Ilber Ortayli – Osmanli Barisi

Osmanlı barışı (Pax Ottomana) tarihteki Roma barışının (Pax Romana) son modelini, Osmanlı tarihçilerinin hassaten Batılı meslektaşlarına Osmanlı düzenine tâbi milletlerin bu idare altındaki uyumunu izah etmek için kullandıkları bir deyimdir. Muhtelif milletler (dinî gruplar) arasındaki uyum için bir tek şart vardır: Hâkim grubun (yani Türk’ün) kendi etnik kimlik ve kültürünü fazla vurgulamadan kabul ettirmeye çalışması (oradaki Türklük dışında diğer idarî dallarda Türk olma şartı vurgulanmıştır). Kalemiyye ve ilmiyye sınıfı Türklerden oluşmuşsa da, Rönesans sonrası çağdaş imparatorluklar gibi bu etnik özellik, vurgulu bir şekilde bu zümreye girmek isteyenlere zorla kabul ettirilmiştir. Millet sistemi bir kompartıman sistemidir ve insanlar kendi dinî kompartımanının üyesi olarak en alttan üst çizgiye yükselme imkânına sahiptir ve bunun için mücadele ederler. Milletlerin idarî teşkilatı onların merkezle antlaşma ve müzakere ve istimâlet sisteminde olduğu gibi bir tür akitle dinî hürriyet, kültürel muhtariyet ve idarî işbirliği (idarî muhtariyet değil) statüsünü vermeleridir. Milletbaşı ruhanî liderdir ve Tanzimat devri de dahil bu böyledir. Ancak Tanzimat döneminde, laik grupların teşkilatlanarak ruhbanın otoritesine iştiraki ve onu bazen safdışı bırakması sağlanmıştır. Pax Ottomana’nın en önemli vasfı, Müslümanların yanında Helen Hıristiyan unsura bir öncelik, hatta diğerlerine göre üstünlük sağlamasıdır. Tanzimat’da Helenlerin ve Ortodoks kilisenin bu öncelikleri kalkmıştır. Bu, uygulama ile olmuştur. Yunan ayaklanmasının, Bulgar eksarhlığının doğuşu gibi nedenlere dayanır. Fermanlarda (Tanzimat ve Islahat) Rum-Ortodoks patrikinin nüfuzunu hedefleyen ifadeler yoktur ama genel eşitlik statüsü ile bu böyle sonuçlanmıştır. Millet sistemi (Osmanlı barışı), böylesine barış ve eşitlik sloganları atılırken II. Meşrutiyet yıllarında artık çürümüştü. Klâsik bir imparatorluğun sorunlarını eksik sosyoloji bilgileri ile anlamaya çalışanlar yanlış teşhis ve politikalara yöneldiler.


Nihayet Balkan savaşlarıyla Rumeli’deki vatanın kaybı bu sistemin sonu olmuştur. Ondan önce de “kiliseler kanunu”nun kabulü, gayrimüslim milletlerin (Yahudiler hariç), hatta Arapların kulüpler halinde teşkilatlanması gibi fiiller de bu sistemin sonunu getiren gelişmelerdir. Đstanbul’un fethi ve II. Mehmed’in (Fatih) idaresi ile Osmanlı barışının temelleri atılmıştır. 1453 yılında Konstantinopolis (Konstantiniye) Türkler tarafından alınmıştır. Genellikle Avrupa’da birtakım popüler tarihçiler “Artık şehrin adı Đstanbul oldu” derler. Oysa Đstanbul (Stinpoli), şehrin sayısız adlarından biridir. Ama devletin başkenti, fetihten sonra da büyük kurucusunun adını taşımaya devam etti ve Konstantiniye ismi, basılan paralarda (duribe fi Konstantiniye), fermanlarda (bemakam-ı Konsantiniye-i mahmiyye el mahrusakorunmuş, himaye edilmiş dünya başkenti Konstantiniye) olarak geçmeye devam etti. Đmparatorluğun son gününe kadar basılı kitaplarda bile “Konstantiniye… Matbaası” gibi künyelere rastlanır. Şehre Slavlar Zarigrad, mümin Müslümanlar Darü’l-Halijetu’l-aliye (Halife evi) demişlerdir. Resmî ismi budur. “Roma” vasfı etnik yapıyla ilgili değildir ve Türklüğün yadsınmasını gerektiren bir kozmopolitizmle de ilgili değildir. Nitekim Hıristiyan Roma’da da Latinlik değil, Helenlik hâkim vasıftı. Türkler bu imparatorluğun esas unsurudur. Ordunun dili Türkçedir.

Kançılaryada Türkçe kullanılır. Ama imparatorluğun ilk asırlarında Rumca ve eski Slovince de bir kançılarya diliydi. 19. asırda bile Balkan Slavları Rumca, Bulgarca ve Sırpça dilekçe verirlerdi. Ve tabii Arapça ve şiirsel Fars dili de hiçbir zaman ihmal edilmemiştir. Türkçeyi Arap harfleri kadar Yunan, Ermeni, ve Raşi dediğimiz Đbranî harfleriyle yazan gruplar vardır. Gene bazı cemaatlerin Yunancayı ve Sırpçayı Arap harfleriyle yazdığını biliyoruz. Devletin adı hanedanın adını (Osmanlı) taşırdı. 19. yüzyılda ise Osmanlılık sadece devlet adı değil, aynı zamanda bir emperyal kimlikti. Londra elçisi Helen asıllı Fenerli Bey Kostaki Musurus Paşa bir Osmanlıydı. Selanik mebusu Musevi Emanuel Karasso Efendi de Osmanlı idi. Arnavut, Arap, Kürt ve Türk asıllı Müslümanlar da öyleydi. Sultan II. Abdülhamid’e 1909 yılında (Nisan başı) tahtından indirildiğini tebliğ eden heyette bu unsurların hemen hepsi temsil ediliyordu.

Bu kozmopolit heyetin hal’i tebliğ ettiği hükümdar aynı zamanda Müslümanların halifesiydi ama heyetin yapısıyla ilgili keyfiyet, işlemi değiştirmedi. Bu imparatorluğun kozmopolit yapısı bir Roma mirası mıydı? Evet, ama daha çok hayır… Roma mirası bu saydığımız örneklerle sınırlı değildir şüphesiz. Malûmdur, “Bizans” imparatorluğu ve “Bizanslık” Avrupa hümanistlerinin verdiği bir addır (Hierony mus Wolff, 16. asır başı). Bizans halkı kendine hiçbir zaman böyle demez. Romanioi, “Devletin ve ülkenin adı Romania’dır” der. Türkler de bu ülkeye “Rum ülkesi”, mensuplarına da “Rumî” derler ve hatta bu ülkeyi fethettikten sonra da böyle dediler (Đklim-i Rum, Rum ülkesi, Sultan-ı Rum, Rum sultanlığı) veya Rum Selçukluları… Bu ülkenin bir düşünürü veya mensubundan Rumî diye söz ederler. Ünlü mistik Mevlana Celaleddin Rumî gibi… Aslında fethedilen ülkenin Hıristiyanları da yeni Müslüman hükümdara Vasilikos Romanioi, Vasilikos Turkos demişlerdi. Türkler Romalı, Rum tabirini o günden bugüne Helenler için de kullanmaya devam etmişlerdir. Bugün dahi Peloponnes halkına Yunanlı-Đon, Küçük Asya halkına Rum derler. Nitekim Rum-Ortodoks kilisesi denirdi. Osmanlı resmi belgelerindeki bu tabir kilisenin kullandığı ökumenik tabirinden daha fazla yaygın ve iddialıdır. Çünkü Ökumene tabiri insanın yaşadığı dünya parçasını ifade eder. Roma ise zaten kâinata hâkimdir. Çünkü Fener’deki Patrikler ve Osmanlı yönetimi Roma kilisesi unvanını, Roma’daki kiliseye rakib olarak taşımaktadır.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti dahi Đstanbul’daki kiliseyi resmî olarak bu adla adlandırır (Rum Ortodoks Patrikhanesi).

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir