Herman Melville – Billy Budd

Türk okuru Melville’i, Moby Dick adlı büyük yapıtın Türkçeye çevirisinden tanıyor. Moby Dick’i okumamış, filmini sinemada, televizyonda izlememiş olanlar da şu ya da bu şekilde Moby Dick adını duymuştur. Moby Dick, her yanı saran doğa ananın en ilkel güçleriyle insanın, daha doğrusu inatçı, hırslı, buyruk altına almayı seven batı insanının uzun öyküsüdür. Melville diğer yapıtlarında da uygarlık ile doğa, uygar insan ile uygarlık öncesi ya da sonrası arasındaki karşıtlık konusuna bağlı kalmıştır. Moby Dick 1851’de yayınlandığı zaman Herman Melville 32 yaşında tanınmış bir yazardı. New York’ta sıkıntılar içinde geçen çocukluk yıllarından sonra okulu yarıda bıraktı. Çeşitli işlerde para kazanmak zorunda kaldı. 1838’de 19 yaşında deniz hayatına atıldı. 4 yıl balina gemilerinde çalıştı. Güney Pasifik’e yapılan bir balinacılık seferi sırasında Marquesas Adaları’nda gemiden ayrılıp uzun süre yamyam yerliler arasında tutsak olarak yaşamak zorunda kaldı. Orada gördükleri, 1846’da yayınlanan ilk kitabı Taipi’ye, 1847’de yayınlanan Omu’ya ve 1850’de yayınlanan Beyaz Ceket adlı romana yansımıştır. Güney Pasifik ve denizcilik yılları Melville’in düşünüş ve görüşlerini çok derinden etkileyen tecrübelerle doludur. Güney Pasifik’ten dönüşünde A.B.D.


donanmasında görev aldı. Bu dönüş yolculuğu sırasında Jack Chase’i (Bak: Açıklamalar, madde 2) tanıdı. 1844’te Amerikan Deniz Kuvvetleri’nden atıldıktan sonra karada hayatını kazanmak zorunda kalan Melville, New York’ta sıradan bir yurttaşın boyunduruk altındaki yaşamını sürdürmeğe başladı. 1847’de Massachusetts eyalet yargıcının kızıyle evlenip bir çiftliğe yerleşti. İlk kitaplarıyle kavuştuğu ünü, yazar Hawthorne ile dostluğu (Bak: Açıklamalar, madde 53) işte bu Moby Dick öncesi yıllarına raslar. Melville erken ününü ilk kitaplarının sürükleyici, çarpıcı birer serüven olarak anlaşılmasına, yani bir yanılgıya borçlu sayılır. Oysa Moby Dick’i sürükleyici bir serüven olarak ele almak olanağı yoktur. Kitabın derin bir bilmeceyi andıran karanlık, gizemli yönleri, yüklü konuşmalara ayrılmış bölümleri, akıcı ve sürükleyici olma ilkesini sanki kasten baltalar. Moby Dick o zamanlar daha çok biçimsel açıdan şiddetle eleştirilir, simgesel anlatımı yönünden saldırılara uğrar. Yazarının yıldızı da 1920’lerden sonra yeniden ışıyıncaya kadar parıltısını kaybeder. Melville 47 yaşında kırsal yaşamı bırakıp New York’a döner ve gümrük müfettişi olarak çalışmağa başlar. 20 yılı aşkın bir süre yazdıkları anlaşılmayan, adı pek anılmayan memur kılığında herhangi bir adam gibi işine gider gelir. 1852’de Moby Dick’in hemen arkasından yayınlanan ve insan ruhunun saklı köşelerinde yatan ilkel, güdüsel isteklere değinen Pierre adlı kitap, Amerikan okurunun gözünde Melville’in düşüşünü noktalamıştır. 1855’te Israel Potter, 1856’da Piazza Anlatıları başlığı altında çıkan ve Benito Cereno adlı eşsiz yapıtı da içeren hikâyeler, 1857’de basılan Pek Saygıdeğer Bir Adam adlı roman yankı uyandırmaz. New York’taki sıradan memurluk yılları büyük bir suskunluk içinde geçer.

Kayıtsız bir olgunlukla şiire yönelir. Şiirlerini kendi parasıyle bastırır. 1888 başında, karısına ailesinden kalan mirasın da desteğiyle gümrükteki işinden ayrılır. Artık 70 yaşına varmıştır. Büyük bir aradan sonra 1888 Kasımında imbiklerden geçmiş bir bilgenin duru, dingin haliyle Billy Budd’ı yazmağa koyulur. Bu çalışma 1891 Nisanında tamamlanır. Melville son kitabını düzenleyip baskıya verecek fırsatı bulamaz, 28 Eylül 1891’de ölür. 1920’lerden başlayarak Melville’in değişik bir anlamda yeniden keşfedilişi sırasında Billy Budd ilk defa 1924’te, yazılışından 33 yıl sonra Londra’da basıldı. Ondan beri Amerika ve İngiltere’de sayısız baskıları yapıldı, birçok dile çevrildi, sahneye uyarlandı, filmi çekildi. Dünya edebiyatının değişmez klâsikleri arasında sağlam bir yeri vardır. Billy Budd’ın yazıldığı masanın gözünde iri harflerle “Gençliğinin düşlerine sadık kal!” düsturu göze çarpıyordu. Yetmişini aşkın bilge bir yazı ustasının, yayını son bir defa sonuna kadar gerip gençliğe, gençliğin yaratıcı düşlerine nasıl uzandığını, gençliğin gözüyle gördüklerini yaşına aldırmadan nasıl vurguladığını Billy Budd ortaya koymaktadır. Bu yapıtın özünde yazarın ilk kitapları Taipi ve Omu’nun, Güney Pasifik’te Marquesas Adaları’nda karşılaştığı barbarlık cennetinin kesin izleri vardır. Diğer yandan Billy Budd’ın biçim, ölçü, anlatı ve sergileme tekniği açılarından kusursuz bir klâsik olduğu gerçeği karşımızda durmaktadır. İşte bu noktada, bir yanda gençlik düşleri, güdüsel ölçüsüzlük, barbarca güzellik, öbür yanda klâsik bir ölçü ve biçim anlayışından doğan asal karşıtlığı görüyoruz.

Kitabın satırlarında gizlenen enerji, bir bölümüyle bu karşıtlıktan kaynaklanır. Bu özel karşıtlık, sanatın yapısal varlığında bulunan karşıtlıktır, sanatın ana damarlarındandır. Güçlü kuvvetli, son derece yakışıklı, saflık derecesinde temiz yürekli, okumadan yazmadan habersiz genç bir gemicinin, doğallığın simgesi olan bir delikanlının hikâyesi anlatılmaktadır. Oysa dil, bu delikanlının yalın doğallığıyle bağdaşmayacak ölçüde girift ve sanatlıdır. Ustalıkla kurulmuş uzun cümleler okuru yer yer zorlar. Metin, yorucu değinme ve benzetmelerle doludur. Bütün bunlar okurun kahramanı alabildiğine, kana kana yaşamasını sanki kasten engellemektedir. Burada yazarın üslubunun parçası olan bir yazarlık aracına, bir “yabancılaştırma ya da uzaklaştırma efektine” dikkat çekmek istiyoruz. Kitapta okurun olaylar zincirini soluk kesen bir serüven gibi izlemesi, kitabı bir tüketim nesnesi gibi kullanıp bitirmesi çeşitli araçlarla önlenmiştir. Bu araçların biri dilin kendisidir: 19. yüzyıl sonlarının dantel gibi işlenmiş dolaşık, seçkin yazı dili İngilizcesi. Anlatım dolaylı ve simgeseldir. Bir başka yazarlık aracı, bölümlerin sıralanışında göze çarpan sergileme tekniğidir. Olayın akışı, araya konan yabancı, saptırıcı bölümlerle kesintiye uğratılmış, oysa böylelikle gerilim artırılmıştır. Gerilimi artıran, okuru uyanık tutan bir diğer “uzaklaştırma efekti”, kahramanın kitap boyunca pek az doğrudan doğruya görünmesi, daha çok başkaları üzerinden dolaylı tanıtılmasıdır.

Kitapta kuruluş tekniği açısından gözden kaçmaması gereken ikinci asal karşıtlık, yoğun dramatik çatı ile özdeki epik tavır arasındaki kutuplaşmadır. Billy Budd’ın anlatım tavrı elbette ki epiktir. Oysa yapıtın tek bir gelişim çizgisi yönünde yoğunlaşması, dikkatin tek bir gelişme üzerine toplanmak istenmesi, olayların az sayıda kişiler arasında, hemen hemen baştan sona aynı gemide cereyan etmesi ve kısa bir zaman dilimine sığması kitaba dramatik bir kimlik verir. Yazar konunun karşıtlıklardan güç almasına, derli toplu ve yalın bir biçimde gelişmesine özen göstermiştir. Dramatik çatı ile epik anlatım tavrı arasındaki karşıtlık, kitabın özündeki gizli enerji kaynaklarındandır. Bundan dolayı Billy Budd Amerika ve İngiltere’de birkaç kez değişik uyarlamalarla sahneye aktarılmıştır. Billy Budd’a içerik açısından da temel bir karşıtlık hâkimdir. Buna uygarlık-barbarlık karşıtlığı diyebiliriz. Burada barbarlık sözünü “uygarlık öncesinin erdemleri” anlamında ele almalıyız. Bir yanda bütün giz ve büyüleriyle bize içimizden seslenen doğa, öbür yanda içimizdeki en doğal erdemleri, parçamız olan güdüleri bastıran ya da öldürmeğe kalkışan kendi malımız uygarlık. Bir yanda lekesiz, masum barbarlık cennetinin simgesi olan genç gemici, öbür yanda hasta uygarlığın hastalıklı sözcüleri. Bu kutuplaşmayı birey-toplum kutuplaşması olarak ele almak da yararlı bir yorum sayılır. Toplumun polis gücünü simgeleyen sözcüsü, uygarlık kalıplarının hiç birine uymayan barbar bireyi yargı gücünün sözcüsüne gammazlar. Toplumun yargı gücü de ölçülere sığmayan bu bireyi idama mahkûm eder. Toplum düzeninin, askerî disiplinin sözcüsü Kaptan Vere 23’üncü bölümün sonuna doğru, “İnsanlar için ölçü ve biçim her şeydir.

Ormanların vahşi sakinlerini çalgısıyle büyüleyen, alteden Orpheus hikâyesindeki derin anlam da budur,” diyor (Bak: Açıklamalar, madde 169). Kitaptaki toplum-birey, ya da uygar-barbar karşıtlıkları başka bir yönden de vurgu kazanmaktadır: Olayların gelişimi belli bir tarihsel plân önünde anlatılır. Bir yanda insan haklarını, bireysel özgürlükleri savunan Fransız Devrimi, öbür yanda kurulu toplumsal düzenin savunucusu, çıkarcı ve tutucu İngiltere savaşa tutuşmuşlardır. Hem tutuculuk hem de devrimcilik konusunda en ufak bir fikre sahip olmayan genç ve yakışıklı tayfanın İnsan Hakları adlı ticaret gemisinden zorla alınıp İngiliz donanmasına er kaydedilmesi kitaptaki önemli simgelerdendir. Kitabın temelindeki uygarlık-barbarlık karşıtlığını entelektüel ve güdüsel yapılar arasındaki karşıtlık olarak da görebiliriz. Toplumun, uygarlığın, düzenin sözcüleri olan Kaptan Vere ve Claggart, doğallıktan uzak, güdülere yabancı entelektüel yapılardır. Oysa Billy Budd zihnin soyut işlevlerinden anlamayan, okumasız yazmasız, tam anlamıyle güdüsel bir yapının temsilcisidir. Alçakça bir gammazlığın kurbanı olunca öcünü Claggart’ın entelektüelliği simgeleyen geniş alnından alır, yumruk alnın ortasında patlar ve öldürür. Burada yapıtın önemli simgelerinden bir başkasıyle karşılaşıyoruz. Daha önce sözünü ettiğimiz “uzaklaştırma efektlerinden” birisi de, olayların yazılış tarihinden yüz yıl kadar geriye, 1797 yılının yaz aylarına alınmış, sahnenin yakın çevreden uzağa, Amerika’dan Avrupa’ya, Akdeniz’e kaydırılmış olmasıdır. Böylece kitap güncellikten kurtulup tarihsel, klâsik, hattâ mitolojik bir boyut kazanır. Yapıtın mitolojik boyutunu vurgulayan bir başka etken de, sık sık raslanan Kutsal Kitap alıntı ve değinmeleridir. Bu da dramatik çatıyı bilinçli biçimde baltalayan yazarlık araçlarındandır. Tevrat alıntıları, Kutsal Kitap’a değinen benzetmeler Billy Budd’ın giz ve simgesel anlam belirtilerindendir. Kitabın mitolojik boyutunu yoğunlaştıran önemli öğelerden bir başkası, ermiş İskandinavın kişiliğinde toplanan kehanet motifidir.

Eski çağların denizcilerinde görülen bâtıl inançlara düşkünlük, kitapta yer yer karşımıza çıkmakta ve bu motifi güçlendirmektedir. İskandinav, sırlar gizleyen bir şaman, suskun bir bilge olarak tanıtılır. Olayların akışına karışmaz, mecaz ve ima yüklü sözleri pek anlaşılmaz. Bu yönden bakıldığında Billy Budd’ı neredeyse bir Antik Çağ “epos”una benzetme olanağı vardır. Kitabın önemli bir bölümü ezelî iyi-kötü karşıtlığına ayrılmıştır. Kötülüğün evren içindeki varlığına, kötülük tohumuna sorular sorulur. Burada daha çok sözü edilen, çevresel etkilere, toplumsal neden-sonuç ilişkilerine bağlanabilen iyi-kötü kavramları değil, en başından beri doğada da bulunduğu varsayılan iyi-kötü tohumları, yapısal iyilik ve kötülüktür. İyinin temsilcisi Billy, cennetten gönderilme bir barbar, kötünün temsilcisi Claggart ise bir uygarlık ürünüdür. Oysa Claggart, ruhundaki çarpıklığı uygarlıktan, toplumdan değil, uygarlık öncesinden, dünyanın yaradılışında yatan temel sorunlardan miras almıştır. Bu yüzden karşıtı olan Billy ile yine de akrabadır, ona derinden bir ilgi duyar. 15’inci bölümün başında şu satırları okuyoruz: “…bu neşe içindeki Hyperion’u izleyen gözlerine düşünceli, hüzünlü, sabit bir bakış gelir, göz kapakları garip bir şekilde yanarak gözleri yaşarır gibi olurdu… Bazan da yüzüne yayılan bu hüzünlü anlatıma hafif bir özlem, varla yok arası bir duyarlılık karışır, ona sanki, şu lânet alınyazısı olmasa hani neredeyse Billy’yi sevebilecekmiş gibi gelirdi.” “Doğal soysuzluğun” mirasçısı Claggart (Bak: 10’uncu bölümün ortaları), arkasında toplum ve askerlik düzeninin, uygarlığın desteği de olsa yenik bir adamdır. 11’inci bölümün başlığı Milton’un (Bak: Açıklamalar, madde 105) Kayıp Cennet adlı kitabından alınmadır: “Saklı Öfkesi, Kıskançlığı ve Çaresizliği.” Claggart neleri kaybetmiş olduğunun, nelerden yoksun olduğunun farkındadır. Bu yoksunluk bilinci, Billy ile karşılaştığı zaman acıyle içine işler, Billy gibi kusursuz bir yaratığın varlığına dayanamaz.

Billy Budd’ı toplumsal veya tarihsel bir eleştiri, uygarlığın kınanışı, barbarlığın övülüşü, sanatlı bir ahlâkbilim tartışması, şu ya da bu davanın savunuluşu, v.b. gibi okuma olanağı yoktur. Billy’nin kendisi, haketmediği ölüme giderken bile barış içindedir, kendisini mahkûm edenin en yakın dostu olduğu inancındadır. Okuru kendisini savunmağa, kendi tarafını tutmağa çağırmaz. Yazar kitabın sonunda okuyucunun duygulanmasını, bir yönde güdümlenmesini, bir yanı karşısına alıp bir yanı savunmasını ustalıkla önlemiştir. Gemiciler kitlesinin olaylara bakışı da bu yöndedir. Bütün gelişmeler sanki evrenin kökeninde yatan ezelî kayıtsızlıktan kaynaklanmış, sonunda yine bu kayıtsızlığa dönmüş gibidir. 25’inci bölümü gizli, ama kesin bir toplum ve düzen eleştirisi olarak okumak gerekse de, kitap gemicilerin ortak ruhundan doğma lirik bir balad ile sona eriyor. Bu balad, gemicilerin kınamadan, yergiden, taşlamadan, suçlamadan, yakınmadan ve yargıdan uzak tutumunu belirten bir övgü ve sevgi şiiridir. Son sözün doğa ananın sesiyle gemicilere bırakılmış olması anlamlıdır. Enerjisini karşıtlıklardan alan dramatik kuruluşuna rağmen Billy Budd’ın bir epik şiir olduğu kanısındayım. Mensur bir destan, bir “epos” gibi okunmasında büyük yarar görüyorum.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir