Harold Lamb – Büyük İskender

Hakkında konuşulanları ilk duyduğumuzda yalnızdı o. Herkes ona yakın olmaya çalıştığından kendi başına bırakılmış birisi değildi. Yapmak istedikleri ve düşünceleri dolayısıyla yalnızlık duyuyordu sadece. En çok değer verdiği şey, gece okuduğu ve büyük bir bölümünü ezbere bildiği Ilyada ya da Troya Destanı’nın elinde bulunan bir nüshasıydı. Okuduktan sonra kitabı tahta koltuğun altına koydu ve Ahhillevs ile ona Ahhillevs lakabını takan öğretmeni hakkında derin düşüncelere daldı. Uyku zamanından hemen önce, yani lamba alındıktan sonra, kitabın kahramanlarıyla denizde seyahat etti ve doğuda bilmediği bir yerde karaya çıktı. Bu parşömen kitap, akrabalar, arkadaşlar, özel öğretmenler ve hatta Tebaili askerlerle paylaşmaya gereksinim duymadığı bir şeydi. Ona Yunanca, retorik ve mantık gibi alanlarda eğitim veren öğretmenleri annesi tarafından seçilmişti. Öğretmenlerin yöneticisi sert Leonidas, annesinin akrabasıydı. Öğretmenler, sabah kahvaltısından önce belirli bir mesafeyi koşması için daha güneşin ilk ışığı yeryüzüne düşmeden delikanlıyı uyandınyorlar ve günün daha sonraki saatlerinin nasıl değerlendirileceğini onun için belirtiyorlardı. “Güneşin doğuşundan önce yapılan koşu” dedi öğretmen antrenmanın başlangıcında, “senin iyi bir kahvaltı yapmanı sağlayacaktır. İyi bir kahvaltı ise iyi bir akşam yemeği yemeni sağlar.” 9 Delikanlı dağlıların uzun adımlanyla bir süre mezarlığa doğru yürüdü. Döneceği noktadan, beyaz mermerden yapılmış bir tapınağın üzerine kazınmış sözleri okuyabiliyordu: Ben ölümsüz bir tannyım, artık ölümlü değilim. Sütunu başlama noktası olarak kullanıyor ve oradan şehre giden yokuşu koşarak aşıyordu.


Hırsla koşuyordu; çünkü dağların ardından aydınlığın görünmesi, güneşin arabasının uzaklarda, Okyanus’ta bulunan ahınndan çıkıp gökyüzündeki yolculuğuna başlaması demekti onun için. Dağların üzerindeki bulutlar uzaklaşmaya başladığında arabayı çeken atlann başlannı görebileceğini düşünüyordu. Saray bahçesinin ilk ağaçlarının yanındaki bitiş çizgisine ulaştığında adımlannı büyüterek kendisiyle birlikte koşan köleyi geçti. Ne kendisinin geçilmesine izin verirdi, ne de köle onu geçmeye cesaret edebilirdi. İçeri girip sunaktaki közlerin önünde ellerini oğuştururken doğan güneşi selamladığını hissediyordu. Güneş, doğuda, ne karanlığı ne de uykuyu bilen tanrılann üzerinden süzülürek doğuyordu. Kutudan bir günlük alarak aceleyle közlere yaklaştırıp dumanın çıkmasını beklerken üşümüş yüzü de kızarmıştı ve alçak sesle konuşuyordu, “Baba Tanrı ile onun boynuzlu yılandan doğan oğluna… bizi izlesin ve korusunlar.” Karanlıkta olsa bu konuşma boş yere yapılmış olacaktı; şimdi yükselen aydınlıkta ise uzaklardaki sabırlı ve tetikte bekleyen güçlü ruhlara, yardımseverler için yapılmış oluyordu. Bu onun, tanrıların, Zeus ile Ahhillevs’e öğütler veren hızlı uçan Afrodit’in parlak arkadaşlığını nasıl gördüğünün işaretiydi. Üzerinde ateş yanan sunakta günlük yakmaya devam edince akraba Leonidas koluna dokunarak kuru bir sesle, ‘Toz haline getirilmiş mür avuç dolusu atılacak toprak değildir” dedi. Delikanlı böyle zamanlarda beynine baskı yapan bir şey varmış gibi sinirleniyor ve konuşamıyordu. Buhur ve mürün çok uzaktan, Arabistan’dan geldiğini biliyordu; evde çok az günlükleri vardı. Ama onu sunu yapmakla görevlendirmişlerdi. Birkaç günlük kullanım için gerekli olan miktarı artırması gerekirken bu değerli maddeden nasıl bir tutam alıp atardı bir sunu jesti için? Ona sanki ya hepsini sunu olarak vermesi ya da hiç sunu yapmaması gerekiyor10 muş gibi geliyordu. Ancak bu düşüncesini akraba Leonidas’a anlatamazdı.

Annesinin akrabaları ile konuşmak hiç de kolay değildi. Onlar yapması gerekenleri söylüyorlar, o da söyleneni yapıyordu. Makedonyalılar gibi dağlı halkların dağlara tırmanmak zorunda olduklarını söylediğinde delikanlı, Leonidas’in, babasının yanş atlarını yeni pistte kullanmasına niçin izin vermediğini anlamıştı. Leonidas, ayı bağırsağı ve yabandomuzu iliğinin onda eksik olan cesareti getireceğini söyleyerek, ince çekilmiş ve sütle yumuşatılmış mısır yemesine izin vermedi. Her gün sabah sunusundan sonra Leonidas, annesinin sık sık yaptığı gibi yine ballı çörek ve süt saklayıp saklamadığını anlamak için delikanlının odasında kadeh ya da kâse arardı. Akrabalar ona karşı olan görevlerini harfiyen yerine getiriyorlar ve bir kralın görevlerini yerine getirmek için cesarete gereksinimi olduğunu söyleyerek, onu bir Spaıtalı gibi eğitiyorlardı. Onların tannya inandıklarından emin değildi delikanlı. Uçsuz bucaksız gecenin içindeki gökyüzünün altında, dünyanın düz bir tepsi gibi asılı durduğunu söylüyorlardı. Işık gelinceye kadar yeryüzünde yaşam yoktu. Sadece yaşlı Kronos (Zaman) iş başındaydı o dönemlerde. İşık şimdi Tanrılann Babası Zeus’ia birlikte doğuda oturuyordu. Güneşin arabası doğudaki yükseklikten Prometheus’un ilk ateşi çaldığı rotasında ışığı yükleniyordu. Prometheus’a verilen ceza, işte bu dağ silsilesinde zincirlenmek olmuştu. Delikanlı batıda, okyanusun üstünde, alacakaranlık olduğunu biliyordu. Orada güneşin arabasının ışığı okyanustan susuzluğunu gideriyordu.

Insanogullannın ruhları öldükten sonra, oraya, hiçbir ışık almayan o yere, gölgelerin kölesi olmak için gidiyorlardı. Leonidas’ın Yunanlı öğretmen Lisimakhos’a, kendisinin, gerçeklikten kaçmaya çalışan ve asla babası gibi bir eylem adamı olamayacak bir kitap düşkünü ve sunu vermekten hoşlanan bir rahip yardımcısı olduğunu söylediğini işitti. İskender kitaplara yakınlık duyuyordu çünkü kimse tepesinde durup ona ne yapması gerektiğini söylemiyordu; parşömen rulolarının arasındaki dostları gülerek ve sevinçle etrafına doluşarak içlerindeki bütün sırları söylü11 yorlardı ona, sanki kanatlanıp uçarak şehrin üzerinden uzak denizlerdeki adalara gidiyorlardı. Bir keresinde Leonidas’a kaba bir biçimde, “Babamın hiç arkadaşı var mı?” diye sormuştu. Akraba şaşırmış görünmüştü bu soruya. “Senin baban Kral…” diye başladı ve bir süre düşündü. Delikanlının ne anlatmak istediğini çok iyi biliyordu. Makedonya Kralı Filip’in şarap arkadaşlığından daha ileri, onun düşüncelerini paylaşan ve başansızlıklarına karşın onu seven arkadaşı var mıydı hiç? Leonidas dürüstçe ama dikkatlice yanıtladı soruyu. “Parmenion ve Antipatros var. Evet ve Atinalı Demadesvar.” Söyledikleri iki ordu komutanıyla bir politikacının isimleriydi. “Benim arkadaşlarım kimler?” diye ısrarla devam etti delikanlı. “Üçünün ismini söyle.” Leonidas bu kez hiç düşünmeden yanıt verdi. “Ptolemaios, Nearhos, Harpalos… ve isimlerini bir çırpıda sayabileceğim bir düzinesi daha.

” Bir düzine diye söylendi İskender. Bu bir düzine çocuk, derslerde kendisine eşlik etsinler diye annesinin seçtiği yaşıtlarından oluşan -on iki ile on dört yaş arasında- çocuklardı. Ondan bir yaş büyük olan Ptolemaios daha çabuk öğreniyordu ve daha alaycıydı. Annesi Arsinoe saçlarını doğu tarzında boyayan Yunanistanlı bir metresti. Annesinin kendisine bundan hiç söz etmemesine karşın Ptolemaios, babasının Filip olduğuna inanmıştı. Buna bağlı olarak Ptolemaios gizliden gizliye İskender’den üstün olmasa da onun eşiti olduğunu düşünüyordu. Ancak annesi resmi olarak Filip’in eşi olmadığı için kendisi İskender’in altında bir yere yerleştirilmişti. Diğer yandan Nearhos dağlardan çok uzaklarda, Girit’te doğmuştu. Hiç anlatmamasına karşın adalar arasında gemilerle seyahatlere çıkmıştı. Şimdilik şehirde rehine olarak tutuluyordu ve İskender onun bu konu hakkında ne düşündüğünü bilmiyordu. Esasen Nearhos çok nadir konuşuyordu; buğday tenli yüzü ifadesizdi; çocuklar ne yaparsa o da onu yapıyor ve ne yapılması isteniyorsa onu kabul ediyordu. İskender, Nearhos’tan hoşlanıyordu, onunla 12 hiç tartışmıyorlardı; ancak yine de aralarında sanki bir sessizlik körfezi vardı. Aynı şekilde, bir köylünün oğlu olan ve çalışmak için pek istekli olmayan Harpalos’la da herhangi bir şey paylaşmıyordu. Annesi Harpalos’u, İskender’in her tip insanı tanıması gerektiğini düşündüğü için seçmişti. “Üç arkadaşımın ismini söylemeni istedim” dedi İskender sinirli bir şekilde, “bana eşlik edenleri değil.

” Akraba tuhaf tuhaf baktı ona. Kısa bir süre sonra, “Bir adamın arkadaşları kendi çabasıyla oluşanlardır” dedi. “Artık bunu bilmelisin.” Yalnızlıktan sonraki sıkıntısı korkuydu. İskender bunu hiç konuşmamıştı. Korkuyu düşünürken aklına Tebaili asker geliyordu. Bu adamın gözünün birinin altından aşağıya doğru uzanan ve yüzünü yamuk bir ayvaya döndüren bir yara vardı. Tebaili’yi gençlik yıllarını Tebai de rehine olarak geçiren ve orada Tebai falanjını öğrenen Filip buıaya getirmişti. İskender, Filip’in Tebaili’yi kendisine getirdiğinde söylediklerini çok iyi anımsıyordu. “Eğer savaş yapacaksan, bunu ilk olarak en usta savaşçılardan öğrenmen gerekir.” Bunlan söyledikten sonra Filip çocuğa doğru dönerek gizlice göz kırpmıştı. Bu hareketiyle, sözlerin muhatabının sessiz Tebaili mi, yoksa aynı şekilde sessiz çocuk mu olduğu anlaşılmaz kalmıştı. Tebaili asker çok iri yarı bir adam değildi. Ama kasları zincir gibi birbirine geçmişti. 12 fit uzunluğundaki bir sarissa mızrağını tek eliyle kavrayıp başının etrafında fini fini döndürebiliyordu.

Bu ağır silahı otuz adım ileriye atabiliyordu ayrıca. Bununla birlikte İskender’e sarissa mızrağını değil de kılıç kullanmayı öğretiyordu. Bu kılıçlar hafif, parlak bir biçimde perdahlanmış ve yüzü bir metale vurduğunda çınlayan kılıçlardı. Tebaili kılıçlan her antrenmandan sonra yeniden perdahlıyordu. Tebaili asker, bu kılıçlardan birisini bir baston ya da av bıçağı gibi sürekli olarak yanında taşırsan birisine alışmış olursun ve onu gerçekten iyi kullanabilirsin demişti. Ne yapman gerektiğini düşünmeden darbeyi indirebilmelisin diye de eklemişti. İskender yaşlı adamın söylediklerine içerlemişti. Bir falanj aske13 rinin bu konuşmaları yapması ,ırpa yetiştiren bir çiftçinin felsefe konusunda ahkâm kesmesi gibiydi. Tebaili’nin, onun silahlardan korktuğundan kuşkulanıp kuşkulanmadığını merak ediyordu. Bunu özellikle Ptolemaios ile bir kı iç düellosunda karşı karşıya geldiğinde merak etmişti. Tahtadan yapılma kalkanı sol eline alıp kaldırdığında avuçları terlemişti. Midesine soğuk bir felç indiğini hissetmişti… Sakınma göstermeksizin yapılan avdan ya da bir hedefe cirit atmaktan tamamen farklı bir şeydi bu. Ptolemaios ondan daha ince ve daha becerikliydi. Koşular, antrenmanlar ve binicilik çalışmaları İskender’i daha güçlü hale getirmişti. Başı hafifçe yana eğik ve mavi gözleri rakibine kilitlenmiş, altın şansı kıvırcık saçlannın bukleleri arka tarafta toplanmış durumda ayakta duruyordu.

Yüzü annesinin hassas cildine sahip olduğu için kızanyorken, vücudu güneşin altında kalmaktan bronzlaşmıştı. Annesi gibi güzeldi. Ama Ptolemaios saldırgan ve dikkatli bir şekilde dövüşüyor, İskender’i tahta kalkana vurduğu darbeler için yeterli uzaklıkta rahatlıkla tutabiliyordu. Daha yetenekli olduğunu açıkça göstermişti. Aynca ara sıra da olsa, kendilerini izleyen Tebaili’den uzaklaştıkları anlarda İskender’i yaralıyordu – kılıcı hızla sallayarak uyluğuna ya da kafasına vuruyor ve kan akmasına neden oluyordu. Bu durumlarda da Tebaili dövüşü durdurmaya karar veriyordu. Ptolemaios böyle zamanlarda sanki bir oyuncakla oynamaktan yorulmuş gibi tebessüm ediyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir