Gulse Birsel – Ciddiyim

Hep aynı soru… “O metinleri siz mi yazıyorsunuz?” Artık cevaplamaktan bıktım. Kimi de abartıyor. Olumlu cevap aldıktan sonra bir kez daha kontrol etme ihtiyacı hissediyor: “Gerçekten mi? Hepsini mi?” Çoğu insana göre bir kadının mizah yazması sıfıra yakın ihtimal. Onlar da diğer ihtimalleri sıralıyorlar: “Bu programın metinleri tercüme mi? Bir yazar ekibiniz mi var?” hatta “Eşinizden yardım alıyor musunuz?!” g.a.g. programının metinlerini kimin yazdığı, onların nasıl ortaya çıktığı sanki bir muamma. Oysa jenerikte kocaman yazıyor, “Metin yazarı: Gülse Birsel” diye… Birçok mizahçı yazar, çizer, gazeteci dost aynı şeyi söyledi: Bir kadının, üstelik de eli yüzü düzgün bir kadının mizah yazması, komik olması tuhaf geliyor insanlara. Niye ki? Benim bir sürü eli yüzü düzgün kadın arkadaşım var. Hepsi çok komik. Kadınlar galiba kendi aralarında espri yapıp, gülüp, güldürüp, hokkabazlıklar yapıp, sonra erkeklerin yanında zarif, işveli, cazip hallerine bürünüyorlar. Erkeğin komik olması, kadının gülmesi lazım ya! Cazibemi yitirmek pahasına, son kez açıklıyorum: O metinleri de, o yazılan da, hepsini ben yazıyorum. Hatta, alın işte kitabım! Atla deve de değil yani. 70’li yıllarda doğup bugüne kadar İstanbul’da yaşa, zaten mecburen mizahçı, doğuştan standup’çısın. Elinde değil ki.


Sen bir şey yapmıyorsun. Malzeme ayağına dolanıyor! Sevgili hanımlar, siz de bu malzemeyle, evde deneyebilirsiniz! EVLER, ODALAR, EŞYALAR VE EV KADINLARI! Siz hiç ev kadını oldunuz mu? 11 “Bahar modasını gördün mü? Herkes hippi olacak. Va-nilla Sky’ı seyrettin mi? Bence senaryo çok dağılmış… Sence gençler niye intihar ediyor? “gibi sorularım karşısında, ev kadını arkadaşım Leyla eve telefon açtı ve “Fatma Hanım, o köftelere yeşil biber de koyun. Bir de yanına patates kızartın,” dedi. “A, bu hafta olmaz! Önümüzdeki on gün benim için çok yoğun bir dönem,” dedi Leyla. Nişantaşı’nın en havalı öğle yemeği adreslerinden birinde, en civcivli vakitte makarna yiyoruz. Müşterilerin yüzde doksanı kadın. iki ayrı grup var: Pantolon ceketleriyle sakin sakin gelip kısa, hızlı öğle yemeği toplantıları yapan iş kadınları; ve koşarak restorana girip vakitsizliktcn şikâyet ederek oturan, uzun yemekler yiyen, yine alelacele çıkan, somurtkan ev kadınları. 12 Çalışan kadınlar, çalışmayan kadınlar… Çalışan bir kadının nedense vakti daha boldur. Sizi iki toplantı, bir bütçe görüşmesi, bir kokteyl parti, alışveriş ve yarım mülakat arasına sıkıştırıverir. Oysa bir ev kadını “O gün doluyum, manikür yaptıracağım,” der mesela! Ev kadınları yarım saatlik işleri bir bütün güne yayma eğilimindedirler. Erzak alışverişi, saç kestirme, arkadaşla kahve içme, evdeki musluğun tamiri, onlar için tam günlük işlerdir. Ev kadınlarının telefon konuşmaları da uzun sürer. “Ne yaptın bugün?” denen bir iş kadını, tüm günü “Bildiğin gibi,” diyerek özetlerken, sesinde bir an önce sadede gelmenizi rica eden bir uyarı tonu hissedersiniz. Ev kadını ise anlatmaya başlar: “Sabah kalktım.

Kahvaltı ettim. Kahvaltıda artık yumurta yiyorum. İlginç bir rejime başladım. Onu da anlatacağım. Fakat bu bizim yeni kadın yumurtayı bile doğru dürüst yapamıyor. Geçen gün…” Sohbet böyle başlar ve detaylar, tekrarlar ve şikâyetlerle örülü, sonsuza dek devam edebilir. (Tabii ki belli bir kesimden söz ediyorum. Siz tarla sürüp, çamaşırını külle derede yıkayan, ekmeğini bile kendi yapan bir kadın olabilirsiniz. Ama zaten o zaman da siz bir çalışan kadınsınız demektir.) Öğle yemeği yediğim Leyla, 90’lı yıllar boyunca dergi çıkarırken bir yandan gece hayatının altını üstüne getirmiş, aynı dönemde gazetelerde yazı yazmış, boş zamanlarında bir sanatçının menajerliğini yapıp kalan vaktinde de hobi olarak fotoğraf çekmiş bir arkadaşım. Yeni milenyuma girerken evlenip, 2000’de bir de çocuk yapınca ortalarda görünmez olmuştu. Ona bir “free lance” yazı işi teklif etmek için aradım. Randevuya gecikerek ve nefes nefese, hiçbir şeye vakit bulamadığından şikâyet ederek geldi. 90’h yılların acar gazetecisi, gece hayatının kraliçesi Leyla, ev kadını olmuştu! Evim, güzel, sıcak, uyuşuk evim “Ev” çok güçlü bir şeydir. Sıcaktır, yumuşaktır, güzel kokar… Tanıdıktır, güvenlidir, yapışkandır, şirindir.

Size çok âşık, pek işi gücü de olmayan bir sevgili gibidir. Aranızdaki ilişkiyi belli bir mesafede tutmazsanız 24 saati sizinle geçirmek ister! Uyuşturucu özelliği vardır. Alışır gidersiniz. Bütün vaktinizi birlikte harcamaya başlarsınız. Bir de bakarsınız, kuralları o koymaya başlamış. Grip olduğumda anladım bunu. Beş yaşından beri hafta ortaları evde oturmamış biri için ilginç bir deneyimdi. Önce sıkıntıdan patladım. Dayanamayıp, ateşli ateşli, oturup çalıştım. İkinci gün fotoğraf albümü yerleştirme, tabloların yerini değiştirme, giysilerimi elden geçirme, daha önce okuyamadığım Susan Sontag’ın fotoğrafçılıkla ilgili kitabına başlama gibi daha hafif aktivitelere giriştim. Akşama doğru hedeflediklerimin yarısını bitirip, kalanını ertesi güne erteledim. Üçüncü günü sütlaç yaparak geçirdim. Tam kitabı elime alacakken, akşam oldu! Dördüncü gün kendimi biraz bitkin hissettim ve genellikle televizyon seyretmeyi tercih ettim. Beşinci gün saçımı taramak bile yorucu iş gibi gelmeye başladı. Bir iş kadım için büyük lüks olan her şeyi yapmaya başladım: Üşendim, erteledim, vazgeçtim! Yavaşladım.

Miskinleştim. Ve ev beni yuttu! 14 Milan Kundera’nm “Yavaşlıktı gibi, durup fark etme, daha önceleri görmediğin şeyleri görme manasında iyi bir yavaşlık değildi ama bu. Kötü bir histi. Daha çok Woody Allen’ın Anine Hail filminde söylediğine benziyordu: “Sıcak, rahat ortamlar bana yaramıyor. Olgunlaşıp çürümeye başlıyorum!” Birinci cemre düştü, dolayısıyla çok yoğunum! Ben artık bir ev kadınıydım ve yapılacak her küçük iş, üzerinde düşünülmesi, plan yapılması, stres yaşanması gereken, önemli, ağır, yorucu bir görevdi. İşe gitmeye falan da hiç niyetim yoktu. Sabah programları, Türk kahvesi, iki telefon, “Burası neden tozlu!” derken akşam oluveriyordu. Zaman su gibi akıyordu. Hayatının berbatlığını fark eden bir eroin bağımlısı gibi, gribim tam olarak geçmeden, ama iş işten geçmek üzereyken, panik içinde, kendimi sürükleyerek ofise gittim ve ilk toplantıda SİLKİNİP UYANDIM! Leyla ise uyuyup, bir daha da uyanamamıştı ne yazık ki… “Önümüzdeki 10 gün çok doluyum,” dedi. “Hayrola?” diye sordum “Babamın ortağının kızı evlenecek 10 gün sonra,” diye açıkladı, daha doğrusu açıkladığım sandı ve makarnasını yemeye devam etti. Ee? “Gelinlik minicik taşlarla süslü ve onları teker teker sen mi dikiyorsun?”, “Düğün yemeğini tek başıma pişiririm diye iddiaya mı girdin?”, “Nişanlı çifte kerpiçten ev mi yapıyorsun?” gibi sorular geliyor aklıma. Suratıma bakınca anladı tabii. Ve kendine göre “biraz açtı”: “Babamın ortağı aynı zamanda çok iyi arkadaşıdır!”dedi! “Haa ondan demek!” diye cevap verdim! “Tabii, yoksa boş bir zamanım olsa seve seve. Çok özledim yazı yazmayı. Ama sonra da zaten bayram girecek araya.

Martta oğlumun doğum günü var. Ardından bahar, Bodrum’a yazlığa gidip gelmeler. Yoğunum yani. Ekimde falan başlasam?” “Tabii, tabii,” yaptım. Ve iş konusunda Leyla’dan ümidi kesip, bari öğlen yemeğini kurtarma umuduyla şundan bundan bahsetmeye başladım. “Bahar modasını gördün mü? Herkes hippi olacak, rengârenk, çok şık. Vanilla Sky’da hiç iş yok, senaryoyu öyle bir dağıtmışlar ki bir daha toparlanamıyor. Gençler niye intihar ediyor sence? 10 yıl önce bizi üzmeyenler internet çağında çok mu kısıtlayıcı hale geldi? Zamanla birlikte disiplin kuralları da değişmeli mi acaba? Bu arada Orhan Pamuk’un yeni kitabından sonra herkes bayramda Kars’a gitme planı yapıyormuş. Hatta Gezi dergisi Kars’ı kapak yapacakmış.” Leyla dikkatli dikkatli bana bakarken, “Bir dakika,” diye gülümsedi, “bir telefon edeceğim.” Orhan Pamuk’u mu arıyordu acaba? Yoksa Karslı bir arkadaşını mı? Belki de Vanilla Sky rezervasyonunu iptal edecekti. “Fatma Hanım, o köftelere yeşil biber de koyun. Bir de yanına patates kızartın,” dedi ve tekrar bana döndü: “Ay çok yoğunum. Ha ne diyordun?” Anladım ki beni hiç dinlememiş zaten. “Ev,” dedim, “insanı YUTAR, biliyor muydun?” DAĞINIKLIK Evler niye dağılır? Ben size söyleyeyim.

Evler kendi başlarına yaşayan birer organizmadır. Ve kendi dilerini dağıtırlar. “Bunu buraya kim attın?” diye seslenirsiniz. Kimse cevap vermez. “Bu bardağı sen mi buraya koyduuun?”diye bağırırsınız. “Yoo ben koymadım!” “Koltuğa kim çiklet yapıştırdım?” Cevap yok.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir