Halit Ertugrul – Sevda

Sevda isimli bu kitap, gerçek bir hayat hikâyesini anlatmaktadır. Yalnızca kişilerin kendi isteği üzerine, isimleri değiştirilmiştir. Bizzat canlı şahitlerin dilinden anlatılan bu müthiş hayat öyküsü, tarafımdan kaleme alınarak düzeltilmiş ve düzenlenmiştir. Ama asla olayların ruhuna dokunulmamıştır. Bu eserde, gençlik hayalleri peşinde koşan bir genç kızın acı ve ibret dolu hayatı dile getirilmektedir. Olaylar zinciri, o kadar etkileyici ve o kadar şaşkınlık verici ki kitabı okuyunca gözyaşlannızı tutamayacak, kendinizden geçeceksiniz. Daha da önemlisi yaşamın bu müthiş gerçekleri karşısında kendi hayatınızı da sorgulama ihtiyacı hissedeceksiniz. Özellikle de yanlış aşk, yanlış sevda ve yanlış çevrenin bir insanın hayatını nasıl mahvettiğini ibretle ve dehşetle okuyacaksınız. Bu çalışmada, tamamen kurgudan uzak, güncel, ibretli ve yaşanmış olaylar konu edilmiş, hadiseler nasıl yaşandıysa öyle aktarılmıştır. Bu yüzden bu eser, hikâye veya romanın edebî kriterleriyle değerlendirilmemelidir. Bu kitabın amacı, manevî çöküntü içindeki topluma; özellikle de gençliğe, yaşanmış, ibretli ve örnek olaylar eliyle çözüm önerileri sunmak ve kişinin yaradılış gerçeğiyle yüzleşmesine katkıda bulunmaktır. Kitabın hedef kitlesi ise ilköğretim okulu ve lise öğrencileridir. Bunun için de kitaptaki üslubun sade, açık ve akıcı olmasına özen gösterilmiş, cümlelerin kısa olmasına dikkat edilmiştir. Bu sebeple bu çalışma bir roman veya hikâye olmayıp hayatın gerçeğindeki alıntılardan oluşmuş, hayatın özüne bir mesajdır. Eminiz ki bu kitabı okuduğunuzda, bir an önce dostlarınıza da okutturma çabasına düşeceksiniz.


Kendinizi hayat aynasında izlemek istiyorsanız, lütfen buyurun… Halit ERTUĞRUL ESRARENGİZ BİR TELEFON Bir pazar günüydü. Masanın başında, okuyucularımdan gelen onlarca ibret dolu mektup arasında âdeta kaybolmuştum. Bu içler parçalayan hayat öykülerinin esrarlı dünyasından bir telefon sesiyle kendime geldim. Karşımda heyecandan kalbi duracakmış gibi panikleyen bir bayan vardı. – Affedersiniz dedi, kelimeleri bölük pörçük sıralayarak. Ben Halit Ertuğrul’u arıyordum. Heyecanını biraz olsun yatıştırmak için: – Hangi Halit Ertuğrul, diye sordum. – Hani şu yazar Halit Ertuğrul… Düzceli Mehmet ve Aysel gibi kitapları olan. – Buyurun, dedim. Halit Ertuğrul, benim. – Öyle mi Hocam, diye bir çığlık attı. İnanır mısınız, şu anda kalbim duracak sanki. – Anlaşılıyor, dedim. Ama heyecanlanmanıza gerek yok. Çünkü ben de sıradan bir insanım.

Tek farkımız; sizin okuyucu, benim de yazar olmam, o kadar. O bana meramım anlatmadan, ben ona bazı sorular sorarak heyecanını yatıştırmaya çalıştım. Sesindeki titreşimden kendini toparladığını anlayınca da: – Şimdi buyurun, dedim. Sizi dinliyorum. – Ay Hocam Allah razı olsun, diye başladı konuşmasına. Neredeyse düşüp bayılacaktım. Biraz olsun rahatlattınız beni. Kitaplarınızla tanışalı çok olmadı. Özelikle de Kendini Arayan Adam, Düzceli Mehmet ve Aysel’den çok etkilendim. İnanın bu yüzden hâlâ kendimde değilim. Kitaplarınızın bana çok tesir etmesinin sebebi, bu olayların benzerini, belki de daha acıklısını yaşamış olmamdır. Sanki bu kitaplarda beni anlatmışsınız. Her satırında kendi hayatımı buldum. Kendini daha fazla tutamayan bayan hem ağlamaya hem de anlatmaya başlamıştı. O anlatıyor, benim de içim parçalanıyordu.

Allah’ım bu nasıl bir hayattı! Ben dinlemeye daya-namıyordum; ya bunları yaşamak!. Düşünmek bile insanı ürpertiyor, dünyam allak bullak oluyordu. – Kitapları bitirince düşündüm, diye devam etti. Benim de insanlara; özellikle gençlere anlatacağım çok önemli şeyler var. Yaşadığım ibret ve dram dolu olaylardan onların da ders almasını istiyorum. Hayat öykümü mutlaka sizinle paylaşmalıyım. Bunca hayat tecrübesi, bende saklı kalmasın. Her gün aynı tuzaklara düşürülen, binlerce saf ve temiz insan var. Ben, namus ticareti yapan zalim kişilerin ellerinden mucizelerle kurtuldum. Bu çaresizliği yaşayanlar benim kadar şanslı olmayabilir. Yaşadığım akıl almaz tuzakları anlatıp gençlere bir nebze olsun yardımcı olmak istiyorum. Hocam, mutlaka bir şeyler yapmalıyım. Bu kahrolası günah bataklıklarında gençliğimi yitirdim. Hayatın yalancı cazibesine aldananlara ders olsun istiyorum. Başka biri benzer acılan yaşamasın.

Bu bayanın geçmiş hataları içini kavuruyordu. Acıyla çırpınan bu hanımın anlattıktan beni çok etkilemişti. – Hocam, dedi. Bütün hayat hikâyemi anlatmak üzere sizi davet ediyorum. Adresimi veriyorum, en kısa zamanda sizi bekliyorum, ne olur gelin. Bir yazar için bundan daha güzel bir haber olabilir miydi? Hiç zaman kaybetmeden yola koyuldum. Kısa bir tanışma faslından sonra gençliğini hatalanna kurban veren bu hanımefendi, nefes kesen hayat serüvenini anlatmaya başlamıştı. Bu kardeşimiz neler yaşamıştı böyle! İnsanın etini kemiğinden ayıran dehşet verici olaylar zinciriydi… Sanki dinlemiyordum da anlatılanları bütün dehşetiyle yaşıyordum. Sevda Hanım’ın gözyaşlarıyla anlattığı bu hayat hikâyesi karşısında âdeta buz tutmuştum. Bu olayı dinleyenler de bir kez daha kendilerinden geçmişlerdi. İbret dolu, şaşkınlık dolu; hatta dehşet dolu bu olaylar bu toplumda yaşayan herkese çok önemli mesajlar veriyordu. Bize düşen bu acı hatıraları okuyup çevremize de okutmaktı yoksa bu felaket en kısa zamanda bizim de kapımıza dayanabilirdi. Evden ayrılırken gözyaşlanm dinmemişti… İçim titreyerek, yüreğim yanarak ve kalbim parçalanarak dinlediğim bu inanılmaz hayat öyküsü karşısında, siz de hayrete düşecek, bu sayfalar içinde kendinizi kaybedeceksiniz. ®İ$jNCİ GÖLÜM “Nasıl 6aşlarsa öyle devam eder” demişler. Jldali fontsun! ‘Eğer 6u söz doğruysa daha Başlamadan kaybetmiş bir insanım, demedir.

Ne yazıl^Çi 6u söz, Benim için de doğru çıkacağa Benzemektedir. Hayata Gözlerimi Açtığımda İlk Gördüğüm Annemin Gözyaşlarıydı Ölümle ilk defa doğarken karşılaştım Her hayatın bir hikâyesi vardır. Her hayat kendine göre bir romandır; ama benim yaşadıklarımı ne öyküler taşır ne de masallar. “Vay be…”, “Nasıl olur?”, “Olmaz böyle şey!.”, “İnanamıyorum…”, “Böylesi de görülmemiştir…”, “Hâlâ yaşıyor ha!.” gibi hayret dolu sözlerle ifade edilebilecek, insanın kanını donduran bir ömür… Böyle bir hayatı nasıl yaşadım? Böyle acılar içinden nasıl sağ çıkabildim? İnsanın beynini zorlayan, akıl sınırlarını çatlatan bir serüven benimki… Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte… Belki arkadan gelenlere ibret olabilmem, aynı yanlışa onların da düşmemesi için… Her şeyin dizgini elinde olan Allah, beni onun için yaşatmış olmalı… Hayatımın çilesi doğarken başlamıştı. Zavallı annem, babamdan yediği dayak yüzünden çok ağır kanama geçirmiş ve erken doğum yapmış. Böylece yedi aylık doğmuşum. “Ölür,” demiş ‘çevredeki insanlar. “Hem anne hem de kız ölür. Bu kanamaya kim dayanabilir? Çocuk da yanm doğmuş. Bu da gider birkaç gün sonra…” Doktor nerede o zaman… Doktor var olmasına var da götürecek kimse yok… Babam ayyaşın biriydi. Onun bütün dünyası içki ve içki için para bulmaktı. Hayatta neyi varsa hepsini içkiye feda edebilecek bir kişiydi. Bunun için ne annem ne de ben çok da umurunda değildik.

İçki için yedi aylık hamile eşinin elindeki ekmek parasını alamadığından dolayı, onu tekmeleyerek yerlerde sürüyen bir vicdansız… Böyle bir babanın, çaresizce kaderine razı olan talihsiz bir ananın yanm doğmuş kızı; ben… Başıma neler geldiğini tahmin etmeye gerek var mı? Hayatın bütün tuzakları korumasız insanlar için değil mi? Benimki de böyle oldu işte… Ah, benim gün görmemiş annem… Günlerce kanamalarla, acılarla, çaresizlikle boğuşmuş. Babamın eve gelip “Ne haldesin?” dediği bile olmamış. Sağ olsun hayırsever komşular yardım ellerini uzatmışlar; özellikle Hacer Teyze… Annem canlı bir cenaze gibiydi Hacer Teyze’yi bize Allah göndermiş, onu bize komşu etmişti. O olmasaydı bizim halimiz ne olurdu, bilemiyorum… Annem kurtulmuş; ama nasıl? Hayat boyu, kansızlık, böbrek yetmezliği ve solunum rahatsızlığı çekerek… Bütün bu hastalıklar o günlerin hatırası olarak kalmış. Ben de günlerce ölümle pençeleşmişim. Zavallı annem “Ha öldü, ha ölecek” diye gece gündüz başımda gözyaşı dökmüş. Çevremi tanımaya başladığımda, gözümün önündeki aile manzarası korkunçtu: ara sıra eve gelen alkolik bir baba… Zaten çoğu zaman içtiği yerde sızıp kalırdı. Eve geldiği zaman da âdeta kıyameti koparırdı. Annemi ve beni acımasızca sıra dayağından geçirir, mutlaka olmayacak bir istekte bulunur, o da karşılanmayınca küplere biner, sanki ateş topu olup çıkardı. Bu yüzden babamın eve gelmesini hiç istemezdik. O, eve gelince yaşayacağımız işkenceleri tahmin ederdik. Bilirdik ki ya annemin başını, gözünü yaracak ya da beni duvardan duvara çarpıp arkasına bakmadan gidecek. O çocukluk dünyamda o kadar korkup ürküyordum ki durmadan “Ne olur Allah’ım babamı öldür de kurtulalım!” diye yalvarıyordum. Düşünebiliyor musunuz, beş yaşlarında bir kız çocuğu babasına düşkün olacağı bir dönemdeyken ne acı ki ona beddua ediyor… “Keşke ölse de kurtulsak” diyor… Annem ise hayatın baş edilmez en ağır çileleriyle boğuşuyordu. Kendi hastalığı yetmiyormuş gibi bir de babamın dayanılmaz yaşantısı, benim ve erkek kardeşimin bitmez istekleri… Bu kadar yük taşınır mı Allah’ım! Çaresiz annemin her günü daha da dayanılmaz hal alıyor, sanki canlı bir cenaze gibi sürünerek yaşamla mücadele ediyordu.

Ah, annem ah! Ne acı, ne dayanılmaz günler yaşadın… Zavallı annem çok kansız ve çok dermansızdı. Benzi sapsan, nefes almakta güçlük çeker, boğulacak gibi olurdu. Böbreklerinden dolayı da acılar içinde kıvranıp dururdu. Annemin çilesi yalnız bu değildi tabii… Ya evin ihtiyaçları? Kiralık bir evde, her gün tencere kaynayacak, günlük ihtiyaçlar karşılanacak… Ya para? Babam yanında ekmek parası getireceğine, elimizdekini de alıp giderdi. Benim çileli annem de ekmek parası bulamayınca komşudan un alır, bize ekmek yapıp karnımızı doyururdu. Hiçbir gelirimiz yoktu o yıllarda. Ama annem iyi bir terziydi. Komşular ufak tefek giysilerini anneme getirir, yardım olsun diye diktirirlerdi. Ne yazık ki annemin sağlığı bozuktu, dikiş dikmeye bile dermanı yoktu. Ailemizin bir diğer ferdi de benden iki yaş büyük olan ağabeyimdi. Ağabeyim çok akıllı, yaşından beklenmeyen olgunluktaydı. Hacer Teyze ağabeyimi çok severdi. “Bu oğlan efendi olur; ama bu kız kimin başını yakar bilemem” derdi. Ailemin geçmişi Annemin babası Yugoslavya’dan gelip Türkiye’ye yerleşmişti. Dört kardeşin en küçüğü annemdi ve annemin diğer kardeşleri hayata erken veda etmişlerdi.

Her birinin ölümü bir dram olmuştu. Dedem ve anneannem de sonraları rahmetli olmuşlardı. Yani annem kendi soyunun son ferdiydi. Bu yüzden de derdini dökecek ve sığınacak bir yakını yoktu. Babam ise İzmir doğumluydu. Uzun boylu, sarışın ve çok yakışıklıydı. Zaten bu gösterişi onun başına bela olmuştu. Bu yüzden içki, kumar, kadın onun dünyasını oluşturuyordu. Annem, babama çok kızdığı zaman “Yunan bozması” derdi. Bu öylesine bir öfkenin ifadesi miydi yoksa gerçekten annemin bir bildiği mi vardı; bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey vardı ki babam çok dağınık, vurdumduymaz, merhametsiz ve Allah korkusu olmayan bir insandı. Onun yanında din, iman ve ahlak gibi değerlerin hiçbir anlamı yoktu. Millî ve manevî duygularının körelmiş olması veya bu duyguların hiç oluşmaması, babamın taşıdığı kan hakkında kuşkuya düşmeme sebep olmuştur. Çünkü bir insan, Türk toplumu ve gelenekleri içinde yaşayıp da bu kadar ilgisiz, bu kadar vicdansız ve ailesine karşı bu kadar acımasız olamazdı. Gençliğinde çok güzel olan annem ise hastalık ve çektiği acıların etkisiyle âdeta çökmüş, yaşayan bir ölü halini almıştı.

Hacer Teyze’nin desteği Evimizin bu mutsuzluğunu, çaresizliğini ve kimsesizliğini bir nebze olsun Hacer Teyze telafi ediyordu. Melek gibi bir hanım olan Hacer Teyze, sanki bizi kendi çocuğu gibi kanatlan altına almıştı; her derdimize deva olmaya çalışıyordu. Annemin tek moral kaynağı, tek sırdaşı ve tek desteğiydi. Sürekli annemi teselli eder, eksiklerimizi giderir, ilaç getirir, bize giysiler bulurdu. Ayrıca “sağdan, soldan geldi” diye de her ay düzenli olarak harçlık verirdi. O günkü çocukluk hatıralanm arasında Hacer Teyze’nin çok özlü sohbetleri de vardı. Evimize geldiğinde bizi başına toplar, iman ve Kur’an dersi verir, Peygamber’imizden, ahi-retten, Allah’a kulluktan bahsederdi. O kadar güzel dinî hikâyeler anlatırdı ki onu dinlemeye bayılırdık. İbadetleri ve namazı ondan öğrenmiştik. Bize bütün dualan ezberletmişti. Ayrıca benim yaşımda bir de torunu vardı. Gelirken onu da getirirdi, onunla birlikte oynardık. En iyi arkadaşım oydu. Hacer Teyze anneme, sürekli Hastalar Risalesi kitabım okur, çektiği dayanılmaz sıkıntıdan dolayı teselli etmeye çalışırdı. Sanki Hacer Teyze ailemizin reisi gibiydi.

Zaman zaman işlerimizi o takip ederdi. Bu tabii ki bize Allah’ın en büyük lütfiıydu. Yoksa biz bu günlere asla gelemezdik. Hele annem, onsuz yaşayamazdı. Hacer Teyze’nin yüzü de yüreği gibi pınl pınldı. Sanki kalbinin merhameti ve şefkati yüzüne aksetmişti. Babamın tek çekindiği kişi de oydu. Babam eve gelince evde Hacer Teyze varsa girmez, çıkar giderdi. Yıllarımız dayanılması, katlanılması çok zor acılarla geçiyordu. Ağabeyimle birlikte, ihtiyaçlanmızı yeteri kadar karşı-layamamamn ezikliği içinde okulumuza devam ediyorduk. Annem de ev kirası, mutfak masrafları ve ilaç parası için çırpmıyordu. İlk felaket haberi ulaştı Babam alkolik de olsa, eve geldiğinde bize yapmadığı eziyet kalmasa da o bir babaydı. Çoğu zaman eve gelmese bile çevreye karşı başımızda bir büyük, bir koruyucu olarak görülüyordu. Babamdan on gündür haber alamamıştık. Annem çok telaşlandı.

“Arayı hiç böyle uzatmazdı. Ne oldu bu adama?” diye sağa sola sormaya başladı. Tanıdık herkese sorduk, gittiği her yerde onun izini aradık; ama babam ortalarda yoktu. Zavallı annem… Kendisine yapmadığı kalmayan, yıllarını zehir eden, hastalığı ve aile problemleriyle baş başa bırakan babam için az mı gözyaşı döktü. Az mı çırpınıp durdu. Yoktu… Hiçbir yerde yoktu… Babamın bir türlü izine rast-layamamıştık. Kime sorsak “Biz de on beş, yirmi gündür görmüyoruz” diyorlardı. Sonuç olarak o pislikler babamı yutmuştu işte. O yanlış yol, o yanlış insanlar ve o yanlış çevre, binlerce insanın hayatım mahvettiği gibi, babamı da aldı, götürdü gencecik yaşta. Hâlâ babamdan en ufak bir iz yoktur; onunla ilgili en ufak bir bilgi de ulaşmadı elimize… Bizim kanaatimiz kör bir kurşuna hedef olup bir tarafa atıldığı yönünde. Bunun için de aradan yıllar geçmesine rağmen bir haber çıkmadı. Belki de babamın o pisliklere bulaşıp birçok masumun canını yakması ve birçok günahsızın bedduasını alması, onu da o yola kurban etti. Yani su testisi su yolunda kırıldı. Bunun adı, “etme bulma dünyasıydı”. Bizi Hacer Teyze toparladı Ben ortaokul sonda, ağabeyim de lise ikideydi.

Artık evimizin erkeği ağabeyimdi. Hem çalışıyor hem de okuyordu. Evimizin her ihtiyacını o takip ediyor, annemin iyileşmesi için çırpınıp duruyordu. Çok akıllı, çok dürüsttü. Nerede, nasıl hareket edeceğini bilen, olgun bir yapısı vardı. Tabii Hacer Teyze olmasaydı ne yapardık bilemiyorum. Allah ebediyen razı olsun Hacer Teyze’den… O bizim hem annemiz hem de babamızdı. Çileli annem, “Allah’ıma şükür. Babanız gittiyse Rabb’im bize baba olarak onu gönderdi” diye Hacer Teyze’ye dua edip dururdu. Babam kaybolduktan sonra o kadar bunalmıştık ki ne ev kirasını verebilmiş ne de ihtiyaçlarımızı temin edebilmiştik. Öyle ki bir ekmeğe bile muhtaç olmuştuk. Hacer Teyze bizi kendi evinin bodrum katma taşıdı. Orası bir oda, bir mutfaktı; ama hayrına bizi kira olmadan oturtuyordu; üstelik neyi varsa bizimle paylaşarak… Elli yaşlarında varlıklı bir hanımdı. Üç katlı evinin birinci katında beyi Rahmi Amca’yla oturuyordu. İkinci katı da kızı Nur Hanım’ındı.

Nur Hanım’ın da benim yaşımda Çiğdem isimli bir kızı vardı. Benim en iyi arkadaşım da oydu. Bir taraftan ağabeyimin gayretleri bir taraftan da Hacer Teyze’nin yardımlarıyla yavaş yavaş kendimize gelmeye başlamıştık. Bu felaket korkunçtu Ne yazık ki başımıza gelecek felaketten haberimiz yoktu. Ağabeyimle benim okulumuz aynı bahçe içindeydi. Sabah birlikte gider, akşam eve beraber dönerdik. Ağabeyim çok kıskançtı, beni sıkı sıkıya takip ediyordu. En ufak bir yanlış bile yapmama izin vermiyordu. Kendisinin de öyle kızerkek arkadaşlığı yönünde bir isteği, bir eğilimi yoktu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir