Ne güzel! En azından etrafında sigara içenler vardı ve ciğerlerinde tur atmış duman, burun deliklerinden içeri giriyordu. Hiç yoktan iyiydi. O an olabilecek en güzel şey, adamlardan birinin tutup işaret ve orta parmağı arasına bir Drina sigarası sıkıştırması ve arkasında bağlı ellerini çözmesiydi. Ama madem kendisi sigara içemiyordu, o zaman filtreden geçmiş sigara dumanı da fena sayılmazdı. Bugün ikinci kez tanıdığı bir şeyle karşılaşmıştı. Sabah, arkası kapalı pikaptan çıkarılmış, yol boyunca uzanan uçsuz bucaksız ovayı görmüştü. Ve elektrik direkleri… Kendi ülkesinden tanıdığı, hem aydınlatmada kullanılan, hem de enerji, nakil hattı görevi gören direkler. Ne bekliyordu ki?Direkler neden burada farklı olacaktı? Elektrik nakli ve aydınlatma söz konusuyken fazla çeşitleme şansı yoktu. İlk kez sıradan bir şeyler düşünmesine şaşırdı. Bir gün önce günlük yaşamı ve geleceği hakkında kontrolü kaybettikten sonra ilk kez sıradan şeyler düşünmeye başlamıştı. Belki de bu düşüncelere normal denilemezdi. Raydan çıkmış bir hayatta normal ne olabilirdi? İçinde bulunduğu durumda elektrik direklerini düşünmeyi normal saymak için insanın kendini çok zorlaması gerekirdi. Yolculuk bitince ne olacaktı acaba? Onu devralan adamlar fazla konuşmamıştı. Çenesini kapatmasını, söylenenleri yapmasını söylemişlerdi. Yoksa… Fazlasını söylemelerine gerek yoktu; emirlere uymanın en doğru yol olacağını anlamıştı. Sonunda oradan kaçabilmek için yapabileceği en iyi şeydi. Sonu ölümle bitecek bir kâbusu yaşadığına kendini ikna etmenin tek yoluydu. Birden durumun ciddiyetini tüm bedeninde yeniden hissetmeye başladı. Ne kadar sürecekti? Günler, haftalar, aylar? Belki başkalarına devredileceklerdi. Takas edilecekler, daha da bilinmez bir geleceğe doğru yol alacaklardı. Önündeki adam sigarasını bitirmek üzereydi. Acaba ondan bir sigara istese… Veya adam sigarayı tutsa o da son kalan iki nefesi çekse? Sorduğunda, adamın nasıl davranacağını düşününce içi karardı. Yanlış zamanda, yanlış bir soru sormanın nelere mal olduğunu dün gece bir kıza yaptıklarını görünce anlamıştı, öte yandan adamların kızgınlığı yirmi saat önceydi. Biraz sakinleşmişlerdi. Ya da kendisi şimdiden içinde bulunduğu duruma alışmaya mı başlamıştı? Şansını denemeye karar verdi. 27 Ocak Pazar LJUBLJANA, SLOVENYA “Danimarka’da ne yapacaksın, baba?” Vanya’nın sorusu o kadar ani gelmişti ki, Michael birkaç saniye ne cevap vereceğini düşündü. Belki artık bililerine gerçeği söylemek için son şanstı bu. Başı öyle bir belaya girmişti ki, bu tatil ona çok iyi gelecekti. Bir an önce buradan gitmesi, uzaklaşması gerekiyordu. Hayır, on dokuz yaşındaki kızının masum sorusuna dürüst cevap veremeyecekti. Bir dakika boyunca ikisi de hiç konuşmadı. Otoyoldan Ljubljana şehir merkezine giden yolu gösteren yeşil tabela arabanın ışığında gittikçe büyüyor, üzerinde yazılanlar daha da netleşiyordu. Koyu mavi Fiat Punto otoyoldan ayrıldı, Smartinska Caddesi’ne girdi. Michael kızını, kaldığı öğrenci yurduna bırakacaktı. O ana kadar her şey gerektiği gibi gitmişti. Trebniye’den kırk beş dakika önce yola çıktıklarından beri her şey uyumlu, güzeldi. Vanya babasının Sırp-Hırvatça ve Slovenceyi devamlı birbirine karıştırmasıyla yol boyunca hafiften alay etmişti. On yedi yıldır Slovenya’daydı ama hâlâ cumartesi anlamına gelen Sobota yerine Subota diyordu. Michael önce Sırp-Hırvatça öğrenmiş, Slovenceye daha sonra geçmişti. Vanya’ysa, doğduğundan beri burada yaşıyordu. Sırp-Hırvatçayı iyi biliyor, Slovenceyi mükemmel konuşuyordu. Michael de artık Slovenceye geçiş yapmıştı. Tonla hata yapsa da Slovence konuşuyordu. Yıllar içinde Slovencesine bayağı gülmüşlerdi. Bu akşam da farklı değildi. “Ne yapacaksın Danimarka’da?” diye sordu Vanya bir kez daha. Michael tam olmasa da gerçeği söylemeye karar verdi. “Ketin ziyaret edeceğim. Görüşmeyeli çok oldu. Kopenhag’da onu hiç görmedim biliyor musun?” “Bugüne kadar neden hiç Danimarka’ya gitmedin?” “Artık orada tanıdığım kimse kalmadı. Sen de biliyorsun,” dedi Michael. Son cümlesini biraz sert söylemişti; farkındaydı. “Hem annen ve sen buradasınız. Oraya gidip ne yapacağım?” diye ekledi hızla. “Belki o kadar yıldan sonra ülkeni özlemişsindir. Kaç yıl oldu sen Danimarka’ya gitmeyeli?” “Bugün ben de onu düşündüm. On iki yıl olmuş.” Karanlık kış akşamında Michael’in düşünceleri, ikinci kez o acıklı güne gitti. Danimarka’ya en son, annesinin cenazesi için gitmişti. Annesi, ailesinin hayattan ayrılan son üyesiydi ve Michael, o günden beri Danimarka’ya bir daha ayak basmamıştı. Ama anlaşılmaz bir nedenle son zamanlarda anavatanıyla ilişkilerini yeniden kurmayı düşünmeye başlamıştı. “Seviniyor musun?” diye sordu Vanya. “Evet, canım biraz uzaklaşmak istiyor. Senden değil tabii.” “Anlıyorum.” Michael, Vanya’ya baktı. Kızının artık bir yetişkin olduğunu kabullenmekte güçlük çekiyordu. Upuzun, dalgalı siyah saçları omuzlarına dökülüyordu. Gözleri de saçları gibi simsiyahtı. Çok güzeldi. Michael bile görebiliyordu kızının güzelliğini. Makyaj yapıyordu ve bugünlerde denediği giyim tarzı nedeniyle görülemese de güzel göğüsleri vardı. Giydiği bol, siyah kıyafetler pek hoşuna gitmiyordu. Bazen kızının, kızlara ilgi duyduğunu bile düşünüyordu. Şimdiye dek bir erkek arkadaş lafı geçmemişti. Ciddi bir ilişkisi varsa bile en son kendisinin duyacağını da biliyordu. Gençler genellikle ergenlik çağının sonlarına doğru birçok şey denerdi. Gençlerin hayatı keşfetme çabalarını da saygıyla karşılıyordu. Tek korkusu, Vanya’nın acı duyacağı deneyimler yaşamasıydı. Kızının evden ayrıhp yalnız başına yaşamaya başlamasından rahatsızlık duymuyordu. Vanya bu ülkede bir yerlere gelecekse en uygun yer Ljubljana’ydı, zira kent birçok cazip öğretim kurumuna ev sahipliği yapıyordu. “Annem ne diyor gitmene?” “Ne diyecek? Tatile ihtiyaç duyduğumun farkında. Hem o da Ketil’i çok sever; görüşeceğimize seviniyor.” Ketil, Danimarkalı bir gazeteciydi. Michael 90’h yılların başında acil yardım konvoylarında şoförlük yaparken tanışmışlardı. 1995 yılında barış sağlandıktan sonra ilişkilerini korumuş ama gittikçe daha seyrek görüşmeye başlamışlardı. Yılda bir kez e-posta gönderiyorlardı artık birbirlerine. Yüz yüze görüşmelerinin üzerinden on yıldan fazla zaman geçmişti. Ketil başka yerlere giderken Slovenya’ya birkaç kez uğramıştı ama o zamanlarda da Michael işi gereği Slovenya dışında olduğu için görüşememişlerdi. Babasının düşüncelerini okuyormuşçasına, “özlüyor musun onu?” diye sordu Vanya. “Bunu söylemek zor ama birlikte yaptıklarımızı özlüyordum. Şimdiyse onu görmek için sabırsızlanıyorum.” Michael, Danimarka’ya gideceğini Ketil’e hâlâ haber vermediğini söylemekten kaçındı. Bugün her şey o kadar çabuk olup bitmişti ki, bir an önce Danimarka’ya gitmesi gerekiyordu. Belki biraz sonra dairesine çıkınca bir e-posta gönderirdi. Yarın da Kopenhag’daki Kastrup Havaalam’na inince numarasını bulur, arardı. İstasyonun yanındaki demiryolu köprüsünden sağa döndü. Gözleri kapalı bulabileceği bu yolda önce sola, sonra sağa saptı. Bu caddelerde yüzlerce kez araba kullanmıştı. İlirska Caddesiyle Kotnikova Caddesi’nin kesiştiği köşede arabayı durdurdu. Vanya’nın kaldığı öğrenci yurdu buradaydı. Vanya durdukları yere yaklaşırken arabadan çıkmak için hazırlıklarını tamamlamış, cep telefonunu ve anahtarlarım çıkarmış, temiz çamaşırlarının bulunduğu çantasını eline almıştı. “Görüşürüz baba. Ne zaman dönüyorsun?” “Bir haftaya kalmaz, canım, önümüzdeki pazar, Trebniye’ye, yemeğe geliyor musun bize?” Michael bu kadar kesin ve ayrıntılı randevu verişine şaşırdı. Ama inandırıcılığını koruyabilmesi için böyle yapması gerekiyordu. Geri dönünceye kadar çok uzun zaman geçecekti. Hafta içinde yeni bir yalan bulması gerekecekti. “Evet, geleceğim. Gelip çamaşır yıkamam da gerekiyor,” dedi Vanya gülerek. Michael de güldü. Son bir gün içinde yaşadıklarının ardından hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyordu. Vanya arabanın kapışım kapattı; apartman girişine doğru yürürken arkasına dönmeden el salladı. Michael de belli belirsiz elini kaldırıp selam verdi; el frenini indirdi ve arabasını hiç yapmadığı bir hızla kaldırdı. Ketil Brandt, arkadaşı Michael’in numarasını tuşlayacaktı, bardan gelen gürültüler dikkatini dağıttı. Danimarkalı bir kadın düzgün bir Almancayla, “Bu kadar da olmaz! Ne demek bitti? Daha şimdi bindik trene!” diye bağırıyordu. Uzun boylu, zayıf ve uzun saçlıydı. Trenin içinde olmasına rağmen hâlâ üzerinde paltosu vardı. Biraz daha kısa boylu erkek arkadaşı arkasında duruyor, nasıl bir ifade takınacağını bulmakta güçlük çekiyor, kız arkadaşıyla dayanışmasını göstermek istercesine başını sallıyordu. Trene biraz önce Kolding’de binmişler, bardaki görevlilerin yiyecek bir şey kalmadığım söylemelerine sinirlenmişlerdi. Adam aynı zamanda hafifçe kız arkadaşının kolunu bastırıyor, elindeki menü kartlarım fırlatmasını engellemeye çalışıyordu. Ketil hâlâ yemek servisi yapılan bölümdeki masasında oturuyor, önünde olan biteni izliyordu. Barda duran iki adama acıyordu. Tren Kopenhag’dan ayrıldığından beri hiç durmamışlardı. Yemekli vagonda çok müşteri vardı ve adamlar koşuşturup durmuştu. Tren tamamen doluydu ve Ketil içeri adımım atar atmaz barın yolunu tutmuştu. Trenle yapılan uluslararası yolculukların zirve noktası trenin barıydı. Burada istediği kadar oturabilir, diğer yolcularla tanışıp konuşabilir, istediği kadar bira içebilirdi. Barmenleri azarlayan iki kişi, bir şey elde edemeden oradan ayrılmak zorunda kalıp kompartımanlarına yürüdüler. Gittikleri kısımda ikişer yataklı kompartımanlar vardı. Artık kendi yataklarında oturup somurtur, diğer yolcuları rahatsız etmezlerdi. Ketil’in kompartımanıysa trenin diğer uçundaydı ve altı yataklıydı. Altı kişinin aynı anda çok dar bir yerde uyuyacağı düşünülürse, içerisinin maymun kafesini andıracağı kesindi amaKetil böylesini tercih ediyordu. Yalanlık, samimiyet, daracık bir alanda kalmak zorundaki yabancılarla tanışmanın getireceği beklenmedik olaylar cazip geliyordu. Tren yolculukları, özellikle uluslararası yolculuklar, macerayla eş anlamlıydı. Günlük hayatm hengâmesini geride bıraktığını gerçekten hissedebiliyordu insan tren yolculuklarında. Tüm duyu organlarım açıp Avrupa’ya açılmaktı güzel tarafı. O an tam öyle düşünüyordu. Tren hâlâ Danimarka sınırları içindeydi; Zealand ve Funen Adaları’nı geçip Güney Jutland’a varmıştı ya, Ketil uluslararası havaya girmişti bile. Yemekli vagonundaki kozmopolit paralel evren, Ringsted İstasyonu’nu bile egzotik bir havaya sokuyordu. Birasından bir yudum daha aldı. Dördüncü yarım litrelik birasına geçmişti bile. Yarıda kalan telefon açma işine geri döndü. Michael’i arayacaktı. Slovenya ve Hırvatistan’da savaş muhabirliği yaptığı yıllarda tanışmışlardı. Uluslararası yardım kuruluşlarında şoförlük yapan Michael artık Slovenya’da ailesiyle birlikte oturuyordu. En azından son konuştuklarında öyleydi. Çok zaman önce. Yeniden numarayı girdi, arama tuşuna bastı. Telefon beş altı kez çaldıktan sonra telesekreter devreye girdi. Anlamadığı bir dilde bir kadın sesi bir şeyler söylüyordu. Kadının konuşması bitmeden telefonu kapattı. Biraz daha bekleyebilirdi. Michael’le yüz yüze görüşmelerinin üzerinden on yıl kadar zaman geçmişti. Başlangıçta birbirlerine birkaç e-posta yazmışlar ama son beş altı yıl içinde pek haberleşmemişlerdi. Kırmızı adres defterini kapattı ve defteri, kutsal bir kitaba bakarcasına bir süre süzdü. Defterdeki en son kayıt 1991 yılma aitti. 1991 yılında eski Yugoslavya’daki savaşı Dagbladet gazetesi adına izlemek üzere gönderilmişti. Defterdeki kayıtların çoğu isim, adres ve sabit telefon numaralarıydı. Defterindeki isimlerin çok azı aradan geçen sürede e-posta adresi ya da cep telefonu edinmişlerdi. Katil, tanıştığı kişileri daha ilk günden ülkelerine göre sınıflandırarak kaydetmişti. Eski Yugoslavya’ya adım atar atmaz, ülkenin bölüneceğini ve yedi bağımsız küçük devletin ortaya çıkacağını anlamıştı. Kafa salladı. Böyle bir adres defteri antika bir eserdi adeta. Aklı başında hiç kimse günümüzde tanıdığı insanların iletişim bilgilerini böyle muhafaza etmezdi. Defteri geçmişe özlem duygusuyla saklamış, aradan geçen yıllarda içindeki bilgileri güncellemişti. Defteri, Kopenhag merkez tren istasyonuna gitmek için çağırdığı taksiye binmek için kapıdan çıkmadan önce, son dakikada çekmeceden çıkarıp yanına almıştı. Birasını bitirdi, defterin sayfalarını karıştırmaya başladı. Aradan geçen onca zamandan sonra bu kez eski Yugoslavya’ya gönüllü gidiyordu. Kosova savaşı 1999 yılında sona erdiğinden beri Balkanlarla ilgili tek satır yazmamıştı. Sadece savaş değil, başka hiçbir konuda da hiçbir Danimarka gazetesine haber yazmamıştı Ketil. Parmak hesabı yaptı. Evet, gazetesinden atılması hatta tüm Danimarka basınından aforoz edilmesiyle sonuçlanan, “Olay” diye nitelediği kavganın üzerinden tam üç yıl geçmişti. Mesleki çöküşünün temellerinin Balkanlar’da atıldığı kesindi. Şimdiyse beynini darmadağın eden bölgeye geri dönüyordu. Benzer bir olayın tekrar vuku bulmaması için aradan yeterince uzun zaman geçmiş miydi? Yoksa oraya gidince Pandora’nın kutusu açılacak, yine delilik üstüne delilik mi yapacaktı? Adres defterini tekrar açtı. Slovenya kısmına bakmaya başladı. Michael Jensen ve Zdenka Petan Jensen, Trebniye şehrinde yeni bir adreste oturuyorlardı. Ljubljana’nın güneydoğusunda, kente kırk beş dakikalık mesafede… Başkentteki eski adresleri de yazılıydı defterde. Trebniye’deki yeni evlerinin telefon numarası mavi tükenmez kalemle yazılmıştı. Kurşunkalemle de bir cep telefonu numarası ve e-posta adresi eklenmişti. Biraz önce aradığı cep telefonu numarasıydı bu. Yeniden aramaya karar verdi ve telefonunun tekrar ara tuşuna bastı. Yine cevap yoktu. Bu kez mekanik kadın sesini sonuna kadar dinledi ve mesaj bıraktı: “Merhaba Michael. Ne kadar zaman geçti aradan değil mi? Şu an pazar gecesi ve saat on buçuk. Ben Bosna’da bir düğüne gidiyorum. Yarın akşam Ljubljana’da olacağım ve dört beş gün kalacağım. Seninle görüşmeyi çok isterim. Beni bu numaradan arayabilirsin. İyi akşamlar.”
Henrik Brun – Danimarkali Yem
PDF Kitap İndir |
Bu pdf in yarım olmadığına emin misiniz ?