Ibrahim O. Kaboglu – Turkiye’nin Anayasa Gundemi

Soru 1: Anayasa nedir? Anayasacılık nedir? Türkçede “anayasa” olarak kullandığımız sözcük kavramsal kökenini Latince “kurmak” ya da “kuruluş” anlamına gelen sözcüklerde bulur (“constituo” ve “constitutio”). Bununla birlikte dünyada ilk kez ve yazılı tek bir metinde modern devletin erklerinin (yasama-yürütme-yargı) düzenlenmesi ve insan haklarının devlete karşı korunması anlayışına karşılık gelen “anayasa”lar 18. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Öncü anayasal metinlerden olan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (1789), “insan haklarının güvence altına alınmadığı ve erkler ayrılığının sağlanmadığı düzenlerde anayasa yoktur” derken, “anayasa”ya özgül bir anlam yüklemektedir: “Siyasal iktidarın sınırlanması”. Tam da bu yaklaşım sıklıkla kullanılan bir ayrımı ortaya çıkardı: Anayasalı devlet ile anayasal devlet. Her devletin bir anayasası olabilir. Ancak yazılı tek bir metinden oluşan ya da siyasal uygulama ve yapılageliş kurallarına dayalı teamüli bir anayasaya sahip olmak, “anayasal devlet” olmak anlamına gelmemektedir. Anayasallık, devlete, ancak iktidarı sınırlandığı zaman yüklenen bir sıfattır. Anayasalılık-anayasallık ayrımının kökleri, 18. yüzyıl ve sonrası anayasacılık hareketlerinde gizlidir. Burjuvazi ve monarşi arasındaki gerilimlerin ürünü olarak gelişen anayasacılık hareketleri, liberal bir anlayışı barındıran sınırlı siyasal iktidarın anayasa anlayışını geliştirdi. Bu anayasalarda, bir yandan insan haklarına ilişkin güvenceler içeren hak bildirgeleri yer aldı. Diğer yandan da erklerin sadece düzenlenmesi değil, dengelenmesi ve frenlenmesine ilişkin araçlar ve tekniklere yer verildi. Böylece “sınırlı siyasal iktidarın” hukuk eliyle fiilen nasıl sağlanabileceği “anayasa”da somutlaşmaktadır. Tam da bu bağlamda liberal “anayasacılık”, siyasal iktidarı hak ve özgürlüklerin etkili korunmasına ve denge-fren mekanizmalarına bağlı tutarak düzenleyen akımın adı olmuştur.


Liberalizmin siyasal iktidarın sınırlanmasına ilişkin anayasa yaklaşımı, anayasanın bireylerin özgür istencine dayanması (“halk”/”ulus”) anlayışı ile de birleşmiştir. Bu durum, anayasa yapıcılığında “demokratik kurucu iktidar”ın rolünü öne çıkaran siyasal ve kuramsal tartışmaları beraberinde getirmiştir. Anayasa, pekişmiş demokrasilerde halen içerik ve süreç bakımından çoğunlukla liberal ve demokratik anlamları yönünden tartışılmaktadır. Anayasanın liberal-demokratik bir içerikle; anayasacılığın ise siyasal iktidarın sınırlanması olarak tanımlanması, iktidarı sınırlamayan belgeler olan “devlet düzenlemeleri” ile “anayasa” arasında ayrım yapılmasına, hatta sınırlı siyasal iktidarı sağlayanlar için “anayasal anayasa” gibi bir terimin kullanılmasına yol açmıştır. Günümüzde kâğıt üzerinde siyasal iktidarı sınırlıyormuş gözüken ancak uygulamada gücün sınırsız ve yozlaşmış biçimde kullanıldığı “sahte anayasalar” da mevcuttur. Bu betimleme, ilkin 1936 Stalin Anayasası için yapılmıştı. Ancak “sahte anayasa” kavramı, özellikle insan haklarına ilişkin güvenceleri ikinci Dünya Savaşı sonrası gelişen uluslararası insan hakları belgeleri ve pekişmiş demokrasilerin anayasalarından kopyalayan fakat bunları samimi biçimde uygulamayan modeller için de sıklıkla kullanılmaktadır. Bu kavrama koşut biçimde “istismarcı anayasacılık” denen yaklaşım, anayasaları görünüşte hukuksal kalıplara uygun ancak güç pekişmesiyle sonuçlanacak biçimde kullanmaktadır. Sahte anayasalar ve istismarcı anayasacılık, gizli otoriterizmin araç ve yöntemleri olarak küresel ölçekte özel bir araştırma alanına dönüşmektedir. 18. yüzyıl sonrası beliren ve ilk örneklerini ABD ve Fransa’da gördüğümüz anayasacılık, devrimci bir niteliğe sahipti. Anayasacılık hareketlerinin sonuç belgeleri olan yazılı tek bir metinden oluşan anayasalar siyasal iktidarın düzenlemesi sorununu siyasetin gündelik, geleneksel ya da esnek kalıplarına bırakan eğilimin karşı eğilimiydiler. Bu yaklaşımın ardında, güç yoğunlaşmasını ve birey özgürlüklerinin zedelenmesini engelleyecek akılcı çözümlerin öngörülebilir ve üstün nitelikli tek metinde (“anayasa”) toplanması yatar. Görece kısa olan ABD Anayasası için bu durum öncelikle geçerlidir. 1787 ABD Anayasası’nın ilk kabul edilen metninde, 1791 yılına kadar bir temel hak kataloğu yoktu.

Fakat devlet erklerine ilişkin hükümler bakımından ABD Anayasası kısalığına rağmen ayrıntılıdır ve somut sorunlara yanıt veren özel hükümler içermektedir (örneğin, başkanlık seçiminde berabere kalınması halinde ne olacağı konusundaki düzenleme). ABD Anayasasındaki hükümlerin tartışmasız olmadığı da söylenemez. Bu durum, kısa anayasaların daha anlaşılır ve açık oldukları yönündeki yüzeysel tespit ve yanlış algının hatalı olduğunu göstermektedir. ABD Anayasası başta olmak üzere liberal anayasacılığın en önemli ayrıştırıcı unsuru, kuşkusuz anayasayı salt bir toplum sözleşmesi, bir siyasal uzlaşma metni değil, diğer hukuk metinleri ve siyasal oyunun aktörlerinin keyfiliğine üstün gelen bir belge olarak görmesidir. Bu bakımdan liberal anayasacılık zaman zaman gündelik siyasete sınır çizerek, demokratik kuramla da çelişebilir. Bu sınırın, liberal anayasal değerler temelinde çizilebildiği ve siyasal elitlerin buna saygı duyduğu demokrasiler, “anayasal demokrasi”lerdir. Thomas Paine, 1791 yılında Fransız ve Amerikan devrimlerinin coşkusuyla “İngiltere’de anayasa yoktur” derken, parlamentonun üstünlüğüne dayalı, dolayısıyla siyasal karar mekanizmasının hukuksal araçlarla sınırlanmadığı, sadece siyasal denge, sınır ve pazarlıklara tâbi olduğu “İngiliz anayasa sistemi”ni şiddetle eleştiriyordu. Anayasayı tek bir metinde toplanmamış ancak yasalar, yorumlar, pratikler ve geleneklerden oluşan genel bir sistem olarak gören İngiliz yaklaşımı kendine özgü ve nadir bir örnektir. Sınırlı siyasal iktidara dayalı anayasacılık anlayışını tek bir temel metinde değil, çok çeşitli ve dağınık bir ilke ve kurallar kümesinde gören atipik bir yapıya sahiptir. Bu yapı, baskın olarak tarihsel ve güncel yazılı hukuksal metinleri, yapılageliş kurallarını ve uygulamaları içerir. Tarihsel süreç içinde Paine’in de eleştirdiği gibi İngiltere’de anayasacılık parlamento karşısında zaman zaman gerilemiştir. Ancak İngiliz anayasa sistemi, evrimsel olarak parlamentonun üstünlüğü ilkesinin sarsıldığı bir süreçte ilerlemektedir. Günümüz İngiliz modelinde hem siyasal araçlarla (siyasal denetim ve müzakere) parlamentonun sınırlanması hem de özellikle insan haklarına ilişkin anayasal nitelikli temel tercihlerin yargısal yorumu nedeniyle yine parlamentonun uyarlamalar yapması gerekmektedir. İngiltere’nin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nden kaynaklanan yükümlülükleri ve Avrupa Birliği hukukunun uygulanması bakımından bu durum özellikle belirgindir. Bununla birlikte İngiltere halen “siyasete dayalı anayasacılık” modelidir.

Siyasete dayalı anayasacılık modelinde, mevcut siyasal çoğunluk (hükümet) ile anayasa arasındaki ayrışma, parlamentonun üstünlüğü ilkesi nedeniyle pek çok durumda güçlükle yapılabilir. Bu yaklaşım, “hukuka dayalı anayasacılık” diyebileceğimiz ve içine ABD, Türkiye dahil Kıta Avrupası’nın çoğunluğu, Latin Amerika ve bazı Asya demokrasilerini içine alan anayasallaşmadan ayrışır. Hukuka dayalı anayasacılık, “anayasanın üstünlüğü”ne dayanır. Bunu da siyasal müzakere araçlarının yanında, yargının anayasal değerleri korumaya yönelik tutumuyla ve siyasal iktidar karşısında yargının çatışma çözücü rolüyle pekiştirir. Ancak her iki modelin temel tartışmaları birbirine önemli ölçüde benzemekte ve yakınlaşmaktadır. Soru 2: Türkiye anayasacılık bakımından nasıl değerlendirilebilir? Tüm siyasal çalkantı ve gelgitlerine rağmen Türkiye’nin de yer aldığı anayasalaşma süreçleri, liberal-demokratik anayasacılığın izlerini taşımaktadır. Türkiye, siyasete dayalı anayasacılığın, siyasi müzakereye önem veren işleyişini yadsımayan bir “hukuka dayalı anayasacılık” modelidir. Bu bakımdan Türkiye’de sınırlı siyasal iktidara dayalı anayasacılığın modern anlamda doğuşu, Tanzimat sürecinde “hukuk devleti”nin doğuşuna uzanmaktadır. Ancak yazılı ve tek bir metinle sınırlı siyasal iktidara yönelme ilk Osmanlı anayasası olarak bilinen 1876 tarihli Kanun-ı Esasi’de değil, 1909 anayasa değişikliklerinde gözlemlenebilir. Kanun-ı Esasi, anayasalı bir monarşi sağlamakla birlikte anayasal monarşiyi gerçekleştirmedi. Bu metin, Osmanlı sultanına kutsal kişilik tanıyarak yasama ve yürütmeyi sınırsız yetkilerle donatan; etkili hak ve özgürlük koruması yaratamayan bir tür “siyasi otoritenin pekiştirilmesi belgesi” olarak görülebilir. Yine de Tanzimat modernleşmesinin etkisiyle özellikle yerel meclislerde öğrenilmiş demokratik müzakere kültürü, ilk Osmanlı parlamentosunun, sınırlı konumuna rağmen sultanı rahatsız edici, eleştirel bir kurum olmasını sağlayabilmişti. 1909 dönüşümü, etkili bir parlamento, yetkileri dengelenmiş bir devlet başkanı ve daha iyi bir hak ve özgürlük rejimi yaratarak anayasallaşmanın önünü açtı. Ancak pekişme yine de sağlanamadı. 1909 sonrasında anayasal rejimin parti devletine dönüşmesi ve savaş ortamı, anayasa değişikliklerinin etkisizleşmesine neden oldu.

Türkiye’nin anayasal birikiminde 1921 Anayasası, savaş ortamında, Meclis’in demokratik işlevini ve siyasal sistem içindeki merkezi rolünü teslim eden, Kanunı Esasi’nin kendisi ile çelişmeyen hükümlerini koruyan geçici bir metin kimliğindeydi. Temel kaygısı siyasal iktidarın sınırlanması değil, savaş döneminde Anadolu’da beliren yeni siyasal iktidar odağının (Büyük Millet Meclisi) demokratik inşasıydı. Bununla birlikte Büyük Millet Meclisi’nin 1921 Anayasası ile kurumsallaşması, Osmanlı/İstanbul hükümetinin siyasal iktidarını da fiilen sınırlamıştır. Cumhuriyet modernleşmesinin taşıyıcısı olan 1924 Anayasası ise içerdiği hak ve özgürlük kataloğu yanı sıra kimi denge ve fren mekanizmalarıyla liberaldemokratik anayasacılık geleneğine yaklaşmaktadır. Ancak daha hâlâ Meclis’i merkeze alan türden bir “siyasal anayasacılık” modelidir. Bu model, Türkiye özelinde anayasanın sınırlı siyasal iktidar ereğine yönelmesini sağlayamadı. Anayasa, önce cumhuriyet reformlarının uygulayıcı hukuksal çerçevesi olmakla sınırlı kaldı, daha sonra da çok partili yaşama geçişle çoğunlukçu tezlerin ve ardından çoğunluğun baskıcı uygulamalarının dayanağı gibi kullanıldı. 1961 Anayasası ile Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu ve parlamentonun çoğunlukçu baskıcılığını sınırlayacağı umulan farklı kurumsal yapılar, siyasal anayasacılığın yetersizliğine hukuk ve anayasallaşmış kurumlar çoğulculuğuyla yanıt vermektedir. 1961 Anayasası, 1971 yılındaki değişikliklere kadar liberal anayasacılığın hak ve özgürlük alanındaki en güncel kazanımlarını içermişti. Kurumlar çoğulculuğunun yansıması olarak Meclis’in ikinci kanadını oluşturan Cumhuriyet Senatosu, vesayetçi unsurlarına ve beklenen dengeleyici-denetleyici işlevi sağlamamasına rağmen başarılı bir anayasal kurguydu. Ancak 1961 Anayasası ağırlıklı olarak kendisine kuşkuyla yaklaşan sağ eğilimlere sahip hükümetler tarafından uygulandı. Türkiye sağının parlamentodaki çoğunluğun siyasal ezilmişliğine ya da üstünlüğüne duyduğu köklü inanç, başarılı anayasal kurguların başarısız uygulamaları hakkında oldukça öğreticidir. Dönemin Türkiye merkez sağının 1961 Anayasası’nın yapım sürecinde hiç yer almaması, hatta önderlerinin ölçüsüz biçimde cezalandırılması bu sonucun alınmasında önemli bir etkendir. 1961 Anayasasının en çok göz ardı edilen ancak belki de en cesur özelliği liberal anayasacılığı “sosyal anayasacılık” ile tamamlamış olmasıdır. Bununla kastedilen, bireyi, insan onuruna uygun bir yaşam sürebilmesi için sosyal ve ekonomik haklarla donatmak ve devlete bu alanda yükümlülükler yüklemektir.

Anayasacılığın burjuvazi-aristokrasi çatışmasından doğan liberal boyutu, sosyal anayasacılıkla sermaye-emek çatışmasının kazanımalarını içermeye başlamıştır. Türkiye’nin sosyal anayasacılık deneyimi sosyal ve ekonomik hakların etkili biçimde yaşama geçirilmesini tam anlamıyla sağlamamış olsa da önemli kazanımaların elde edilmesine neden olmaktadır. 1982 Anayasası hem yapılış yöntemi hem de içeriği açısından Türkiye’nin 1908 sonrası anayasa geleneğinin gerisine düşen unsurlar içermekteydi. Bununla birlikte, liberal anayasacılığa uygun bazı temel kurum ve tercihlerin korunması kayda değerdir. 1987 ve sonrası anayasa değişiklikleri, 2007 yılında halkoyuyla seçilen cumhurbaşkanı değişikliğine kadar büyük çapta söz konusu gerilemenin giderilmesi ve liberal-demokratik pekişmenin sağlanmasına odaklanmıştır. 1987-2007 arasında yaşanan anayasa değişiklikleri süreci hem Türkiye’nin özgürleşmesi bakımından çeşitli katmanların üzerinde uzlaşabildiği demokratik talebe hem de AB ile ilişkilerdeki beklentileri karşılamaya yöneliktir. Ancak 2007 sonrasında uzlaşmanın daha az olduğu temel konular öne çıkmıştır. Özellikle yargı bakımından yapılan oldukça tartışmalı değişiklikler (2010 anayasa değişiklikleri) ve ardından gelen yeni uygulama kanunları, liberal-demokratik anayasacılık çizgisinden kopuşa neden olmuştur. 1982 Anayasası değişikliklerinde Anayasa Uzlaşma Komisyonu modelini uygulayan 1995 ve 2001 süreçlerinin içerik bakımından (katılımcılık ve özgürlükçülük) en etkili ve ileriye götüren çalışmalar oldukları söylenebilir. 1995 ve 2001 anayasa değişikliklerinde geniş tabanlı oydaşına (konsensüs) ile başarılı olan Anayasa Uzlaşma Komisyonu modeli 2013’te başarısızlığa uğramıştır. Ancak bu sürecin diğerlerinden farklı olarak çok kapsamlı ve tümel bir çalışma olduğuna dikkat çekilmelidir. Bu tür geniş ölçekli süreçlerde uzlaşmaya dayalı başarılı sonuçların alınması, siyasal aktörlerin temel siyasal kararlarda birbirine yakın olması ile mümkündür. 2013’te yaşanan süreç Türkiye’nin siyasi aktörlerinin sadece temel tercihlerde değil, mevcut kazanımların korunması ve pekiştirilmesinde de birbirlerinden çok uzakta, hatta tamamen zıt konumlarda olduğunu ortaya koymaktadır.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir