Herman Melville – Pierre ya da Belirsizlikler

Herman Melville (1819-1891), New York’ta yaşayan orta sınıftan varlıklı bir ailenin çocuğuydu. On bir yaşına geldiğinde, ticaretle uğraşan babası iflas etti ve bir iki yıl sonra da öldü. Melville bir süre okulundan ayrı kaldı, para kazanmak için birtakım işlere girdi çıktı; babasının ölümünden sonra ailenin geçimini üstlenen ağabeyinin yanında çalıştı. Bu arada gittiği okulda, ilkokul öğretmeni olma hakkını kazanmıştı. Ağabeyinin de işleri bozulunca, evinden ayrıldı; kent dışında çiftçi çocuklarına öğretmenlik yapmaya ve ders verdiği evlerde yatıp kalkmaya başladı. Bu arada daha iyi bir iş bulabilmek için kendini yetiştirmeye çalıştı. Bu uğurdaki çabalarından bir sonuç alamayınca, yirmi yaşında, İngiltere’ye giden bir ticaret gemisine tayfa olarak yazılmaya karar verdi. Bu karar onun beş yıl sürecek denizcilik serüvenlerinin başlangıcı oldu. Dört ay sonra Amerika’ya döndü. Gene kendine uygun bir iş bulamayınca, bu kez Güney Pasifik Okyanusu’nda balina avlamaya çıkan bir gemiye tayfa yazıldı. Artık ilk çocukluk yıllarının rahat ve güvenli günleri çok gerilerde kalmış, onların yerini, bir yandan kendi toplumunun yoksul tabakalarından insanları, öbür yandan Güney Pasifik Adaları’nın yarı vahşi yerlilerini yakından tanımasına olanak sağlayan, güçlüklerle dolu, son derece değişik bir yaşama biçimi almıştı. Melville’in yazarlık serüveni, işte bu uzak ülkelerde edindiği deneyimlerin ve dünya görüşünün ayrılmaz bir parçasıdır, diyebiliriz. Melville ilk balina gemisindeki çalışma koşullarına daha fazla katlanamamış olmalı ki, on sekiz ay sonra Güney Pasifik’teki Markiz Adaları’na geldiklerinde, bir arkadaşıyla birlikte gemisinden kaçtı; ama bu adalardan birinde yaşayan yamyam Typee kabilesinin eline düştü. Burada bir ay kadar kaldı; yerliler kendisine çok iyi davranıyordu; ancak gene de bir tutsaktı ve oradan kurtulması gerekiyordu. Bir yolunu bulup Tahiti Adası’na geçmeyi başardı.


Tahiti’deyken, Hawai Adaları’nın yakınlarında avlanmak üzere yola çıkan bir balina gemisinde zıpkıncı olarak iş buldu. Yeni gemisindeki koşullar, terk ettiği gemidekinden de kötüydü; tayfaların çıkardıkları ayaklanmaya o da katıldı ve bu yüzden onlardan bazılarıyla birlikte Tahiti’de hapis yattı. Hapishaneden de kaçmanın bir yolunu buldu; yeniden bir balina gemisinde işe girdi. Bir süre çalıştıktan sonra yurduna dönmek amacıyla Hawai’de, Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne ait bir savaş gemisine tayfa oldu. On beş aylık bir yolculuğun ardından 1844 yılının sonlarına doğru Boston limanına vardıklarında, Melville yirmi beş yaşındaydı. Sonradan, romanlarındaki bir kişisinin ağzından, balina gemileri “benim için Yale Üniversitesi ve Harvard oldu,” diyecektir. Uzak denizlerde, yabancı ülkelerde geçen yıllar artık sona ermiş, Melville için sürekli bir iş güç sahibi olma zamanı gelmişti. Aslında yazarlığı hiç düşünmemişti; ama başından geçen olayları yakınlarına, çevresindekilere anlattığında, kendisini ilgiyle dinlediklerini gördü. Serüvenlerini yazarsa, bunların başkaları tarafından da ilginç bulunabileceğini düşündü. Önce Typee’lerin arasında geçirdiği günlerin öyküsünü kaleme aldı. Typee: Polinezyalıların Yaşamına Kısa bir Bakış (1846) adını verdiği bu kitap, okurlarca çok beğenildi ve Melville’e bir anda hiç beklemediği bir ün kazandırdı. Typee kabilesinin vahşi insanları, doğal güzellikleriyle cenneti andıran bir vadide yaşarlar; Melville’in Amerikalı anlatıcısı, kendisine karşı nazik ve dostça davranan yerlilere bakar ve pek çok yönden Batı dünyasının insanlarından daha iyi, daha mutlu bir yaşama biçimine sahip olduklarını düşünmeye başlar. Balina gemisinde çektiği güçlüklerden sonra burada, yerli sevgilisi genç kızın evinde, rahatı yerindedir. Gene de bir süre sonra, adadan kaçıp “uygar” dünyaya döner. Melville, bir sonraki romanı Omoo: Güney Denizlerinde Geçen Serüvenlerin Öyküsü’nü (1846) de kişisel deneyimlerinden yararlanarak yazdı.

Omoo, ilk romandaki anlatıcı genç Amerikalının, Typee’lerin adasından ayrıldıktan sonra başından geçenlerin öyküsüdür. Anlatıcı, küçük bir balina gemisinde iş bularak adadan uzaklaşır. Gemide isyan çıkar; isyancılar Tahiti Adası’nda hapse atılırlar; hapisten kurtulunca, anlatıcı bir arkadaşıyla birlikte Tahiti’de kalıp adayı dolaşıp tanımaya çalışır. (“Omoo”, Polinezyalıların dilinde bir adadan ötekine dolaşıp duran bir insan demektir.) Typee gibi Omoo da, Güney Pasifik Adaları’nın ilkel yerlileri arasında geçen birtakım ilginç serüvenleri konu alan bir kitaptır. Ancak, kendisine birden ün kazandıran bu iki romanda Melville, heyeccnlı olaylar, renkli ve değişik yaşama biçimleri anlatmakla kalmaz; Batı dünyasının “vahşi” diye tanımladığı bu insanların davranışlarını yönlendiren değer yargılarının, “uygar” Batı’nın yaşama biçimi ve değer yargılarına olan üstünlüğünü de göstermek ister. Belli ki, değişik kültürlerden insanları yakından tanımak, yazarın kendi toplumuna ve bu toplumda egemen olan değerlere bakış açısını derinden etkilemiştir. Melville daha sonra yazdığı Mardi, Redburn, White Jacket gibi romanlarda da denizde geçen olayları konu alır; ne var ki, şimdi bu konusuna eskisinden çok daha derin ve çok daha karmaşık anlamlar kazandırmaya çalışmaktadır. Bu romanlarda deniz yolculuğu, insan yaşamının bir simgesi olarak tasarlanmış, evrenin sırlarını anlamaya yönelik bir arayış biçiminde sunulmuştur. Örneğin Mardi’nin tam başlığı, Mardi ve Oraya Yapılan bir Yolculuk ’tur (1849). Burada sözü edilen yolculuk, salt gerçeği bulmak için hayali Mardi adalarına yapılan bir deniz yolculuğudur. Bir serüven öyküsü gibi başlayan romanda Melville’in asıl amacı, alegorik bir yöntemle ahlak, siyaset ve metafizik konularındaki düşüncelerini yansıtmaya çalışmaktır sanki. Arayışa katılanlar, romanın Melville’e benzeyen genç Amerikalı denizci kahramanı Taji ile birlikte, biri filozof, biri şair, biri tarihçi, biri de “sağduyu sahibi bir kral” olan beş kişidir. “Mardi” adı verilen hayali yer, aslında tüm dünyadır. Adaların birinde Taji saf ve güzel bir kadını kurtarmaya çalışırken bir din adamını öldürür; kadın ortadan kaybolunca da onu aramaya koyulur.

Taji’nin giriştiği arayış, simgesel anlamda, saflık ile gerçeğin arayışıdır. Romanın sonunda Taji hâlâ denizlerde dolaşmaktadır; aradığı saf ve güzel kadını bulamamıştır ve evrende varlığını duyumsadığı birtakım gizemli, karanlık güçlerinin engellemesi yüzünden belki de hiçbir zaman bulamayacaktır. Melville Mardi’de, ilk iki romanında kullandığı serüven türünden epeyce uzaklaşır. Aslında bu romandaki hayali adaların anlatımında da, Güney Pasifik Adaları’ndaki kendi gözlem ve deneyimlerini kullanmıştır; ama gününün okurlarınca çok beğenilen bu gerçekçi öğeler, Mardi’deki soyut düşünceler, karmaşık olaylar arasında gözden kaybolup gider. Typee ile Omoo’daki renkli serüvenleri büyük bir heyecan ve ilgiyle izleyen okuyucular, yeni romanı çok yadırgamışlardı. Bunun bir nedeni, Omoo’da Melville’in somut olgulara alışılmamış ölçülerde kavramsal ve simgesel anlamlar yüklemiş, romanın serüven yönünü ikinci planda çekmiş olmasıdır. Okuyucuların yabancılaşma duygusunu artıran bir başka etken de, yeni romanında Melville’in değişik edebiyat türlerini ve üsluplarını bir arada kullanmaya çalışmasıdır. Gerçek gözleme dayanan ayrıntılar, hayal ürünü adalar, ahlak ve felsefe konularındaki görüşler, siyasal hiciv, simgesel anlatım, hepsi, kitapta yan yana ve iç içedir. Okuyucuyu serüven izlemenin yüzeysel heyecanından iyice uzaklaştıran bu uygulama, yazarın daha sonraki romanlarında (özellikle de Moby Dick ile Pierre’de) kendini çok daha açık bir biçimde gösterecektir. Belli ki Melville de Joseph Conrad gibi, uzak denizlerde, bilinmeyen ülkelerde geçen, yalnızca değişik oluşlarıyla merak uyandıran serüven kitapları yazmakla yetinecek bir yazar değildi. Aslında Melville’in ilk romanı Typee bile sırf renkli bir serüven öyküsü değildir. Mardi’yi izleyen romanlarda varlıklarını gitgide daha yoğun bir biçimde hissettiğimiz birtakım karanlık güçler karşımıza ilk kez bu romanda çıkar. Örneğin, Typee’nin genç kahramanı, vücuduna dövme yaptırması için yerlilerin sürdürdükleri baskı karşısında tedirgindir; bu cennet vadide gizli gizli birtakım uğursuz şeylerin olup bittiğinden kuşkulanmaktadır; içi hiç rahat değildir; sıkı bir gözetim ve denetim altında tutulduğunun farkındadır. Bir süre sonra, aralarında yaşadığı bu yumuşak tavırlı, nazik insanların savaşta öldürdükleri düşmanlarını yediklerini anladığı zaman dehşete düşer; sıranın bir gün kendine de geleceği korkusu içinde oradan kurtulmanın yollarını arar. Mardi’nin satış açısından uğradığı başarısızlığı gören Melville, bir sonraki romanı Redburn’de (1849) yeniden kendi deneyimlerini temel alan bir öykü yazmaya karar verir.

Romanın kahramanı Redburn, Melville’in kendisi gibi, tayfa olarak çalıştığı bir ticaret gemisiyle İngiltere’ye gider. Redburn başlangıçta deneyimsiz, toy bir gençtir ve roman, genç kahramanın gerek İngiltere’deyken, gerekse gidiş dönüş yolculukları sırasında başından geçen ya da tanık olduğu olayların etkisi altında geçirdiği olgunlaşma sürecini anlatır. Roman, Melville’in ilk kitaplarında, özellikle Mardi’de olmayan bir konu ve yapı bütünlüğüne sahiptir. Bunun bir nedeni, yazarın yalnızca kendi başından geçenler olaylarla yetinmeyip, kahramanının yaşamın gerçek yüzünü görebilmesi için gerekli birtakım hayali olay ve ayrıntılar da tasarlamış olmasıdır. Mardi’de soyut bir biçimde ileri sürülen görüş ve sorunlar, Redburn’de gerçekliği belirgin bir toplumsal ortam içinde, kişilerce yaşanarak dile getirilmiştir. Hastalık, yoksulluk, sefalet, zorbalık, ahlaksızlık, kötülük, cinayet, ölüm – tüm bunlar düşünce düzeyinde kalan konular değil, genç Redburn’un gözleri önünde geçen, bilincinde yer eden somut olgulardır artık. Bir yıl sonra Melville, bu kez Hawai’den Amerika’ya dönmek için tayfa olarak yazıldığı savaş gemisinde yaşadıklarını temel alan The White Jacket (1850) adlı romanını yayımladı. Deniz yolculuğu burada da insan yaşamının simgesi gibi kullanılmıştır; bu bakımdan, yolculuğun içinde geçtiği savaş gemisi, gerçek bir donanma gemisi olmanın yanı sıra, türlü yönleriyle insan yaşamını yansıtmak için tasarlanmış bir mikrokozmozdur da. Somut olgulara soyut analamlar yükleme temeline dayanan bu simgesel anlatım yöntemini Melville, The White Jacket’ten sonra yazdığı Moby Dick’te (1851) çok daha yoğun ve başarılı bir biçimde kullanmıştır. Yazarın başyapıtı ve aynı zamanda Amerikan edebiyatının da en büyük romanlarından biri olan Moby Dick, insan yaşamını olanca karmaşıklığı, gizemi ve gerçekleri ile, bir balina avcılığı görüntüsü altında dile getirmeyi amaçlayan bir kitaptır. Öykünün kahramanı Kaptan Ahab’ın gemisi, The White Jacket’teki savaş gemisi gibi ama ondan çok daha kapsamlı bir mikrokozmozun temsilcisidir. Melville yarattığı bu küçük evrene tüm dünya görüşünü, deneyimlerini, yaşadığı, düşündüğü her şeyi sığdırmaya çalışmıştır diyebiliriz. Bu bakımdan Moby Dick, roman türünün sınırlarını zorlayan ve aşan bir hayal gücünün ürünüdür. Anlatıcının balinalar ve balina avcılığı hakkında verdiği uzun ve ayrıntılı bilgiler; karşılaştığı insanlar ile gördüğü yerler konusunda yaptığı açıklamalar; başka balina gemileriyle ilgili olarak anlattığı öyküler düşünülürse, romanın yapısal bakımdan dağınık olmasına şaşmamak gerekir. Yapısal bütünlük, zaten Melville’in fazla önemsediği bir şey değildir; onun amacı, kullandığı simgesel yöntemin yardımıyla, olabildiğince derin, karmaşık, anlam bakımında çokkatmanlı ve kapsamlı bir kitap yazmaktır.

Moby Dick’in küçük evrenini oluşturan balina gemisindeki tayfalar arasında değişik ırklardan, renklerden, dinlerden ve ülkelerden insanlar bulunması biraz da bu yüzdendir. Melville, gerek tayfa olarak seçtiği bu kişilerle, gerekse geminin Amerikalı kaptanı ve yardımcılarıyla, bir yandan insan doğasının temel niteliklerini geniş bir yelpazede göstermeye çalışırken, bir yandan da varoluşun köklü sorunlarına karşı değişik kültürlerin farklı tepkilerini dile getirmek ister. Amaç, ırk, renk ve kültür olgularının yarattığı önyargıları ve sınırlamaları aşmak, insanoğlunun yaşama serüveninin özünü yakalamaya çalışmaktır. Bu bağlamda, yabancı tayfaların kendilerine özgü düşünce ve davranışları, Batı dünyasının iyilik, kötülük, uygarlık gibi temel kavramlarını yeni ve değişik bakış açılarından değerlendirmek için tasarlanmış mihenk taşlarıdır sanki. Örneğin, zıpkıncılardan biri, Polinezya adalarından gelme bir yamyamdır; ancak anlatıcının dostu olan bu “vahşi” ve “ilkel” adam, aslında gerçek bir sevgi, bağlılık ve soyluluk simgesi gibidir. Moby Dick, Kaptan Ahab’ın öç alma öyküsüdür, ama Melville bu öyküyü, insan yaşamının tüm gerçekliğini, gizemini, karmaşıklığını, belirsizliğini ortaya koyacak biçimde anlatır. Ahab, daha önceki bir av sırasında bacağını koparan bir balinanın peşindedir. Ahab’ın trajedisi, kendini bu öç alma tutkusuna iyice kaptırmış olmasından kaynaklanır. Tek amacı, denizcilerin Moby Dick adını verdikleri o beyaz balinayı bulup öldürmektir. Gözü bunun dışında hiçbir şey görmez olmuştur, çünkü “yaşam denizinde yüzen koca şeytan” olarak tanımladığı beyaz balinayı evrendeki kötü güçlerin simgesi gibi görmekte ve bu güçlere karşı amansız bir savaşa giriştiğini düşünmektedir. Aynı düşünceyi emrinde çalışan denizcilerin çoğuna da aşılamıştır. Bu bakımdan Kaptan Ahab’ın balina avı, bir düzlemde, insanoğlunun kötülüklere karşı verdiği savaşımın öyküsüdür. Öte yandan Ahab’ın Moby Dick hakkındaki saplantısı, aynı zamanda, insanlıktan çıkmasına yol açan ve kendisiyle birlikte başkalarını da felakete sürükleyen bir trajik kusurdur. Gerçekten de Melville, türlü yollardan okuyucusuna Beyaz Balina’nın Kaptan Ahab’ın yakıştırdığı kötülük anlamından başka anlamlar da taşıdığını sezdirir. Beyaz Balina bir açıdan Kalvinizm mezhebinin, kendi kaderine sahip çıkmak isteyen herkesi cezalandıran acımasız tanrısıdır.

Bir başka açıdan ise, dev gücüyle iyi kötü ayrımı yapmadan büyük acılara neden olan, insan kaderine kayıtsız bir doğa anlayışının ifadesidir. Gene başka bir açıdan bakıldığında, beyazlığı ile Moby Dick iyi ya da kötü hiçbir anlam taşımaz; Kaptan Ahab aslında ona kendi içindeki kötülüğü yakıştırmaktadır; bu yüzden Beyaz Balina’ya karşı yürüttüğü savaş, gerçekte kendi bilinçaltının dizginleyemediği güçlerine karşı yürütmek istediği savaştır. Moby Dick’te tüm bu yorumları ile bunlara benzer başka yorumları da destekleyecek ipuçları ve ayrıntılar vardır. Romana sahip olduğu o büyük gücü kazandıran şey de, simgesel anlatımın olanak sağladığı belirsizlikten kaynaklanan bu çokyönlü anlam zenginliğidir. Moby Dick okurlarca hiç beğenilmedi; eleştirmenlerden de kötü eleştiriler aldı. Bir yıl sonra yayımladığı Pierre (1852) de aynı olumsuz tepkiyle karşılaşınca, Melville The Confidence Man’in (1857) dışında artık bir daha roman yayımlamadı; gününün edebiyat dergilerinde çıkan öyküler ve şiirler yazmakla yetindi. Bu uzun öykülerin en tanınmışları, “Kâtip Bartleby”, “Benito Cereno” ve “The Encantadas”dır. Melville öykülerini kitap olarak The Piazza Tales (1856) adı altında yayımladı. Şiir kitapları ise, Amerikan iç savaşı konusundaki Battle Pieces (1866), felsefi ve dini konulardaki Clarel: A Poem and Pilgrimage in the Holy Land (1876), John Marr and Other Sailors (1888) ile Timeleon Etc’dır (1891). Moby Dick ile Pierre’in uğradığı başarısızlığa bakıp roman yazmaktan vazgeçtiğinde, Melville daha otuz üç yaşındaydı. Ailesini yazarlıkla geçindiremeyeceğini anlamıştı; dostlarının yardımıyla New York gümrüğünde bir iş buldu ve uzun yıllar bu işte çalıştı. 1891 yılında öldüğü zaman, artık unutulmuş bir yazardı ve 1920’li yıllara kadar da öyle kaldı. 1920’li yıllarda Melville’in romanlarına karşı yeni bir ilginin uyandığını ve yazarın gerçek değerinin takdir edilmeye başladığını görürüz. En tanınmış romanlarından biri olan Billy Budd’ın, yazarı öldükten çok sonra, ancak 1924 yılında yayımlanması, bu yeni ilginin bir sonucudur.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir