Ilber Ortayli – Eski Dunya Seyahatnamesi

Ben bizim neslin içinde erken denebilecek bir yaşta yurtiçinde ve yurtdışmda gezmeye başlamış talihli insanlardanım. Bu talihimi büyük ölçüde kendi gayret ve inadıma’, ebeveynimin kıt kaynakla da olsa bahşettiği imkanlara borçluyum. Ama bazen onlarla bile seyahatseverliğim konusunda ihtilafa düşmüşümdür. Fizik olarak da dünyaya gözümü seyahatle açtım. Hiç alakası olmayan bir ülkede doğdum. Alakası olmayan yerlerden geçip ülkemize ulaştım. Şuursuzca tamamladığım bu uzun gezileri şuurlu olarak çok erken yaşta tekrarlamaya başladım. Kıt paramla Avrupa’daki demiryollarının ikinci mevki vagonlarında oradan oraya gezindim. Küçük bir bavul ve seyahat rehber kitaplarımla çıktığım yolculuklarda insanlarla gevezelik etmekten büyük zevk duydum. Viyana kafelerinde ihtiyarlarla konuştum. Şam’da baklava ve meyva tatlısı yedim ve bir imparatorluğun Ortadoğuda hepimize bıraktığı en önemli ortak miras yani Türkçe sayesinde her yere girip çıktım. 42 yıl evvelin imkanlarıyla Suriye’yi tanıdım. Venedik’i tanıdım. Soğuk harp sıralarında Viyana’da bulunmanın imtiyazından yararlandım. Çekoslovakya’ya, Macaristan’a rahatça girip çıktım.


Ol vakit Japon turistler dolu değildi. Almanlar da henüz çok az geliyordu. Avrupa’nın en önemli operalarından olan Prag ve Budapeşte’de opera temsillerini istediğim gibi, localarda takip edebildim. Buna talebe bütçem yetiyordu. Floransa’da Uffizi galeride henüz kuyruklar yoktu. Vatikan’da Sistin Şapel’de veya Pinokoteka da itiş kakış olmadan rahatça ziyaret yapabiliyordum. Yunanistan rahattı. Balkanlar çok sıcak kanlıydı. 1972’de gördüğüm Saraybosna, Bursa’nın kopyası idi. Ama asıl el değmemiş ve güzel olan bizim ülkemizdi. Antalya Konyaaltı plajında hiç kimseler yoktu. Kumsalın önünden geçen Sideli korsanların, deniz tanrısı Poseidon’un ve nereidlerin hayaliyle denize giriyordum. Aksaray Niğde’si ile Sultanhan üzerinden Konya’ya ulaşmak XIII. asırdaki ipek yolculuğunu neredeyse tam lezzetiyle veriyordu. Tozu toprağı dahil… Tek talihsizliğim ömür boyu uykusuz gecelerde ezberlediğim Rusçayı ancak 40 yaşımda ana ülkesinde kullanabilmek olmuştur.

Neyse ki Gorbaçov devrinde eski Rusya’nın henüz izleri vardı. Şimdi o bile yok. Peki Rusya öyle de bizim ülke daha mı farklı? Utanmaz inşaat histeryasıyla hangi şehir ve kasabamızda eski hava kalabildi ki? 1960’larda İzmir’i, Ege havalisini gezen, Antalya’yı, Anamur’u, Mersin’i arşınlayan, Karaman’da, Konya’da kalan, 1950’lerin İstanbul’unda yaşayan, Bursa’nın hayal gibi ortamında gezinen bizler için bu arsız değişim bir ızdırabtır. Bütün bu havalide Türkiye kadar kentleri ve tabiatı tahrib eden bir ülke belki ancak Mısır’dır. Ve bir ölçüde de Yunanistan. Bu yazılarımı bir araya getirirken gençliğimin Akdeniz ve Ortadoğu’su ile şimdikini karşılaştırmaya gayret ediyorum. Değişme kaçınılmazdır. Ama vandalca değiştirmeye tahammül etmememiz gerekir. Bu kitabın hazırlanması fikrini ortaya atan ve gerçekleştiren Ali Kemaloğlu’na ve İsmail Küçükkaya’ya teşekkür ederim. Editörün Notu Benim için çok heyecan verici bir çalışma olan “îlber Ortaylı ile Seyahatname” projesinin hazırlıkları bir yıldan fazla sürdü. Sevgili hocamızla çalışırken renkli ve emsalsiz tecrübeler edindik. İlber Ortaylı hocamızın engin bilgi ve birikimi, cihan şümul hafızası ve tarihin derinliklerinden damıtılmış hatıraları bize ışık tutuyor. Hocamızın “seyyah kişiliği” ile 40 yılı aşkın bir süredir Osmanlı coğrafyası üzerinde katettiği yollar sanki tarih üzerindeki ayak izleriydi. Bir kısmına bizim de katıldığımız Ortaylı seyahatlerinde daima zamanı ve mekanı aşıp Hoca’yla birlikte tarihin katmanlarında dolandık. itiraf etmek gerekir ki hocamızın çok meşgul olması, ve özellikle Topkapı Sarayı’ndaki vazifesi dolayısıyla Seyahatname çalışmamızı yürütmemiz hiç kolay olmadı.

Meşakkatli bir çalışma oldu. Ama inanıyoruz ki gayretlerimize değdi; kalıcı, öğretici ve keyifli bir eser ortaya çıktı. Hocamıza minnet ve şükranlarımızla…. İsmail KÜÇÜKKAYA KIRIM: ECDAD TOPRAĞI Kırım toprağına ilk defa IBM’in bir gezisiyle gittim. Karaköy’den kalkan deniz yollarına ait gemi betahsis bizim için tutulmuştu. Bütün gün ve bütün gece konferanslar ve konserle geçti. Gezi Livadiya, Yalta ve Odessa limanlarını içeriyordu. Ben bu şehirler hakkında izahat verecektim. Oysa daha kendim görmemiştim. Görmemiştim ama çok dinlemiştim, çok okumuştum ve haritadan adeta ezberlemiştim. Nitekim verdiğim konferansta bu açığa çıktı. Mükrimin Halil Yinanç Hoca merhum, “Bana Mekke’de Hz Ali’nin evini gösterin, bütün şehri bulurum” demiş. Benimki de o hesap. Şehirlerin nirengi noktasını bulduğum an öbürü arkadan geliyordu. Tarih ise zaten içimde doluydu.

Sabahın ilk ışıklarıyla Kırım toprağı göründü.Yalta limanına yaklaştık. Uzaktan Gurzuf kasabası görünüyordu. Benim için yabancı bir silüet değil. Puşkin de orayı çok sever. Sade o değil, herkes sever. Sahile çıktık. Hava değişimi için gelen AzerbaycanlIlara rastladık. Elbise ve deri palto almak istiyorlardı. Ticaret yeryüzünden kaybolsa Azerbaycan halkı yeniden bulur. Şehirde Kırımlılara tek tük rastlanıyordu. Orta Asya sürgününden henüz dönmeye başlamışlardı. Sözü edilen meşhur Kırım balından aldım. Üç hafta sonra tamamen şeker kestiğini görecektim. Bir yerin halkı sürülünce önce bağlar ve kovanlar bozulur.

Çehov’un kaldığı yeri, Buhara emirinin yazlığını tek tek gezmek nasip oldu. Hoş bir memleket. Karadeniz’in kuzeyinde, güneyinden farklı olarak Akdeniz bitki örtüsü ve serviler daha hakimdir. Sahile hakim Yayla dağı Ukrayna steplerinden gelen soğuğu keser. Akşama kadar Yalta, Livadiya ve Voronzof’un İngiliz tarzındaki Sarayı gezildi. Ünlü Yalta konferansı bu mahalde tertiplenmişti. Ecdad memleketinin bu ucunda Kırım hanlığının ve Osmanlı döneminin izleri pek az görünür. Onun için Sudak gibi, Selçuklu ve Ceneviz limanlarına uğramak gerekirdi. Onu başka bir gezide yapabildim. Akşam olmadan tekrar gemiye bindik. Kiev operasının en seçkin tenor ve muganniyelerinin, piyanistlerinin verdiği konseri dinledik. Sovyet Rusya dışarıya açılmıştı, o vakit herhalde IBM’in verdiği ücret çok cömert bir hediye olmuştu onlara. Ertesi gün Odessa’da uyandık. İşte benim bildiğim Odessa; limana inen merdivenler. 1905 isyanı sırasında Potemkin zırhlısının ziyaretini izleyen kitlelere açılan yaylım ateşi.

Merdivenleri tırmandıktan sonra Odessa’da sürgünde yaşayan Puşkin’e şehir halkının iane toplayarak yaptırdıkları büst. Bu büst Puşkin’in en realist büstü olarak değerlendiriliyor. Gerçekten de Büyük Petro’nun Arabi denilen Habeş asıllı yetenekli komutan İbrahim Ganibal’ın bütün yüz çizgileri bu dahi torunun yüzünde görülüyor. Puşkin şiirlerinde soyunu methederken; “Benim ecdadım Rusya tarihinde Romanovlar’dan da eskidir” der. Muarızları da; “Evet, dedeniz de bir şişe roma satın alınmış bir köleydi” demişlerdir. Odessa operasında maalesef bir temsil izleyemedik. Ama bina muhteşemdi ve şehir hoştu. II. Katerina hiçbir şey yapmasa bile Rusya’ya Odessa’yı hediye etmiştir. Bizim Osmanlı’nın Hocabeyi’nin biraz ötesinde bu şehir ortalığı kasıp kavuran kum fırtınaları ve susuzluk yüzünden başarılı bir seçim sayılmaz. Ne var ki yeni kurulan Novarossiya eyaletine vali olarak Fransız ihtilali kaçkınlarından bir değerli adam ünlü kardinal Richelieu’nun büyük yeğeni dük Richelieu tayin edildi. Bu zat Odessa’yı İslah etti. Fransa’dan gelen mülteciler Rusya’ya katkısını göstermişlerdir. Şehir büyümeye ve imar edilmeye başlamıştı. Bizzat Çariçe II.

Katerina’nın emirleriyle Rusya’da kendilerine tahsis edilen ghetto kasaba ve Staetl’lerden çıkması yasak olan Yahudiler de Odessa’ya yerleşebiliyordu. Kısa zamanda şehir onların gayreti ve kazanma hırsıyla üretmeye başladı. Selanik’le nüfus olarak mukayese edilebilecek bir Yahudi şehri oldu. Ruslar, Almanlar, Bakıldılar ve nihayet Odessa’nın bugünkü sahibi Ukraynalılar. Ukraynalılar şehrin köy kökenli proleterleriydi. Şehir gelişti, zenginlik akıyordu. Eğitim gelişiyordu. Tabii sonradan görmelik de onun yanında boy atıyordu. Parlak restaurantlarda yiyip içip, “Parası bizden değil mi” şan olsun diye kristal aynaları vodka kadehleri atıp kıran adamlar dışarıya çıktıklarında 50 kapik için faytoncuyla kavga ederlerdi. Odessa çok zor bir ihtilal yılı geçirdi. Ve daha büyük tahribatı da İkinci Cihan Harbi’nde gördü. Nihayet İkinci Cihan Harbi’ndeki savunmasından dolayı “kahraman şehir” Unvanını aldı. Bugün Odessa Karadeniz’in bir limanı ve Türkiye’ye açıldıkça da ticaret ve bavul ticareti sayesinde hareketlilik geldi. Şehir harap ama güzelliği görülüyor. Yıldan yıla da restorasyanla güzelleşiyor daha da güzelleşecek.

Kırım’a ikinci gidişim Kiev Üniversitesi’nde Omelijan Pritzak’ın tertiplediği Osmanlı kongresinden sonra oldu. 12 saat süren zorlu bir yolculuktu. Perekop’tan ecdad toprağına geçtik. Chicago Üniversitesinden tanıdığım Prof. Yaroslav Stetkieviç “Ey Mirza memleketinize Hoş geldin!” dedi ve şerefe kadeh kaldırdı. Bu jesti doğrusu unutamam. Yollarda kolhoz üyeleri nar ve elma gibi meyveler satıyorlardı. Sebze ve meyvesiyle meşhur bir ülkeye geldik. Ama Bilkent’ten Hakan Kırımlı “Sebze ve meyveciliği berbat etmişler” dedi. Eski devirde nerede kimin arazileri var saymaya başladı. Hafızaya bak! Başka istatistikleri de sayıyordu. Hepsi de Çar devrine aitti. Akmescid’e yani II. Katerina devrinde verilen isimle Simferepolis’e geldik. Kırımdaki isimlerin hepsi farazi isimlerdir.

Katerina’nın bürokratları koymuş. Gözleve’ye Eupatoria, Akyar’a Sivastopol, Kefe’ye Theodosya deniyor Hiçbirinin eski Yunanla alakası yok. Akmescid Çarlık Rusyası’nın bir taşra şehri gibiydi. Yanı başındaki Bahçesaray Kırım Hanlarının asıl merkeziydi. Burada Hansarayı gezdiğimiz zaman gene Puşkin’in büstünü gördük. Eğer onun “Bahçerasay, Çeşmesi” adlı lirik şiiri olmasa muhtemelen bu abide de pek korunmayacaktı. Rusya imparatorluğunun büyük şairi aynı zamanda o ülkenin hakiki sahiplerine de hizmet etmiştir. Onların tarihi varlığını korumakta ön ayak olmuştur. Zincirli Medreseyi gezdik. Zincirli Medrese, Kırım Hanlarının yaptırdığı bir eğitim kurumu. Osmanlı’nın Sarayları, İstanbul’un taklidi, Kırım’da Hansaray, Lübnan’da Beytüddin aynı şey. Zincirli Medrese’nin avlusunda bir ara sadece sefil bir akıl hastalıkları hastanesi vardı. Hastaların hali bize harap olmuş bir eserden çok daha fazla dokunmuştur. Bir köşede de İsmail Gaspıralı’nın mezarı vardır. Bu kabir, bir milli abide mesabesine çıkmıştır.

Gaspıralı, İstanbul Türkçesi’ni temel alan fakat sadeleştirilen bir Türkçe ile ilk defa Türk dış dünyasının en yaygın gazetesini çıkarmıştır. Doğu Türkistan’dan Tuna Volga boyuna, İstanbul’a kadar her yerde okunan bir gazete, “Tercüman”… Bu gazete halen muhteva analizine tabi tutulmuş değildir. Daha acısı, memleketin sakinleri yani Kırım Türkleri bunu tatarca çıkan bir gazete olarak düşünüyorlar. Çünkü içindeki Arap harfleriyle yazılı Türkçe’yi okumaktan uzaklar. Ne olduğunu ancak kendileri okuduktan sonra anlayabilecekler. İlk defa Türkçe’yi müşterek edebi bir dil olarak kullanan ve mesaisini bu dil üzerinden ifade etmeye çalışan bir yazar ve bir gazete. Bahçesaray’da açılan bir okul, 20 yıl içinde sayısı beş bine varan şubelere ulaşmıştır. Bu sayede Türk dünyası eğitim reformunu tamamlamış sayılmalıdır, eğitimin esas hatları ortaya çıkmıştır. Türkçe bir yurttaş dili olmuştur. Gözleve’ye gittiğimiz zaman burada Sinan’ın tersimi olan hoş bir camiiye ve yanıbaşmdaki havrada, Karay Türklerine rastladık. Ne kadar güzel bir Türkçe ve o ne güzel türküler. Karaylar, Yahudiliğin içinde bir mezhep… Kırım Karayları Türktür. Kırımlı’dır. Lâkin bu mezhebin içindedirler. Yahudi dinine mensupturlar.

Bu merkezi görmek beni çok duygulandırdı. Sayıları 900 kadar olan bu cemaat Kırımın iktisadı ve kültürel hayatında çok aktif bir rol oynuyor. Onlarla konuşmak, türkülerine katılmak bütün grup için çok eğlenceli olmuştu. İlk gün bu geziyi tamamladıktan sonra ertesi gün Kefe’ye ve Solhad dediğimiz eski Kırım’a gittik. Kefe’yi gördüğüm zaman Bizans ve Ceneviz kaleleri ile bir İzmir limanını geziyor hissine kapıldım. Kadifekale’yi hatırlattı. Rahmetli babamın İzmir’i niye sevdiğini ve bana adeta irsi şekilde bu sevginin nasıl bulaştığını anladım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir