Henry Bauchau – Antigone

oiDiPUS’UN ölümünden beri gözlerim ve düşüncelerim denize yöneldi ve daima onun yanına sığınıyorum. Bir kayanın gölgesinde, limanın ve insanların uğultusunu ve deniz kuşlarının çığlıklarını dinliyorum. İokaste’nin bana şunları dediği günü hatırlıyorum: “Babanın her şeyden önce bir denizci olduğunu asla unutma Antigone.” Baş döndürücü yolculuğunda beni o çok korktuğum yere kadar götüren bu denizciydi. Yollarda geçirdiğim on yıldan sonra, o yer Atina oldu, şimdi burada yalnızım, yastayım, denizin kıyısında. Gökyüzünde iri kanatlı bir kuşu seyrediyorum; Oidipus’un, İokaste’nin ve resim yaptığında Klios’un iri kanatları. Ben böyle değilim, ben büyük gökyüzü ve büyük düşünceler için yaratılmamışım. Bir gün Oidipus aniden bana dönüp şöyle demişti: “Sen hiç denize açılmadın Antigone, oysa gerçek bir denizcisin. Yelkensiz, dümensiz, yıllardır denizlerde yol alıyorsun, benim körlüğümde, baş dönmelerimde, Klios’un ve benim cinnetimde alabora olmadan.” Durmadan birbirimizi kaybettiğimiz görünmez yoldaki o mutluluk anını yeniden hissediyorum içimde. Klios’un dostu Narses, gemileri yeni bir sefere hazır mı diye bakmaya gittiği limandan dönüyor. Yanıma oturuyor ve kırmızı tapınağın freskinin tamamlandığını söylüyor. Klios yarın gidip görmemi istemiş. Bu tapınak neden kırmızı? Narses bunun çok eski zamanlardan beri balıkçıların ve çobanların tanrıya yakarmaya ve saygılarını sunmaya geldikleri bir mağara olduğunu anlatıyor. Bu karanlık in Klios’a ilham vermiş, girişi alev kırmızısı boyamış, sonra kırmızı yavaş yavaş bütün tapınağa yayılmış.


9 Ertesi gün biz belli belirsiz bir patikadan tapınağa doğru tırmanırken tanyeri dupduru, adeta uçucu. Mağara kayalar arasında saklı, güneş gözümü kamaştırdığından girişini ilk anda fark edemiyorum. Aniden kırmızı karşımda, haşmetli bir kırmızı, tıpkı Klios gibi insanı etkisi altına alıyor. Onu görür görmez, solur solumaz, sevincini avuçlarımda hisseder hissetmez kıvanç duyuyorum. İçinde yankılanan seslerin arasında biraz daha ilerlemeyi arzuluyorum. Hareket halindeki bir kırmızının içindeyim. Harika bir şekilde perdahlanmış duvarlarda ona dokunuyorum, geniş döşeme taşlarının biçimini aldığında üstünde yürüyorum. Kırmızı karanlığa dalıyor ve kaybolmadan ona karışıyor, Klios onun cüretkar ışığından binlerce renk fışkırtmış. Mağara, hafifçe yukarı doğru yükselirken ağırlığını kaybeden bir yanmküre biçiminde. Bu kusursuz biçim ve birbirini aydınlatan, karartan, değiştiren kırmızıların oyunu, ışıltısı heyecanlandırıyor beni. Gözüm bu esrarengiz ışığa alışıyor ve karşımda duran freski fark ediyorum. Tarın ve canavar birbirlerine saldırıyorlar, Python oklarla delik deşik olmuş ve oklardan biri bala etine saplı duruyor. Buna rağmen göklerin okçusuna yaklaşmayı, onu göğüs göğüse çarpışmaya zorlamayı başarmış. Kavga sonuna yaklaşıyor, zira iki hasım güçlerinin sınırındalar. Canavarın bedenini kaplayan gri tüylerin üzerinde kan ve yaralar derin izler bırakmış.

Boynuzlarının arasında ve güç,­ lü boynunda upuzun beyaz saçlar dalgalanıyor. Tarın onu bu ürpertici yeleden yakalamış, boynuzlarını kullanmasını engelliyor ve onu devirmeye çalışıyor. Tanrı doğan güneşin tanrısı, silahlan parlıyor, etrafı ışık içinde. Kavga şiddetli, ama tanrının zaferi kesin. Canavar ve gölgenin güçleri geri çekilirken hala direniyorlar, güneş gökyüzünü baştan sona kapladığında eski inlerinden kovulmuş olacaklar. Kırmızının rahmine, anaç alacakaranlığına girdiğimden beri aşırılığın etkisi altındayım. Klios ve Narses’in çizdiği kızıl patikada her şey beni aydınlatıyor, fresk hariç her şey. Doğan güneşin tanrısını, oklarını, muzaffer oğlan çocuğu kibrini seviyorum, ama beyaz saçlı canavarı da seviyorum, ata yadigan 10 ağır bedenini ve yaşlılığının acı tecrübelerini. O, göklerin okçusunun henüz bilmediği ve belki de ebediyen bilemeyeceği hakikatlerin karanlık ve kaba hafızası. Onu buradan kovmak için yenilgiye uğratmak ve yeraltı krallığını tamamıyla ışığa adamayı istemek yanlış, tehlikeli. Klios harika bir iş çıkarmış, ama beni kendimden geçirmeye devam eden kırmızının sonsuz ışık geçirmezliğine denk düşmeyen soğuk hakikatler çerçevesinde. Narses bana bakıyor, şu ana kadarki heyecanımı gördü, sessizliğim şaşırtıyor onu. Freski nasıl bulduğumu soruyor. Hayal kırıklığımın farkına varmaktan sarsılmış haldeyim, halbuki danstan ve renklerin cömertliğinden esinlendiğinde Klios’un yaptıklarını öyle beğenirim ki. “Ona tek başıma ve daha uzun süre bakmam lazım.

” Narses beni anlıyor belki de ve yanımdan uzaklaşıyor. Klios boyadığı ilk vazoyu bitirdiğinde büyük bir sevinçle Oidipus’a getirmişti. Parmağını tutup desenlerin üzerinde gezdirmiş ve ona renkleri tarif etmişti. Oidipus şöyle demişti: “Güzel.” Çok mutlu olmuştum, Klios da öyle. Ama Oidipus başka bir şey eklemeyince Klios’un yüzü değişmiş, bağırmıştı: “O kadar mı?” Oidipus cevap vermemiş, Klios da günlerce üzüntü ve şüphesiz umutsuzluk içinde yaşamıştı; sonra, yavaş yavaş, ciddi bir hastalıktan kalkar gibi, tekrar boyamaya ve vazolarını Oidipus’a göstermeye başladı. Daha pek çoğunu kırıp parçaladı, ama Oidipus’un gülümsediğini ve ellerini vazonun üstünde uzun süre gezdirdiğini görürse mutlu oluyor ve vazoyu saklıyordu. “Böylelikle,” dedi bir gün, “Oidipus ne boyadığımı hiç görmeden, beni ressam yaptı.” Halbuki, freskte eksik olan, hayranlık verici kırmızıda mevcut; bu kırmızı emin ve sıcak bir sığınak, bir in. Tıpkı Oidipus’un bulmayı başardığı ve içinden şarkısının yükseldiği in gibi. Acaba yeni tanrı eskisini çocuksu inden kovabilir mi, onun elinden ışığı ve kırmızıdan payına düşeni alabilir mi? Ben freski seyrederken, Klios hiç ses çıkarmadan içeri giriyor. Sessizliğim freske başka bir gözle bakmasını sağlıyor. Gözlerimden, tamamlanmış sandığı eserin öyle olmadığını ve ondan Mia muazzam bir çalışma beklediğini okuyor. ı 1 Öfkeye kapılıyor, bana sesleniyor: “Eksik olan ne?” “Bu sadece bir kavga, Klios, alışveriş yok.” Söylediğim Klios’u umutsuzluğa sürüklüyor sanki: “Alışveriş … ne alışverişi?” “Kan alışverişi” demeyi göze alıyorum.

“O halde her şeyi yok etmek, silmek gerek!” Eline bir fırça alıyor, boyanın içine daldırıyor. Tam o sırada içeri giren Narses ona yalvarıyor: “Sabırlı ol!” Çok geç, Klios üzerini sıvamak için freske doğru atıldı bile. Dehşete kapıldığımdan, onu dinlerken yer değiştirmiş olmalıyım, zira yolunun üstünde duruyorum. Beni itmeye çalışıyor ama fırçası yüzünden rahat hareket edemiyor. “Her şeyi yok etme. Olmuş. Neredeyse olmuş.” Fırçasını atıyor, öfkeyle kollarımdan tutuyor: “Neredeyse, neredeyse de ne demek? . Hiç!” Canımı acıtıyor, kahrı kabarıp benimkinin üzerine taşıyor ve ikimizin de içini yakan Oidipus’un yasını canlandırıyor. O beni hiddetle sarsarken, soru garip bir biçimde içimden yükseliyor: “Nereden başladın Klios?” Şaşırıyor: “Eşikten. Zaman�a her şey kararmıştı. Kırmızıya ihtiyaç duydum.” “Sonra?” “Kırmızıdan kırmızıya ilerledik, sonra aydınlık kuyusunu derdik ve tanrının ışığı göründü.” Ona bir soru daha sormaya cesaret ediyorum: “Boydan boya kırmızının yolunu izledin, peki freske başlarken neden bu yoldan ayrıldın?” Bu soru üzerine Klios beyninden vurulmuşa dönüyor. Öfkesi diniyor, artık beni dinlemiyor, fırçalarına ve boyalarına koşuyor.

Narses’i yardıma çağırıyor, beni çağırıyor: “Çabuk, hala içimde alev alev yanıyorken kırmızının yoluna dönelim.” Bütün bedeni. harekete geçmek için can atıyor ve bizi de sürüklemek, kendi ritmine uydurmak istiyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir