gün bir jandarma gelir kapıya çocuğunuzu da yollayacağız diye. Hiç kuşkusuz o zaman kendini de biricik evladını da öldürürdü. Çünkü artık buna dayanamazdı . Zaten cenazeden farksızdı, artık hiç birşey yemiyordu. Türk dostları da eskisi kadar rahat yaklaşmıyorlardı artık. Çünkü Rum kadınları öfke içindevdi. Ama gene de yaklaşanlar ve eski dostluğu devam ettirenler de vardı. Erkeksiz kalan bu insanlara Türk erkekleri yardım ediyordu. Çünkü çoğu, Rum arkadaşlarına söz vermişti. Siz gitseniz de ailenize göz kulak olacağız diye. Zaten bir süre sonra, Rum kadınları, geride kalan çocuklarını, yaşlılarını beslemek ve onlara bakmak zorunda olduklarını farkettiler. Çoğu kocasının işini devraldı . Artık değirmenci Vasi! yoktu, değirmenci Maria vardı. Bunun gibi bir çok işi yaptı Rum kadınları . Bir çoğu da Türk kızlarına çeyizlik el işi yapıp sattı.

Çocuklar simit, ekmek sattı. Kısacası erkeksiz yaşamaya alışmaya başlamışlardı artık

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir