Gabriel Garcia Marquez – Anlatmak İçin Yaşamak

Gabriel Garcia Mârquez, 1928’de Kolombiya’nın Aracataca kentinde doğdu. Büyükannesiyle büyükbabasının evinde ve teyzelerinin yanında büyüdü. Başkent Bogota’daki Kolombiya Ulusal Üniversitesi’nde başladığı hukuk ve gazetecilik öğrenimini yarım bıraktı. 1940’lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yaptı. Öykü yazmaya 1940’ların sonlarında başladı. Yayınlanan ilk önemlrya-pıtı, Yaprak Fırtınası’ydı. 1961’de yayınlanan Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, ülkesi uğruna savaşarak yaptığı hizmetlerin karşılıksız kaldığını anlayan bir subay eskisinin öyküsüdür. Bunu Hanım Ana’nın Cenaze Töreni (1962) adlı öykü kitabı ve Macon-do’daki siyasal baskıları anlatan Kötü Saatte (1962) izledi. Garcîa Mârquez, en tanınmış romanı Yüzyıllık Yalnızhk’ı (1967), Meksika’ya ilk gidişinde yazdı. Yüzyıllık Yalnızlik’taki bir bölümden esinlenerek yazdığı öykülerini Đyi Kalpli Erendim (1972) adlı kitapta toplayan yazar daha sonra birbiri ardı sıra Mavi Bir Köpeğin Gözleri (1972) adlı öykü kitabını, askerî diktatörlükleri yeren Başkan Babamızın Soribaharı’nı (1975), onur uğruna işlenen bir cinayet çerçevesinde gelişen olayların ele alındığı Kırmızı Pazartesi’yi (1981), aşkta bağlılığı konu alan Kolera Günlerinde Aşk’ı (1985), Simon Bolivar’ın yaşamının son aylarını konu edinen Labirentin-deki General’i (1989) yayınladı. Yazanın Türkiye’de de yayınlanan öteki yapıtları arasında Bir Kayıp Denizci, Sevgiden Öte Sürekli Ölüm, Aşk ve Öbür Cinler, Şili’de Gizlice, On Đki Gezici Öykü ve Bir Kaçırılma Öyküsü sayılabilir. Garcia Mârquez, 1982’rte Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. Pınar Savaş, 1966 yılında Đstanbul’da doğdu. Orta öğrenimini Saint Benoit’da tamamladıktan sonra 1990 yılında Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. 1999 yılında Can Yayınları’nda çalışmaya başladı.


Đspanyolca, Fransızca ve Đngilizce biliyor. Đspanyolca ve Đngilizce’den Türkçe’ye yaptığı” çevirilerin yanı sıra, kitapları yayına hazırlıyor, çeşitli gazete ve dergilerde kitaplar hakkında makale ve tanıtım yazıları yazıyor. Çevirdiği kitaplar arasında, Açık Yapıt (Umberto Eco); Đnes’in Sezgisi (Carlos Fbentes); Kahramanlar ve Mezarlar, Tünel (Ernesto Sâbato); Kaya (Kenan Makiya); Yarın Savaşta Beni Düşün (Javier Marias); Hüzünlü Kadınlar Sığınağı (Marcela Serrano) bulunuyor. Đnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır. ORHAN KEMAL ĐL HALK KÜTÜPHANESĐ Annem evi satmasında ona yardımcı olmamı istedi. Ailemin yaşadığı o uzak kasabadan sabah gelmiş Barranquilla’ya, beni nasıl bulacağı hakkında hiçbir fikri yokmuş. Eşe dosta sora sora aramaya başlamış, Mundo Kitapçısı’na ya da günde iki kez yazar dostlarımla buluşup sohbet etmeye gittiğim kahvelere bakmasını önermişler, bir de tutup uyarmışlar kadıncağızı: ¦”Dikkatli ol ha! Hepsi kaçık bunların!” Tam öğle vakti geldi yanıma. Kitapların sergilendiği masaların arasında tüy gibi hafif adımlarla ilerledi, önümde dikilip iyi günlerinden kalma delici gülümsemesiyle ta gözlerimin içine baktı, ben daha bir tepki gösteremeden, “Annenim ben!” dedi. Öyle bir değişiklik vardı ki halinde tavrında, onu ilk bakışta tanıyamamıştım. Kırk beş yaşındaydı. Tam on bir doğum. Yaşamının on yılını hamile, bir o kadarını da çocuklarını emzirerek geçirmişti. Sözcüğün tam anlamıyla zamanından önce çökmüştü. Đlk kez taktığı gözlüğün ardındaki gözleri alıştığımdan daha büyük ve şaşkındı, annesinin ölümü nedeniyle tepeden tırnağa simsiyah yas giysilerine bürünmüştü, ama düğün fotoğrafın-daki, şimdi bir sonbahar halesinin çevrelediği o Romalı güzelliğini koruyordu hâlâ. Her şeyden, hatta bana sarılmadan önce, o bildiğim törensel havasında, “Senden bana bir iyilik yapmanı istemeye geldim, evi satmama yardım et,” dedi.

Ne hangisi dememe gerek vardı ne de neredeki diye sormama, bizim için dünyada tek bir ev olmuştur: dedemle ninemin Aracataca’daki evleri. Doğma şansına eriştiğim, sekiz yaşından sonra bir daha hiç içinde yaşamadığım o ev. Üç yılın sonunda hukuk fakültesini henüz terk etmiş, elime ne geçirirsem okuyarak ve Đspanyol Altın Çağı’nm bir daha yazılması mümkün olmayan şiirlerini ezbere söyleyerek geçiriyordum zamanımı. Bana roman yazma tekniğini öğreteceğine inandığım özgün ya da çeviri metinlerin hepsini yalayıp yutmuştum, gazetelerin eklerinde altı öyküm yayınlanmış, arkadaşlarımca heyecanla karşılanmış, birkaç eleştirmenin de dikkatini çekmişlerdi. Bir sonraki ay yirmi üç yaşma basacaktım, bir süreden beri asker kaçağıydım, belsoğukluğundan iki kez gaziydim; hiç umursamadan korkunç bir tütünden yapılma altmış sigara tuttururdum günde. Boş zamanlarımı Barranquilla, Cartagena de Indias ve Kolombiya’nın Karayip kıyılarında gezerek geçiriyor, El Heral-do’da çıkan günlük yazılarım için bana ödedikleriyle krallar gibi yaşıyordum ki, bir şey verdikleri yoktu doğrusunu söylemek gerekirse. Mümkünse biriyle birlikte yattığım, nerede akşam, orada sabah günler. Sanki yaşamım yeterince belirsiz ve karmaşık değilmiş gibi, ayrılmaz dostlarımla paramız pulumuz varmışçasına, Alfonso Fuenmayor’un üç yıldır planladığı bir dergi çıkarmaya karar vermiştik küstahça. Đnsan hayatta başka ne ister ki! Keyfim öyle istediğinden çok parasızlıktan modanın yirmi yıl kadar önünde gidiyordum: makas görmeyen bir bıyık, karmakarışık saçlar, kot pantolon, çiçekli gömlekler ve sandaletler. Bir sinema salonunun karanlığında yakınında oturduğumdan haberi olmayan bir arkadaş bir başkasına, “Bizim zavallı Gabito’da hiç umut yok!” deyi-vermişti bir gün. Yani annem gelip evi satmakta ona yardım etmemi istediğinde kadıncağıza evet demek için 10 hiçbir engelim yoktu. Bana yeterli parası olmadığını söyleyince, gururumdan, “Kendi masraflarımın çaresine bakarım,” dedim. Bu sorunu çalıştığım gazetede çözmem mümkün değildi. Günlük bir makale için üç, bir muhabir olmadığında onun yerine yazı yazdığımda da dört peso veriyorlardı ve hiçbir şeye yettiği yoktu. Borç istemeye yeltendiysem de patron borcumun çoktan beş yüz pesoyu aştığını söylemekle yetindi.

O öğleden sonra bu konuyu gündeme getirerek arkadaşlarımın başının etini yediy-sem de yapacakları pek bir şey yoktu. Kolombiya Kahve-si’nin çıkışında Katalan kitapçı yaşlı üstadımız Ramon Vinyes’i kıstırarak on peso borç istedim ama cebinden çıka çıka altı peso çıktı. Đki günlük o masum yolculuğun benim açımdan böylesine belirleyici olacağını, en uzun ve gayretkeş yaşamın bile onu anlatmama yetmeyeceğini ne annem bilebilirdi ne de ben. Şimdi, iyi’yaşanmış bir yetmiş beş yılın ardından, bu yolculuğun yazar yaşamımda aldığım bir sürü kararın en önemlisi olduğunu biliyorum. Bu şu anlama gelir: bütün hayatımın en önemli kararı. Hafıza, ergenliğe kadar geçmişten çok gelecekle ilgilidir, bu nedenle köye ait anılarım henüz özlemle idealleştirilmemişti. Onu olduğu gibi hatırlıyordum: yaşaması keyifli, herkesin herkesi tanıdığı bir yer. Girdaplı suların cilaladığı, tarihöncesi çağlardan kalma dev yumurtaları andıran taşlardan yatağında akan bir nehrin kıyı-sındaydı. Akşam karanlığında, özellikle de aralık ayında, yağmurdan sonra hava elmasa keser, beyaz zirveleriyle Sierra Nevada de Santa Marta karşı kıyıdaki muz plantasyonuna yaklaşmış görünürdü. Köyden bakınca sırtlarına içi zencefil dolu bez çuvalları vurmuş, ağızlarında yaşamı daha eğlenceli kılmak için çiğnedikleri koka yap-raklarıyla karınca sıraları gibi ilerleyen Archuacos yerlileri görünürdü dağın yamaçlarında. O zamanlar biz çocuklar, nedense yerden kalkmak bilmez karlardan kar11 A.,. topları yaptığımızı hayal ederek boş sokaklarda savaş oyunu oynardık, sıcak özellikle öğle uykusu zamanı öylesine dayanılmaz bir hal alırdı ki, yetişkinler sanki o gün aniden bastırmış da, herkesi gafil avlamış gibi durmadan yakınırlardı. Doğduğum günden beri demiryollarının gece döşenip United Fruit Company’nin binalarının gece inşa edildiğini duymuşumdur, gündüz sıcaktan kızmış demirleri ellemenin imkânı yokmuş. Barranquilla’dan Aracataca’ya varmanın tek yolu eski püskü motorlu bir ahşap tekneyle, sömürge döneminde kölelerin bileğinin gücüyle kazılmış bir kanalda ilerlemek, sonra da çalkantılı ve girdaplı bir balçık çukurunu geçerek Cienaga’ya varmaktı.

Orada ülkenin aslında en güzel şeyi olan trene binilirdi, hani şu bildiğimiz trene; uçsuz bucaksız muz plantasyonları katedilir, kızgın güneş altında cayır cayır yanan dağınık, tozlu kasaba ve köylerin ıssız ve yapayalnız istasyonlarında dura dura ilerlenirdi. 18 Şubat 1950 günü, akşamın yedisinde annemle işte bu yola koyulduk, karnaval arifesiydi, zamansız bir sağanak bastırmıştı; cebimizde ev planlandığı gibi satılmazsa geri dönmemize ancak yetecek otuz iki pe-so vardı. Alize rüzgârları o kadar şevkle esiyorlardı ki, ırmağın kıyısında annemi tekneye binmeye ikna etmek pek kolay olmadı. Haksız da sayılmazdı. Tekne New Orle-ans’taki buharlı nehir gemilerinin benzinli motorla çalışan bir taklidiydi ve öylesine sarsılıyordu ki, güvertedeki herkes sıtma tutmuş gibi titriyordu. Hamakları farklı seviyelere asmaya yarayan çengelleri olan genişçe bir salonu vardı, öteberi bohçalarının, tavuk kafeslerinin, hatta canlı domuzların arasında insanların ite kaka kendilerine bir yer açıp da dirsek dirseğe sığıştıkları ahşap sıralar diziliydi. Bir-iki tane de içinde nefes almanın olanaksız olduğu ahşap ranzalı kamara vardı, ki bunlar tüm yolculuk boyunca acil hizmet veren kanı canı kalmamış orospucukların işgali altındaydılar. Boş kamara 12 bulamadık, hamağımız da olmadığı için annemle bir saldırı düzenleyip merkez koridordaki iki demir sıraya el koyduk ve geceyi üzerlerinde geçirmeye karar verdik. Annemin korktuğu kadar varmış, halicinden bir adım mesafede bir okyanus gibi öfkeyle köpüren Magda^ lena Irmağı’nı aşarken o ürkütücü tekneyi fena halde kamçılıyordu fırtına. Ben limandan en ucuzundan epeyce kara tütün ve paçavra sayılabilecek bir cins sigara kâğıdı almış, birinin izmaritiyle ötekini yakarak her zamanki gibi baca gibi tüttürüyor, şeytanî hamilerimin en sadığı olan William Faulkner’in Ağustos Işığı’nı bir kez daha okuyordum. Annem bir traktörü çekebilecek ya da bir uçağı havada tutabilecek bir bocurgatmışçasına yapışmıştı tespihine, eminim her zamanki alışkanlığıyla kendisi için hiçbir dileği yoktu, on bir kimsesizi için refah, bir de uzun ömür, yeter de artardı ona. Duaları kabul olmuş olmalı ki, kanala girdiğimizde yağmur uysallaş-mış, rüzgâr neredeyse sivrisinekleri’bile uzak tutamayacak sünepelikle esmeye başlamıştı. Annem tespihini ortadan kaldırarak, uzunca bir süre çevremizdeki yaşamın velvelesine daldı. Annem orta sınıf bir evde doğmuş ama Muz Şirketi’ nin geçici şaşaasında yetişmiş, bundan da Santa Marta’da, Prensantaciön de la Santisima Virgen Koleji’nde gördüğü zengin kız çocuğu eğitimi yanma kâr kalmıştı. Noel tatillerinde arkadaşlarıyla gergef işler, hayır kermeslerinde klavsen çalar, göz kulak olsun diye yanına katılmış bir teyzeyle pısırık yerel aristokrasinin neşeli dans partilerine katılırmış, ama ana babasının rızasına karşı gelerek köyün telgrafçısıyla evlenene kadar eline erkek eli değdiğini gören olmamış.

Erdemiyle, karşılaştığı onca talihsizlik ve fesatlığa karşın her zaman demir gibi olan sağlığı mizah konusudur. Ancak en şaşırtıcı olan ve en az dikkat çeken özelliği, karakterinin müthiş gücünü belli etmemede gösterdiği inanılmaz beceridir: kusursuz bir Aslan Burcu. Böylelikle en akla gelmeyecek 13 yerlerdeki en uzak akrabalara kadar ulaşan anaerkil bir iktidar kurabilmiştir, fasulye tenceresini kaynatırken sert bir sesle ve gözlerini hiç kırpmadan konuştuğu mutfağından, bir gezegenler sisteminin güneşi gibi herkesi idare eder. Hiç yakınmadan bu zorlu yolculuğa katlanışını izlerken, kendi kendime nasıl olup da o kadar erken yaşta, onca beceriyle yoksulluğun haksızlıklarının üstesinden gelebildiğini soruyordum. Hiçbir şey o korkunç geceden daha fazla bunun kanıtı olamazdı. Đnsanın kanını emen sivrisinekler, üzerimize çöken sıcak, teknenin geçerken altüst ettiği kanal sularının mide bulandıran çürümüş kokusu, kendilerini rahat hissetmedikleri için bir türlü gözlerine uyku girmeyen, yerinde duramayan yolcuların yakınman telâşı; her şey anneminkinden çok daha sakin bir mizacı bile zıvanadan çıkarmaya yeter de artardı. Annem demir bankta kımıldamadan oturur ve her şeye katlanırken yakınımızdaki kamaralarda erkek kılığına girmiş kiralık kızlar, karnavalın hasadını topluyorlardı. Biri annemin hemen yanındaki kamarasına her defasında farklı bir müşteriyle girip çıkıyordu. Annemin dikkatini çekmediğini düşündüm, ama kız bir saatten az bir sürede dördüncü ya da beşinci kez kamaraya girip çıkınca, koridorun sonuna kadar kederli bir bakışla onu izlediğini fark ettim. “Zavallı kızlar,” diyerek içini çekti, “yaşamlarını kazanmak için yapmak zorunda kaldıkları şey, çalışmaktan da kötü.” Gece yarısına kadar böyle devam ettik, sonunda dayanılmaz sarsıntı ve koridorun yetersiz ışıkları yüzünden okumaktan yoruldum, Yoknapatavvpha Kontluğu’ nun hareketli kumullarından su yüzüne çıkmaya çalışarak, sigara içmek için yanına oturdum. Bir yıl önce üniversiteyi bırakmış ve ne olduklarını öğrenme zorunluluğu olmadan gazetecilik ve edebiyatla yaşayabileceğim hayaline kapılmıştım, bir yerlerde okuyup kendime düstur bellediğim bir cümle vardı, sanırım Bernard 14 Shavv’undu: “Çok küçük yaşlarımdan beri okula gitmek için eğitimime ara vermek zorunda kalmışımdır.” Bunu tutup da kimseyle tartışamazdım, nasıl açıklayacağımı bilmiyordum ama içimde bir yerde, yalnızca benim için geçerli nedenlerim olduğunu hissediyordum. ! Bana o kadar umut bağlayıp da, olmayan paralarını harcayan ana babama böyle bir deliliği, bunun kaybedilmiş zaman olduğunu anlatmaya kalkışamazdım. Özellikle de kendi alamadığı diplomayı duvarına asamamak dışında ne olursa olsun beni bağışlamaya hazır babama.

Aramızdaki iletişim kopmuştu. Bir yıldan beri onu ziyaret edip eğitimimi bırakma nedenlerimi açıklamaya çalışmayı düşünüyordum ki, annem evi satmasına yardım etmemi isteyerek karşıma dikilmişti. Gece yarısını epey geçene kadar konuyu açmadı, derken olağanüstü bir vahiy indi sanki, sonunda benimle konuşmak için uygun fırsatı yakaladığını hissettim, seyahatinin gerçek amacı da bu olmalıydı kuşkusuz; dilinin Ucuna gelmeden önce uykusuz gecelerinin yalnızlığında olgunlaşmış olduğu besbelli bir söyleyiş ve tonla, milimetresi milimetresine hesaplanmış sözcüklerle başladı. “Baban çok üzgün,” dedi. Đşte onca korkulan cehennem. Her zamanki gibi en ummadığım anda, yatıştırıcı, hiçbir şey karşısında değişmeyecek bir sesle konuşmuştu, yanıtın ne olduğunu öyle iyi biliyordum ki, yine de âdet yerini bulsun diye sordum: “Öyle mi, neden?” “Eğitimini yarım bıraktın diye.” “Bırakmadım,” dedim, “yalnızca mesleğimi değiştirdim.” Kıyasıya bir tartışma düşüncesi canlandırmıştı annemi. “Baban ikisinin aynı şey olduğunu söylüyor.” Yanlış olduğunu bile bile, “O da keman çalmak için eğitimini bırakmış ama,” dedim. 15 “Aynı şey değil,” dedi büyük bir canlılıkla, “yalnızca şenliklerde ve serenatlarda keman çalıyordu. Eğitimini bıraktıysa, bunun nedeni ağzına koyacak bir lokma bulamaması. Bir aydan kısa bir sürede telgrafçılığı öğrenmiş ama, bu çok iyi bir meslek, özellikle de Aracataca’da.” “Ben de gazetelere yazı yazarak yaşıyorum,” dedim. “Bunu beni üzmemek için söylüyorsun ama durumunun berbatlığı gözlerinden okunuyor, seni kitapçıda gördüğümde az daha tanıyamayacaktım.

” “Ben de seni tanıyamadım,” dedim. “Aynı şey değil,” diye atıldı, “senin bir dilenci olduğunu sandım,” berbat haldeki sandaletlerime baktı, “üstelik de çorapsız.” “Böylesi daha rahat,” dedim, “iki gömlek, iki don, biri kururken ötekini giyersin, insanın başka neye ihtiyacı var ki?” “Biraz itibara, ağırbaşlılığa,” dedi, hemen ardından sesinin tonu değişerek,, “bunları seni sevdiğimiz için söylüyorum,” diye ekledi. “Biliyorum,” dedim, “ama söyle bakalım, benim yerimde sen olsaydın, aynısını yapmaz miydin?” “Ana babamla ters düşeceksem yapmazdım,” dedi. Ailesinin evlenmesine karşı çıkmasına nasıl inatla direndiğini hatırlayarak, güldüm. “Bunu bana bakarak söylemeye cesaretin yok.” Sözümü ciddiyetle savuşturdu çünkü neyi ima ettiğimi bal gibi anlamıştı, “Babamın rızasını almadan evlenmedim ben,” dedi, “tamam, zorla aldım ama aldım.” Tartışmaya son vermesinin nedeni benim öne sürdüğüm savların onu yenilgiye uğratması değildi elbette, tuvalete gitmek istiyordu ama temizliğinden emin değildi, daha doğru dürüst bir tuvalet olup olmadığını öğrenmek için kamarotla konuştum, ama kendisinin de aynı tuvaleti kullandığını söyledi. Sonra da sanki biraz önce Con-rad okumaya ara vermiş gibi, “Denizin üzerinde hepimiz 16 eşitiz,” diye ekledi. Böylelikle annem de herkesin yasasına boyun eğdi ama tuvaletten çıktığında hiç de korktuğum gibi değildi, neredeyse gülümsemesini zor bastırıyordu. “Bir düşünsene,” dedi, “şu kötü hayat hastalıklarından birini kapıp da eve dönsem baban ne der?” Gece yarısını biraz geçe, kanaldaki anemonlar pervaneye dolanınca tekne bir sığlıkta karaya oturdu, yolcuların hamaklarının halatlarını çözerek tekneyi kıyıdan çekmeleri gerekti, böylece üç saat geciktik. Sıcak ve sivrisinekler dayanılacak gibi değildi. Ama annem arada bir anlık şekerlemeler yaparak durumla başa çıkabiliyordu; bu huyu aile içinde de meşhurdur, sohbetin akışını izleyerek dinlenmesine olanak sağlar. Yeniden yola koyulup da serince bir rüzgâr esmeye başlayınca tümüyle ayıldı. “Neyse ne,” dedi içini çekerek, “babana götüreceğim bir yanıt olmalı yine de.

” Aynı masumiyetle, “En iyisi hiç endişelenmemen,” dedim, “aralıkta ben gidip kendim açıklarım.” “Daha on ay var,” diye itiraz etti. “Bu yıl artık üniversitede bir şey ayarlayamam zaten,” dedim. “Bana kesinlikle gideceğine söz verir misin peki?” “Söz veriyorum,” dedim ve ilk kez sesinde belirgin bir kaygı sezdim. “Peki, babana ona evet diyeceğini söyleyebilir miyim?” Tek bir sözcükle “Hayır,” yanıtını verdim, “olmaz!’ Belli ki başka bir çıkış arıyordu ama ona fırsat tanımadım. “O zaman en iyisi tüm gerçeği ona bir kerede söylemek, böylece ortada bir kandırmaca da olmaz.” “Đyi işte,” dedim rahatlayarak, “söyle.” Böylece anlaşmış olduk. Annemi iyi tanımayan biri meselenin burada kapandığını sanabilirdi ama ben yeniden güç kazanmak için bir ara vermiş olduğumuzu biliAnlatmak Đçin Yaşamak 17/2 yordum. Bir süre sonra annem derin bir uykuya daldı. Sert bir rüzgâr sivrisinekleri kaçırarak havayı yeniden çiçek kokularıyla doldurdu. Teknemiz bir yelkenlinin narinliğine kavuştu. Çocukluğumun bir başka efsanesi olan Cienaga Grande’deydik. Dedem Albay Nicolâs Ricardo Mârquez Mejia -biz torunları ona Papalelo derdik- ana babamı ziyaret etmem için beni Aracataca’dan Barranquilla’ya getirip götürürken pek çok kez geçmiştim bu bataklıktan. “Cienaga’dan korkmaya gerek yok ama ona saygı göstermek gerekir,” derdi dedem, suların tahmin edilemez doğası üzerine yapılan dedikodulardan söz ederken; burası bir göl gibi sakin de olabilirdi, bir okyanus kadar kudurmuş da.

Yağmur mevsiminde Sierra’dan kopup gelecek fırtınaların merhametine kalmıştı. Aralıktan nisana kadar havanın daha yumuşak olması beklenen dönemde, kuzeyden esen alizeler Cienaga’ya öyle bir coşkuyla saldırırlardı ki, her gece bir maceraya dönüşürdü. Anneannem Tranquilina Iguarân -Mina-, Cienaga’yı ancak ciddi bir aciliyet söz konusu olduğunda geçerdi, çünkü bir kez korkunç bir gece yolculuğu sırasında öyle bir fırtınaya tutulmuşlar ki, şafak sökene kadar Riofrîo’nun deltasına sığınmak zorunda kalmışlar. O gece şansımıza bataklık bir göl kadar durgundu. Şafak sökmeden az önce biraz soluklanmaya çıktığım pruvanın pencerelerinden görünen balıkçı kayıklarının ışıkları sudaki yıldızları andırıyordu. Sayılamayacak kadar çoktu ışıklar, karanlıkta seçemediğim balıkçılar bir ziyaretteymiş gibi aralarında muhabbet ediyor, sesleri suların karanlığında çarpıcı bir yankı yaratıyordu. Küpeşteye yaslanarak sıradağların profilini hayal etmeye çalıştım ve birden ilk özlem darbesiyle sarsılarak şaşırdım. Buna benzer başka bir şafak vakti, Cienaga Gran-de’yi geçerken, Papalelo beni kamarada uyur bırakarak kantine gitmişti. Saatini hatırlamıyorum, bir sürü in18 sanın paslı vantilatörün vınlamasına ve kamarayı kaplayan tenekelerinin sarsılarak çatırdamasına karışan yay-garasıyla uyanmıştım. Beş yaşından büyük olmama imkân yoktu, çok korkmuştum ama kısa sürede sakinleşip bunun bir düş olacağını düşünmüştüm. Ertesi sabah, Cienaga’ya yanaşırken, dedem bıçakla tıraş oluyordu, kapı açıktı, ayna da kapıya asılmıştı. Bugünmüş gibi hatırlıyorum: Daha gömleğini giymemişti, ama fanilasının üzerine her zamanki esnek, geniş yeşil çizgili pantolon askılarını takmıştı. Tıraş olurken bir yandan da bugün bile ilk bakışta tanıyacağım bir adamla sohbet ediyordu. Adamın asla kimseyle karıştırılamayacak karga gibi bir profili vardı. Sağ eline bir denizci dövmesi yaptırmıştı, boynunda bir sürü ağır altın zincir, her iki bileğinde de bilezikler ve halkalar vardı, hepsi de altındı.

Giyinmeyi bitirmiş, yatağın üzerine oturarak ayağıma botlarımı geçiriyordum, adam dedeme dönerek, “Kuşkun olmasın Albay, yapmak istedikleri seni suya atmaktı,” dedi. Dedem tıraş olmaya devam ederek gülümsedi ve ona özgü bir kurumlanmayla, “Buna yeltenmemeleri hayırlarına olmuş,” diye mırıldandı. Bunun üzerine bir gece önceki yaygaranın nedenini anlamış, birinin dedemi kaldırıp balçığın içine atması fikrinden pek etkilenmiştim. O zamana kadar pek aklıma gelmeyen bu sahneyi hatırlamak, annemle birlikte evi satmaya gittiğimiz, güneşin ilk ışıklarında sıradağların mavi görünen karlı tepelerini seyrettiğim o sabah beni şaşırtmıştı. Kanallarda-ki gecikme yüzünden gün ışığında denizle bataklığı birbirinden ancak ayıran ışıklı kumların çamurunu, ağlarını sahile kurumaya sermiş balıkçıları, paçavralardan yaptıkları toplarla futbol oynayan pasaklı, sıska çocukları izleme fırsatımız olmuştu. Sokaklarda dinamit lokumlarını zamanında atamadıkları için kolları kopmuş o 19 kadar çok balıkçı olurdu ki. Tekne geçtikçe çocuklar yolcuların kendilerine attıkları paraları kapmak için suya dalıyorlardı. Sabah yedi sularında, Cienaga’nm biraz uzağmdaki pis kokulu bir bataklığa demirledik. Dizlerine kadar çamurun içinde ilerleyen hamal taburları tekneye gelerek bizi kucakladılar, balçıklı suda şapır şupur sesler çıkartarak iskeleye kadar götürdüler, aralarında bir koşuştur-macadır gidiyor, bir yandan da çamurun pisliğine verip veriştiriyorlardı. Limandaki masalara oturup leziz mo-jarra1 ve dilim dilim kızartılmış yeşil muzdan oluşan kahvaltımızı yavaş yavaş ederken, annem kaldığı yerden sürdürdüğü kişisel savaşın yeni bir saldırısına başladı. “Peki o zaman söyle bakalım,” dedi bakışlarını kaldırmadan, “babana ne diyeceğim?” Biraz düşünmek için zaman kazanmaya çalıştım. “Ne hakkında?” “Onu ilgilendiren tek konu hakkında!” dedi biraz da sinirlice. “Senin eğitimin!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir