Gülten Dayıoğlu – Olümsüz Ece

Dünyaca ünlü yazar, gazeteci ve bilginlerden oluşan gezgin topluluğu, Anadolu’da geziye çıkmıştı. Topluluk içinde bir kazıbilimci bayan bulunuyordu. Kendisi Anadolu’yu avucunun içi gibi biliyordu. Üstelik orada konuşulan dili de biliyordu. Bu ünlü kadın, sadece kazıbilimci değildi. Ayrıca, eşsiz bir eski diller uzmanıydı. Hitit ve Mısır hiyerogliflerini, güncel yazılarmışcasına kolayca okuyabiliyordu. Đlerlemiş yaşına karşın, öylesine çevik, öylesine güçlüydü ki!. Arkadaşları, ona özenmek-ten kendilerini alamıyorlardı. Ünlü gezginler, günlerinin çoğunu, tarihi kalıntıları incelemekle ge-çiriyorlardı. Arada bir, turistik konaklara çekilip yorgunluk çıkarıyorlardı. Akdeniz’in ya da Ege’nin pırıl pırıl sularında serinliyorlardı. Altın gibi kumlarına uzanarak, geçmişe değgin düşler kuruyorlardı. Dinlenmekten usanınca, yeniden, bayan kazıbilimcinin peşine düşüyorlardı.


Geçmişi belgeleyen tarihi kalıntılara ulaşmak, her zaman kolay olmuyordu. Kimi yerlerde, kızgın güneş altında saatlerce yürümek zorunda kalıyorlardı. Kimi yerde de keçi yollarına vurarak, sarp tepelere tırmanmaları gerekiyordu. Bazen de kalıntılara ulaşmak için yedi kat yer altına iniliyordu. Tümü de kendilerini, Anadolu’nun binlerce yıllık gizemli tarihinin çekiciliğine kaptırmışlardı. Bu nedenle karşılarına çıkan her — 5 — türlü zorluğa seve seve katlanıyorlardı. Gezginler, bir gün yine Anadolu’nun iç bölgelerinde, dağa bayıra vurmuşlardı. Bayan kazıbilimci arkadaşlarına, Romalılardan kalma, ünlü bir ören yerini gezdirecekti. Zorlu bir yolculuktan sonra, kalıntılara ulaştılar. Bayan kazıbilimci, önce, ören yerine değgin genel bilgi verdi. Sonra ayrıntıları anlatmaya girişti. Konuşurken, yarısı yeraltında duran tarihi taşları, bunların üzerlerindeki işaretleri, kabartmaları yorumluyordu. Verdiği bilgileri bu kanıtlarla pekiştiriyordu. Mezar taşları, adak taşları, yazıt ya da tablet parçaları, kolu bacağı yitik, insan yontuları, sanki, dile geliyordu. Binlerce yıllık geçmişe tanıklık ediyorlardı. Romalılardan kalma hamam, tiyatro, stadyum, görkemli tapınak, agora denen pazar yeri gezildi.

Sürmekte olan kazı alanları incelendi. O sırada ortaya çıkarılan mozaikler, ünlü gezginlerin gözlerini kamaştırdı. Bayan kazıbilimci, coşkudan kabına sığamıyordu. Bildiği her şeyi arkadaşlarına anlatabilmek için durmadan konuşuyordu: «Bu yörenin insanları, tarihle iç içe yaşarlar. Evlerinin duvarlarını tarihi taşlarla örerler. Đlerde gördüğünüz köprü bildiğimiz kadarıyla 2 bin yıllık. Ama belki daha da eski olabilir. Altından geçen nehrin köprüye gösterdiği bağlılığa ne dersiniz? Binlerce yıl yolunu değiştirmemiş olması, ne ilginç bir dostluk örneği değil mi? Ötede gördüğümüz çeşmenin alınlığı da sanırım Romadan kalmadır. Çok güzel bir parçaya benziyor. Gelin yakın inceleyelim.» Ünlü gezginler, coşkuyla bayan kazıbilimcinin peşine takıldılar. Hep birlikte, otlağın ötesindeki çeşmeye doğru yürüdüler. Toprak, bin-bir çeşit kır çiçeğiyie bezenmişti. Arada bir beliren esintiyle çevreye iç açıcı kekik kokuları yayılıyordu. Bayan kazıbilimci iki gidip bir duruyor, elindeki bastonu yere vurarak: «Arkadaşlar! Diyordu, buralarda bastığımız her yer tarihsel belgelik gibidir.

Belki de şu anda insanlığa hizmeti geçmiş bir bilginin ya da düşünürün gömütü üstündeyiz. Belki de insanlara acı çektirmiş, kan dökücü bir kiralın sarayı var ayaklarımızın altında…» Böylece konu konuyu açıyordu. Ünlü gezginler, o topraklarda yaşamış uluslara, kral ve kumandanlara değgin ilginç bilgilerle yükleniyorlardı. Nice konuşursa konuşsun, bayan kazıbilimciyi dinlemeye doyamı-yorlardı. Çeşmeye ulaştıklarında gezginler, hemen, bilek kalınlığında akan pırıl pırıl suya koştular. Kana kana içtiler, yüzlerini yıkadılar, başlarını ıslattılar. Bu sırada Bn. kazıbilimci, çantasından büyütecini çıkartmıştı. Çeşmenin, kuş ve çiçek kabartmalarından oluşma alınlığını inceliyordu. Yüzünde, hastasının yürek atışlarını dinleyen, sevecen bir doktor görünümü vardı. Onun ilgi ve dikkati, öteki gezginlerede geçti. Onlar da gözlerini taş üstünde ölümsüzleşen, çiçeklere, kuşlara diktiler. Kısa bir süre sonra, ötelerden gelen çıngırak sesleriyle irkildiler. Yamacın tepesinde yirmi kadar kuzudan oluşan bir sürü belirdi. Arkadan da iri çoban köpeğiyle onüç ondört yaşlarında çoban kız göründü.

Bn. kazıbilimci, gelenlere gözlüğünün üstünden şöyle baktı. Sonra, büyüteci çantasına koydu. Arkadaşlarına: «Çoban kız kuzuları sulamaya geliyor. Çeşmeden uzaklaşalım da tedirgin olmasın. Ben burada kalıp onunla biraz söyleşmek istiyorum. Bakalım yöreye değgin neler anlatacak? Bu tür ören yerlerinde, öykü, söylence, hatta masallar, tarihle iç içedir. Bazen halkın ağzından çok değerli bilgiler edinilebilir. Buranın insanlarının konuk severlikleri eşsizdir. Ama, yabancılara karşı biraz çekingendirler. Ben çoban kızla konuşmayı denerken, sizler, ötedeki söğütlerin altında biraz dinlene durun.» dedi. Gezginler, zaten yorgun düşmüşlerdi. Bn. kazıbilimcinin bu önerisini sevinçle karşıladılar.

Onlar, söğütlerin gölgesine serilirken, aklı karalı yün topaklarını andıran semiz kuzular, yalağın çevresine doluştular. Kuzuların peşinden koşarak gelen çoban kız, kuşkuyla çevresine bakındı. Bn. kazıbilimciyle göz göze gelince, yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yayıldı. Bn. kazıbilimci de ona sıcak sıcak gülümsedi. Hemen söze girişti: «Adın ne kızım?» Çoban kız yabancı kadının kendi diliyle konuştuğunu görünce, azda olsa çekingenlikten sıyrıldı. Başını sağ omuzuna doğru yatırıp fısıltıyı andıran bir sesle yanıtladı. «Adım Ece» Konuşurken, gözlerinde beliren pırıltılar, Bn. kazıbilimcinin dikkatinden kaçmadı, bu pırıltılar, kızın o anda garip şeyler düşündüğünü belirtiyorlardı. Bn. kazıbilimci, merakla yeni bir çıkış yaptı. «Adın çok güzel doğrusu. Ece’nin ne demek olduğunu biliyor musun?» * Ece gülümseyerek yanıtladı. «Küçükken, anama sormuştum.

Abla demek oluyormuş. Anamın uzun yıllar hiç çocuğu olmamış. Benden sonra doğacak çocuklarına, abla olmamı dileyerek, adıma Ece demiş. Ama, yine de benden başka çocuğu olmadı anamın.» — 7 — Bn. kazıbilimci, «Ne denli ilginç.» diye mırıldandı. Sonra ekledi: «Ben Ece’nin kraliçe demek olduğunu sanırdım. Demek bu sözcüğün başka anlamı da varmış. Şu dünyada insanın öğrenmesi gereken o denli çok şey var ki!.» diyordu, Ece sözünü kesti: «Ece’nin kraliçe demek olduğunu ben de biliyorum. Üçbin yıl önce gerçek bir kraliçeden doğdum. Sevgili babam Kral Gudin, annemi hep ‘Ecem’diye çağırırdı.» Bn. kazıbilimci bu sözleri duyunca, şamar yemiş gibi irkildi.

Hatta rengi uçtu. Bedenini tepeden tırnağa garip bir ürperti sardı. Çoban kız, gizemli ışıltılar saçan yeşil gözlerini, iri iri açmış, ona bakıyordu. Bn. kazıbilimci bu bakışlar karşısında büyülenmişe döndü. Tek bir söz edemeden öylece kalakaldı. O anda birden, çoban köpeği hırlamaya başladı. Đkisi de bakışlarını köpeğe çevirdiler. Bn. kazıbilimci, az ötedeki çalıların ardında, fotoğraf çekmekte olan arkadaşını gördü. Uzak doğulu gazeteci, köpeğin hırçınlaşmasına aldırmadan, makinesini art arda çalıştırmaktaydı. Bn. kazıbilimci, yeniden Ece’ye dönüp baktığında, gözlerindeki gizemli pırıltının yok olduğunu gördü. Fotoğraf olayından tedirgin olan Ece, yüzünü saklamak isterken başındaki yazmayı yere düşürmüştü. Beline dek uzanan çok örgülü kumral saçlarıyla yüzünün güzelliği apaçık ortaya çıkmıştı.

Bn. kazıbilimci, bir süre daha ondan gözlerini alamadı. Çoban Ece, yazmayı yerden almış başına örtüyordu. Davranışların-daki uyum ve incelik, Bn. kazıbilimciyi bir kat daha şaşkınlığa sürükledi: «Sen gerçek bir Ece gibisin.» diye mırıldanmaktan kendini alamadı. O anda, çoban kızın zangır zangır titremekte olduğunun ayırımına vardı. Kızcağız sanki bir şeyden korkmuştu. Kesik kesik soyularak, ürküntüyle çevresine bakmıyordu. Birden fırlayıp kollarını Bn. kazıbilimci-nin boynuna doladı. Hıçkıra hıçkıra bir ağlamak koyverdi. Bn. kazıbilimci, uzun yıllar, dünyanın çeşitli yerlerinde kazılar yapmıştı. Bu sırada hep çevresindeki yabancılarla dostluk kurmayı başarmıştı.

Dillerini anlamadığı yabancılarla bile dostluk kurmanın yollarını iyi bilirdi. Kimine armağanlar verir, kimini zor durumlardan kurtararak, dostluğunu kazanırdı. Çoban Ece’nin de zor durumda olduğunu, kendisinden yardım istediğini düşündü. Hoşgörüyle başını okşadı. Đncitmeden kollarını çözdü. Ellerini avuçlarının içine aldı. Kızın titremesi sürüyordu. Güzel yüzü kül gibi olmuştu. Bn. kazıbilimci bıraksa boş çuval gibi yere yığılakalacaktı. Đster istemez, kızı yere oturttu. Kendisi de yanına — 8 — oturdu. Çoban kız, hemen başını onun dizine koydu. Bn. kazıbilimci, kıza acımaktan kendini alamadı.

«Hasta mısın kızım?» diye sordu. Çoban kız, kekeleyerek yanıtladı. «Hasta değilim.» «Daha önce hiç böyle oldun mu?» «ÇookL Eskiden arada bir olurdum. Şimdilerde daha sıklaştı.» «Sıtma filan mı acaba?.» diyerek, elini kızın alnına koydu. «Titremem hastalıktan değil. Üstüme bu hal gelince, sanki etim kemiğimden ayrışıyor. Elimde olmadan zangır zangır titremeye başlıyorum. On kat yorgan örtseler yine durmuyor bu titreme…» Ece, olduğu yerde doğruldu. Başını kaldırıp gözlerini göğe dikti. Sanki boşlukta bir şeyler arıyor gibiydi. Bn. kazıbilimci, o anda kızın gözlerinde, yeniden şimşek ışınlarını andıran pırıltılar belirdiğini gördü.

Çoban Ece, boşluğa bakarak, konuşmasını sürdürdü: «Ben kral Gudin’in kızı küçük Eceyim. Ama bana kimse inanmıyor. Adımı deliye çıkardılar. Sen Ece filan değilsin. Cinlere karışmış, kaçığın birisin.» diyorlar. Babam bir çok hocaya okuttu. Doktora bile götürdü. Hatta aklım başıma gelsin diye, bahçedeki erik ağacına bağladı. Saatlerce geldi gitti kamçıladı. Ama hiçbirinin yararı olmadı. Olamaz da. Çünkü ben üçbin yıl önce bu topraklarda yaşamış, gerçek bir prensesim. Bunu hiçbir güç değiştiremez. Dediklerime bir inansalarL Ne var ki, köylümüz, inanmak şöyle dursun, giderek beni gözdike-ni edinmeye başladı.

Herkesin maskarası oldum. Çoluk çocuk, peşime takılıp, deli kız, deli Ece! diye eğlenmeye başladılar. Bende onları taşlayarak, çevremden uzaklaştırmak zorunda kalıyordum. Sonunda babam, beni köyden uzaklaştırmak için dağlara çobanlığa saldı…» Çoban kız, sustu. Bn. kazıbilimci, tepeden tırnağa kulak kesilmişti. Merak içinde kızın konuşmasını bekliyordu. Ece bir süre tek söz söylemedi. Hep boşluğu dinledi durdu. Gözbebeklerindeki mavimtırak pırıltılar, kendisine düşsel bir görünüm veriyordu. «• Neden sonra Ece, bakışlarını Bn. kazıbilimciye çevirdi. «Ben üçbin yaşındayım. Ruhum, bilginler tarafından üçbin yıl önce ölümsüz kılındı. O günden beri dünyanın dört bir yanında beden değiştirerek varlığımı sürdürdü.

Đşte bu, üçbin yıllık yaşam serüvenimi, Kral babama anlatmam gerek. Üçbin yıl dolmadan onu bulmalıyım…» diyerek, yeniden hüngür hüngür ağlamaya başladı. __ g __ Bn. kazıbilimci’nin aklı, karma karışık olmuştu. Kızın tutumunu yo-rumlayamamanın tedirginliği içindeydi. Çoban Ece, gerçekten kaçık bir kız mıydı yoksa… Ece’yi dinlerken, sürekli bir soru takılmaktaydı kafasına. O susunca bir süre ne yapacağını, ne diyeceğini kestiremedi. Ece’nin saçlarını okşayarak, onu yatıştırmaya çalışıyordu. Birden arkadaşlarının ayaklandıklarını gördü. Đster istemez, Ece’ye gitmek zorunda olduğunu söyleyip ayağa kalktı. Ece: «Dünyanın orta yerinde, tek başına kalakalmış, kimsesiz bir kızım ben.» diye mırıldandı. Sonra köpeğini yanına çağırdı. Ona tutunarak dikildi. Öteki gezginlerin yaklaşmakta olduklarını görünce, bülbül ötüşünü andıran bir ıslıkla kuzularını çevresine topladı.

Yavaşça eğilip yerden çomağını aldı. Sonra Bn. kazıbilimciye döndü. Onu, boş ve donuk bakışlarla kısa bir süre süzdü. Koşarak oradan ayrıldı. Bn. kazıbilimcinin gezgin dostları, «Küçük bir çoban kızla konuşacak neler buldun?» diye takıldılar. Bn. kazıbilimci dalgın dalgın omuz sil-kerek: «Hiç dedi, havadan sudan konuştuk. Đsterseniz, çeşme alınlığını incelemeyi sürdürelim…» Gezginler, yeniden çeşmenin başına toplaştılâr. Bn. kazıbilimci, tatlı tatlı anlatmaya girişti… Konuşurken, ikidebir aklı çoban Ece’ye takılıyordu. Ama, arkadaşlarına konuyu açmamaya kararlıydı. Ören yerinde birkaç kalıntıyı daha inceledikten sonra, dönüşe geçtiler. Taşıtın sürücüsüyle, köyde buluşmak üzere sözleşmişlerdi.

Köylüler, gezginlere alışıktılar. Oraya vardıklarında hemen çevrelerini aldılar. Bn. kazıbilimci onlarla selamlaşıp hatırlarını sordu. Geçmişte yaptığı kazıları anımsamışlardı. Kendisini dostlarıyla birlikte, kahvenin önündeki çardağa buyur ettiler. Buz gibi ayranlar geldi. Tatlı bir söyleşi başladı. Bn. kazıbilimci, köylülerle yaptığı konuşmaları, gezgin dostlarına çeviriyordu. Onlar da arada bir görüşlerini.bildiriyorlardı. Böylece orada bir iyi dinlendiler. Sonra taşıta binip köyden ayrıldılar. Anayola çıkmak üzereydiler.

Birden, Bn. kazıbilimci, sürücüye durmasını söyledi. Arkadaşlarından özür dileyip kaptıkaçtıdan indi. Kendisine doğru yaklaşmakta olan köylü kadına doğru yürüdü. Kadın, iki yaşındaki çocuğunu, alacalı bir peştemalla sırtına sarmıştı. Đki elinde üstü bezekli iki toprak testi vardı. Bn. kazıbilimci yolunu kesince, testileri yere koydu. Güler yüzle yabancıyı selamladı. Bir isteği olup olmadığını sordu. Bn. kazıbilimci sevecenlikle kadının sırtındaki çocuğu okşadı: «Hiçbir isteğim yok, dedi, sadece çoban Ece’yi soracaktım. Onu tanıyor musun?» Genç kadın gülümseyerek yanıtladı. «Elbette tanıyorum. Yoksa sana utanılacak bir delilik mi etti? Eğer öyleyse bağışla garibi.

Yarım akıllının tekidir. Aklına estikçe, ben kral kızıyım diye tutturur. Dediğine göre, üçbin yaşındaymış. Ruhu ölümsüz-müş filan… Eh böylesine darılmak da size yakışmaz değil mi?» «Haklısın» dedi. Bn. kazıbilimci, «Ne zamandır bu durumda?» «Oldum olası böyle ya! Küçükken, kaçıklığı bu denli belirgin değildi. Son birkaç yıldır iyice sapıttı. Köylünün maskarası oldu. Töbe, töbe ya, anası buna gebeyken, taa! surdaki yıkıntılara çişini etmiş. Hocalar, bu kalıntıların tekinsiz olduğunu söylerler. Đyi saatte olsunlar, anasını çarpacağına, karnındaki bebeyi çarptı anlaşılan.» Kadın bunları söylerken, sırtındaki çocuk uyandı. Karşısında Bn. ka-zıbilimciyi görünce yaygarayı bastı. Anası: «Sus oğul, ne var ağlayacak!» diye onu avutmaya çabalarken, Bn.

kazıbilimci, küçük bir bavulu andıran çantasından, bir avuç şeker çıkardı. Oğlancığın eline tutuşturdu. Sonra kadınla vedalaşıp kaptıkaçtıya döndü. Arkadaşlarından yeniden özür diledi. Yola koyuldular. Bn. kazıbilimci, Ece’yi kafasından silip atmak istiyordu. Ama başa-ramıyordu. Yol boyunca hep onu düşünmekten kendini alamadı. Kız, onu yeniden iyice etkilemişti. Kendilerini, kral, ya da peygamber sanan delilerden söz edildiğini, pek çok kez duymuştu. Çoban Ece de acaba o tür bir kaçık mıydı? Yoksa ruhu üçbin yıl ölümsüz kılınmış gerçek bir prenses miydi? Bir ara, bu sorulardan çok tedirgin olmaya başladı. Durumu arkadaşlarına açmayı düşündü. Onların görüşlerinin ilk olasılığa yatkın olacağını sezinliyordu. Belki de kendisini düş kurmakla suçlayacaklardı.

Bu nedenle susmayı yeğledi. Çoban Ece’nin gözlerinden gelip geçen mavimtırak ışıltı, içinin derinliklerinde garip bir kuşku uyandırmıştı. Bu bakışlar «deli» bakışları değildi. Tersine zekâ, bilgi, sevgi fışkırıyordu kızın gözbebeklerinden. Bn. kazıbilimci bu bakışların etkisinden kolay kolay kurtulamayacağını sezinliyordu. Ülkesine döndüğünde, hemen birikmiş işleri görmeye girişti. Dünyanın dört bir yanında çalışan, kazıbilimci arkadaşlarından gelen haberleri inceledi. Sürmekte olan kazılardan çok önemli belgeler çıkıyordu. – 10 – — 11 — Arkadaşlarının kimi bu buluntuları müjdeliyordu. Kimileri de çeşitli konularda kendisine danışıyorlardı. Bazı mektuplarda, yeni kazılardan çıkarılan yazıtların örnekleri vardı. Dostları bu yazıtları okuyup çözmesini rica ediyorlardı. Arkadaşlarından biri bir kazıda elinde balta olan bir yontu kolu bulmuştu. Bn.

kazıbilimciye, bu iri pazulu kolun resmini göndermişti. Gövdesine değgin bilgisi olup olmadığını soruyordu. Bayan kazıbilimci, aynı zamanda, ülkesindeki yüksek öğrenim kurumlarında, kazıbilim dersleri vermekteydi. Bu bilime gönül vermiş olan öğrencileri, çevresinden okul dışında da ayrılmıyorlardı. Onun engin bilgisinden yararlanmak için her fırsatı değerlendiriyorlardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir