Gülten Dayıoğlu – Işın Çağı Çocukları

İleri Görüşlüler Ülkesi’nin doğumevlerinde, birdenbire gizemli olaylar görülmeye başlamıştı. Erkek bebeklerden «bazıları» doğumdan kısa bir süre sonra, ortadan yok oluyorlardı. Ana babalar, korku içindeydiler. Konu, kısa sürede basına yansıdı. Giderek büyüdü. Ülkenin, önemli sorunu durumuna geldi. Yöneticiler, olaya el koydular. Doğumevlerinde olağanüstü güvenlik önlemleri alındı. Halk, bebek hırsızlarının kesinlikle yakayı ele vereceklerini umuyordu. Ama, olmadı. Bunca çabaya karşın tek bir bebek hırsızı bile ele geçirilemedi. Fakat, doğumevlerindeki bebek hırsızlığı, bıçak gibi kesildi. Halkın sevincine yazık ki, uzun sürmedi. Bir süre sonra bebek hırsızları, yeniden işe başladılar. Bu kez yöntem değiştirmişlerdi.


Yeni doğan erkek bebeklerin «bazıları» doğumevlerinden değil de kendi evlerinden ya da sokakta, parkta, bebek arabalarından çalınıyordu… Bu yöntem, ana babaların durumlarını daha da kötüleştirdi. Devlet, yeni doğan her erkek bebeğe bir güvenlik görevlisi veremeyeceğine göre… ister istemez, yavrularını hırsızlardan korumak, ana babalara düşüyordu. Onlar da bebeklerini nice korurlarsa korusunlar, olaya engel olamıyorlardı. Hırsızlar, istedikleri erkek bebekleri, ne yapıp ederek, çalıp gidiyorlardı. Onların hangi bebeklere ilgi duydukları, bunu niçin yaptıkları bilinmiyordu. Bu nedenle erkek bebek sahibi olan tüm ana babalar, dayanılmaz bir tedirginlik içinde kıvranıp duruyorlardı. Örneğin, bebeğini uyutup banyoya bez yıkamaya giren ana, odaya döndüğünde, yavrusunun yatağını boş buluyordu. Bebeklerini, evde yakınlarına bırakmayı göze alamayan kimi analar, alışverişe yavrularını da götürüyorlardı. Kasaptan, manavdan ya da fırından, paketlen alıp borçlarını öderken, bebeklerini arabada pek kısa bir süre yalnız bırakmak zorunda kalıyorlardı. Bazı bebekler, o ara bile yok oluyorlardı. Kimi bebeklerse, gecenin içinde, yataklarından çalınıyordu. Ne hırsız bulunuyordu, ne de yok olan bebeklerin izine rastlanıyordu… İleri Görüşlüler Ülkesi’nde başgösteren bu korkunç olay, tam beş yıl sürdü. Sonra, bebek hırsızlığı artık görülmez oldu. Zamanla olay unutuldu, gitti. Ama, bebeklerini yitiren ana babalar, yüreklerini dağlayan evlat acısını, hiçbir gün içlerinden söküp atamadılar.

Beş yıl süreyle çalınan bebeklere ne olmuştu? Onları analarının sıcak kucağından koparıp alanlar kimlerdi? Bunu niçin yapmışlardı?. Yavrularının acısıyla kıvranan ana babalar, sürekli bu soruları soruyorlardı. Fakat, soruları hiç kimse yanıtlayamıyordu. Oysa, ülke içinde bu soruların yanıtlarını bilen kişiler vardı. Ama, onlar, bu çok önemli «devlet gizi»ni hiç kimseye açıklamamaya, and içmişlerdi. Aslında çalınan bebekler yaşıyorlardı. İnsan içinden çok uzaklarda bulunan, «bebekler çiftliğinde en iyi koşullarda sağlıklı ve mutlu olarak, büyüyüp gelişmekteydiler. Sayıları da beş yıl içinde «bin» olmuştu. İleri Görüşlüler Ülkesi, yeryüzünün, en uygar ülkelerinden biriydi. Özellikle ülkenin «bilim kurulu» dünyaca ünlüydü. Sözkonusu bilim kurulunun gerçekleştirdiği «yeni buluşlar» öteki ülkelere göre, çok ilginç ve ileri boyutlardaydı. Bu, dâhi bilginlerin buluşlarının bir bölüğü, dünyaya duyuruluyor; bir bölüğüyse, ülke yararı için gizli tutuluyordu. İleri Görüşlüler Ülkesi’nin başkanı, çeşitli dallarda öğrenim görmüş, dâhilik düzeyinde üstün zekâlı, olağanüstü ileri görüşlü bir bilim adamıydı. Zaten bu nitelikleri taşımayan kimseler, ileri Görüşlüler Ülkesi’ne başkan olamazdı. Asırlardır bu kural bozulmamıştı.

Ülkede bilginler, ayrıcalıklı yurttaşlardı, istedikleri her şey, yönetimce hemen sağlanırdı. Ama, bilginler katarına katılmak çok zordu. Bilginler kuruluna girecek bir bilginin, öncelikle dâhilik düzeyinde üstün bir zekâya sahip olması ve çok önemli ve etkin bir buluşu gerçekleştirmesi zorunluydu. Bu koşullar yerine geldikten sonra da çeşitli konularda pek çok sınavdan geçiyordu. Ne var ki, bilginlerin tüm bu üstün niteliklerine karşın, yine de «insan» yanları ağır basıyordu. Her birinin, toplumun etkisiyle edindikleri, birtakım inançları, tutkuları, alışkanlıkları, saplantıları, önyargıları vardı. Bilim adamı kişiliğine ters düşen bu özellikleri, onları «insanüstü» buluşlar yapmaktan alıkoyuyordu. Bu görüş, başkanın görüşüydü. Ona göre: «Bilim adamı insanca niteliklerden, toplumsal etkilerden tepeden tırnağa arınmış olmalıydı. Ancak o zaman, kendini tümüyle bilime verebilirdi.» Bilim kurulu üyeleri de başkanın bu görüşüne katılıyorlardı. Dehalarının, yaşama, eşlerine, çocuklarına, ana babalarına, yakınlarına bölündüğünü kabul ediyorlardı. Ve gerçekten olağanüstü zihin güçlerinin tümünü bilime verebilmiş olsalar, çok daha verimli ve başarılı olacaklarına yürekten inanıyorlardı. Ama, artık onlar için iş işten geçmişti. Tümü de aile babasıydı.

Bilimsel çalışmalar dışında eşleri, dostlarıyla sıradan insanlar gibi «insanca» bir yaşam sürmekteydiler. Üstelik her birinin yaşları da oldukça ilerlemişti. Yeni bilim adamlarının kurula katılması, dört gözle bekleniyordu. Ama, gençler, böylesine ağır bir yük altına girmeye pek istekli görünmüyorlardı. Yaşam koşulları, bilim kurulu adayı olan genç dâhilerin, dehalarını da kösteklemekteydi. Oysa başkanın, geleceğe yönelik çok önemli bir ereği vardı. Bu erek, bilim kurullarının gizli oturumlarında yıllardır tartışılıyordu. Ama o doğrultuda hiçbir atılım yapılamıyordu. Başkana göre, dünya hızla korkunç bir nükleer savaşın kucağına koşmaktaydı. Bu savaş gerçekleşirse, yeryüzünü kaplayan toprak, küle dönüşecekti. Ormanlar, kırlar, bağ, bahçelerdeki bitki örtüleri yanıp kavrularak, toprak tabakasıyla birlikte, göğe savrulacaktı. Savaştan canlı çıkan insanları, kesin bir «açlık» tehlikesi bekliyordu. Bu tehlikeye çare bulunmazsa, nükleer savaştan arta kalan insanlar da açlıktan kırılıp gideceklerdi. Böylece, kısa sürede insan soyu yok olacaktı. Savaşa çare bulmak zordu.

Ama, hiç olmazsa, savaş sonrası baş gösterecek açlığa çare bulunabilirdi, insanoğlu yeniden kendini toplar, yeryüzünde yaşamını sürdürmeyi başarabilirdi. ileri Görüşlüler Ülkesi’nin yöneticileri, halkı nükleer silahların etkisinden koruyacak bazı önlemler almışlardı. Ama, toprakların ve bitki örtüsünün korunması olanaksızdı, işte bu çok önemli nedenlerden ötürü, bilimsel çalışmaların «açlığı yenecek bir buluş üzerinde yoğunlaştırılması» gerekiyordu. Bu kutsal ereği gerçekleştirme zamanı gelip geçmekteydi. Bir gün başkan, bilim kurulunda ereğine değgin görüşlerini yineleyip, sabırsızlığını belirttikten sonra, şu öneride bulundu. «Kutsal ereğe erişmek için hemen, sadece bu konuda çalışacak, yeni bir bilim kurulu oluşturmaya girişilmelidir.» Bilim kurulu üyeleri, başkanın bu önerisini oybirliğiyle onayladılar. Ve yeni bir bilim kurulu oluşturulmasına karar verildi. Yeni bilim kurulu dâhilik düzeyinde üstün zekâlı erkek bebeklerden oluşacaktı. Bunun için işe doğumevlerinden başlandı. Ülkedeki tüm doğumevlerine özel eğitimden geçmiş, görevliler yerleştirildi. Bunlar, yeni doğan bebekleri bilimsel yöntemlerle incelemeden geçirip üstün zekâlı olanları saptayacaklardı. Olağanüstü bir gizlilik içinde uygulamaya başlandı. Özel yöntemler ve çok duyarlı aygıtlarla «dâhi» nitelikleri taşıyan bebekler, ortaya çıkarılıyordu. Ülkenin yüce dağlarından birinde, pek görkemli bir yayla vardı.

Sarp kayalıklarla çevrili olan bu yaylaya ancak, geyik avcıları ulaşabiliyordu. Başkan ilk iş olarak o dağda geyik avını yasakladı. Yaylanın çevresini elektronik aygıtlarla güvenlik altına aldı. Sonra orada eşi görülmemiş bir çiftlik kuruldu. Doğumevlerinden çalınan dâhi bebekler, bu çiftlikte büyütülecekti. Doğrusu, dâhi bebeklere de pek sık rastlanmıyordu. Bazen haftalarca, hatta aylarca istenen nitelikte bebek doğmuyordu. Yeni bilim kurulunun oluşabilmesi için planlanan «bin dâhi bebek» tüm ülkeden ancak, beş yılda toplanabildi. Bebekler çıftliğindeki yaşam düzeni, dışarıdakinden değişikti. Bebeklerin adları yoktu. Tümü de kendilerine özgü sayılarla anılıyorlardı. Kimliklerinde, ana baba adı yoktu. Doğum yeri olarak sadece ileri Görüşlüler Ülkesi gösteriliyordu. Bakımlarını üstlenen görevliler seçkin kimselerdi. Bebeklere sevgi ve bağlılık gösterilmesi yasaktı.

Küçük dâhiler, sevgi, acıma, kin, nefret, öfke, saldırganlık gibi kavram ve davranışlardan uzak tutuluyorlardı. Ama yine de kalıtımla getirdikleri bazı özellikleri, tam olarak engellenemiyordu. Görevliler önceleri, bebeklerin içgüdülerini köreltici birtakım yoğun koşullandırmalar yapmaktan yanaydılar. Ama, sonradan kişiyi çok mutsuz ve dengesiz kılacağı düşünülerek, bu koşullandırma yumuşatıldı. Bebeklerin ellerine verilen oyuncakların planları, bilim kurulu üyelerince yapılıyordu. Yaş düzeylerine göre oluşturulan bu oyuncaklar arasında, bilgisayar düzenekli robotlar, oda içinde dönüp duran uydular vardı. Dâhi çocuklar, oyun saatlerini, çokluk, deney yapmaya yarayan mini aygıtlarla donatılmış, laboratuvarda geçiriyorlardı. Görevliler, çocukların oyunlarını izleyerek, ilgi alanlarını belirlemeye çalışıyorlardı. Gözlemlerini bilimsel testlerle pekiştirerek, dâhi çocukların, hangi bilim dallarında daha başarılı olacağını saptıyorlardı. Üç yaşına gelince, bebeklere okuma yazma öğretiliyordu. Ardından bilgi yüklemesi başlıyordu. Bu aşamada öğretmenliği, bilim kurulu üyeleri üstleniyorlardı. Böylece on beş yıl geçti. Minik dâhiler, dâhi öğretmenler elinde yetişerek, çeşitli dallarda olağanüstü birer bilgin durumuna geldiler. En büyükleri on beş, en küçükleri on yaşında olan bu genç dâhiler, çiftlikteki görevlilerle öğretmenleri dışında, hiç kimseyle görüştürülmüyorlardı.

Arada bir, otobüs ya da uçakla geziye çıkarılıyorlardı. Otobüslerin camları, dışardan içeriyi göstermeyen türdendi. Çocuklar, kent sokaklarından geçerken, çeşitli sorular soruyorlardı. Görevliler, saptanan koşullar doğrultusunda yanıtlar veriyorlardı. Genç dâhiler bazen askeri bölgelerdeki ormanlara, deniz kıyılarına, tatile götürülüyordu. Oralarda coşkuyla koşuyor, çeşitli sporlarla bedenlerini geliştiriyorlardı. Tümü de doğayı çok seviyordu. Hayvanlara sınırsız bir ilgi gösteriyorlardı. Fakat, görevliler, onların sevme duygularının gelişmesine hemen engel oluyorlardı. Hayvana karşı bile olsa, sevmenin bağlanmanın, onlara zarar vereceğini söylüyorlardı. Kısacası, genç dâhilerin bilimden başka hiçbir şeyle ilgilenmelerine izin verilmiyordu. Genç dâhilerin bilgi birikimleri ve düşünme yetileri, istenen düzeye gelince, öğretmenleri onlara «kutsal ereği» açıkladılar. Gençler, ereği kolaylıkla benimsediler. Böylece yeni bilginler kurulu oluştu. Dâhi gençler, «insanoğlunu açlıktan kurtarmaya yönelik» olağanüstü buluşlar üstünde, çalışmaya giriştiler.

Genç bilginlere nükleer savaş sonucunda dünyanın ne duruma geleceğini belirten, bilim kurgu türünde filmler gösteriliyordu. Filmlerde o güzelim ormanları, çayırları, bağ, bahçeleri yok olmuş, toprağı küle dönüşerek, göğe savrulan çorak dünyayı görüyorlardı. Bu görüntülerden tedirgin oluyorlardı. Üstlendikleri göreve daha bir istekle sarılıyorlardı. Bir gün, filmlerle nükleer savaş sonrası başgösterecek açlığın, son aşaması açıklanıyordu. Genç dâhiler, birbirlerini yemeğe kalkışan insanları görünce, hep birden ayağa kalktılar. Filmin kesilmesini istediler. Sonra öğretmenlerine şu soruyu sordular. «Mademki, sonuç böylesine korkunç olacak, insanlar neden nükleer silahlarla savaşmaktan vazgeçmiyorlar?» Yaşlı bilginler kurulu, zaten böyle bir soru bekliyordu. Öncelikle İleri Görüşlüler Ülkesi’nin hiçbir ulusla savaşmak niyetinde olmadığını belirttiler. Ancak, ülke saldırıya uğrarsa, kendilerini savunma kararında olduklarını açıkladılar. Sonra, insanoğluna özgü, kıskançlık, bencillik, açgözlülük, acımasızlık gibi kavramlarla sevgi kıtlığını, etkin örneklerle anlattılar. Bu kötü niteliklerin, savaşlarda çıban başı olduğunu vurguladılar. İlk insandan bu yana, insanoğlunun yaptığı öldürücü silahları tanıttılar. İnsanı, kanına işlemiş olan, savaşma tutkusundan vazgeçirmenin olanaksızlığından söz ettiler.

İnsanın, insanı yemeğe kalkışacağı günler gelmeden, kutsal ereği gerçekleştirmenin, zorunlu olduğunu belirttiler. Genç dâhiler, bu yoğun koşullamalar sonunda, artık kendilerini insanların kurtarıcısı olarak görmeye başladılar. Benliklerine işleyen kutsal ereği, varoluşlarının nedeni sayıyorlardı. Gece gündüz demeden, sürekli olarak laboratuvarlara kapanıp çalışıyorlardı. Bu çabalarını, özveri olarak değil de doğal ve gerçek görev olarak değerlendiriyorlardı. Her birine, en gelişmiş aygıtlarla donatılmış, laboratuvarlar sağlanmıştı. Yaşamlarının büyük bir bölümü buralarda geçiyordu. Çalışmalarının sonuçlarını görüşmek üzere, belli günlerde biraraya geliyorlardı. Bu çalışmalar, giderek olumlu sonuçlar vermeye başladı. Genç dâhiler, sonunda buğday hücresine, çeşitli bitki hücrelerini aşılayarak, «Tam besin» niteliğinde bir bitki hücresi elde etmeyi başardılar. Yeni bulunan bu bitki, protein, yağ, vitamin, karbonhidrat, madensel tuzlar gibi insan varlığı için gerekli tüm besin maddelerini içermekteydi. Sonucu duyan başkan, büyük bir coşkuyla bebekler çiftliğine geldi. Yeni bitki, kendisine ayrıntılarıyla tanıtıldı. Başkan, genç dâhileri içtenlikle kutladı. Sonra bu kutsal bitkiye ad konmasına geçildi.

Genç bilginlerin önerdikleri adlar, bilimsel nitelikte, formül görünümünde sözcüklerdi, insanların kolaylıkla söyleyebilecekleri türde bir ad arandı. Bunu iki yüz on numaralı dâhi buldu. «Tam besin» niteliğindeki kutsal bitkiye «doygu» adı verildi. Bu sözcük, yaşamayı sağlayacak besin anlamına geliyordu. Genç ve yaşlı bilginler kurulu üyelerinin, tümü de bu adı beğenip benimsediler. Bu aşamadan sonra genç bilginler kurulu, hemen doygu bitkisinin yaygın olarak üretimi üzerinde çalışmaya giriştiler. İlk doygu taneleri, laboratuvarlarda çok özel düzenekler içinde üretilmişti. Bu tohumların geniş alanlarda bol bol üretilmesi gerekiyordu. Bu olgu başarılamazsa, buluş önemini yitirecekti. Çünkü laboratuvarlarda halk için doygu üretmek olanaksızdı. Bu yüzden, fizik, kimya, bitki, tarım… bilginleri, gece gündüz işbirliği içinde çalışıyorlardı. Uzun uğraşlar, olağanüstü deneyler sonucunda, doygu bitkisinin yaygın olarak yetişebileceği koşullar saptandı. Genç bilginler kuruluyla yaşlı bilginler kurulu, hemen toplanarak, buluşun değerlendirmesini yaptılar. Bu toplantılar, günlerce süren tartışmalar içinde geçti. Sonuca varıldığında, genel kurula, ülke başkanı da davet edildi.

Genç bilginler kurulundan, üç yüz bir numaralı bitki bilgini sonucu şöyle açıkladı: – Sayın başkan, değerli bilim kurulu üyeleri! Doygu bitkisinin yeryüzünde yetişmesi şimdilik olanaksızdır. Yoğun çalışmalarla elde ettiğimiz veriler, doygu bitkisinin, güneş ışınlarını, gövde ve yapraklarıyla değil de kökleriyle emerek geliştiğini gösteriyor. Bu tür bir üretimin, yerçekimi nedeniyle yeryüzünde yapılamayacağı ortaya çıkmıştır. Bu durumda, uzayda bir «tarım küresi» kurulması gerekmektedir. Bu tarım küresinin özelliklerini, kimya bilginlerinden iki yüz otuz numara açıklayacaktır. İki yüz otuz numara, kürsüye geldi. Tarım küresinin bileşimini anlatmaya başladı. – Uzayda kurmayı planladığımız tarım küresi, iki ana bölümden oluşacaktır. Merkezde bir çekirdek bulunacak, onu, celikleşmiş plastik görünümünde, yarı saydam bir kabuk saracaktır. Bu yapay kürenin, dünyamızın onda bir boyutunda olması düşünülmektedir. Küre kabuğunu oluşturacak olan, plastik görünümlü bileşim, ülkemizdeki bazı madenlerden sağlanacaktır. Kürenin merkezindeki çekirdeği, fizik bilginlerinden üç yüz elli numara tanıtacaktır. Üç yüz elli numaralı fizik bilgini hemen söze girdi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

6 Yorum

Yorum Ekle
  1. Pdf indirilmio

      1. Önce düzgün konuşmayı öğren (adından bahsediyorun) sonra kitabı sorarsın