İlhan Arsel – Kuran Elestirisi 1

Daha küçücük yaşlarımızda, henüz konuşulanları yarım yamalak anlar olduğumuz andan itibaren, “Kur’an” sözcüğü kulağımızdan eksik olmaz. İster koyu dindar, ister yarı dindar ya da ister dinle ilgisi bulunmayan bir aileden olalım, çevremizdekilerin hep bu sözcüğü kullanarak konuştuklarına tanık oluruz. Ve yaşça ilerledikçe, bu sözcük, “ilahi vahiy” niteliğine bürünmüş şekliyle, bilinçaltı yollardan kökleşerek bizi her yönümüzle sarar; bir gün gelir ki, tıpkı başkaları gibi biz de, her şeyi Kur’an ölçeğine göre değerlendirir, her söylediğimiz şeyi bu ölçeğe vurarak kanıtlamak isteriz: örneğin, başkalarını kendimize inandırabilmek için, Kur’an üzerine yeminler eder, “Kur’an çarpsın ki!” diyerek konuşuruz! Bununla beraber Kur’an’ı okuyup, içinde ne olduğunu anlamak aklımızdan geçmez; buna gerek de duymayız: ilgisizlik bir yana, bir de içinde yaşadığımız ortam bizi şuna inandırmıştır ki, Kur’an, “en son” ve “en mükemmel” bir dinin kitabı olmak üzere, Tanrı tarafından gönderilen, her şeyi ve her ilmi içeren, hiçbir konuyu ve soruyu dışlamayan, bir benzeri insanlar tarafından ortaya konamayacak mükemmeliyette “kutsal” bir kitaptır. Tanrı tarafından Arapça olarak gönderildiği için, Arapça olarak okunması ve ibadetin Arapça yapılması gerekir. İslamcılar, bunun böyle olduğunu anlatmak için, Kur’an’dan ayetler verirler. Örneğin, Tanrı’nın, “…İnsanlar ve cinler, birbirine yardımcı olarak, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, andolsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar” (İsra Suresi, ayet 88) dediğini ve “…bu (Kur’an) apaçık bir Arapçadır” (Nahl Suresi, ayet 103) ya da “(Cebrail Kur’an’ı) apaçık bir Arapça dille indirmiştir…” (Şuara Suresi, ayet 195) diye eklediğini söylerler. Kur’an’ın Tanrı’dan gelme olduğunu kanıtlamak için, bu kitapta hiçbir tutarsızlık, hiçbir çelişki bulunmadığına dair yine Kur’an ayetlerinden örnekler verirler: “…Eğer (Kur’an) Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık (çelişki) bulurlardı” (Nisa Suresi, ayet 82). Kur’an’ın anlaşılması için ve apaçık bir kitap şeklinde gönderildiğini anlatmak üzere, Tanrı’nın şöyle dediğini söylerler: “Elif, Lam, Ra. Bunlar apaçık kitabın ayetleridir. Biz onu anlayasınız diye Arapça okunmak üzere gönderdik” (Yusuf Suresi, ayet 1-2). Fakat, kendimizi “aydın” niteliğinde gören bizler, Kur’an ı incelemediğimiz ve bu kitapta neler yazıldığını bilmediğimiz ya da Kur’an hakkında bize bilgi verenlerin sözlerini gözü kapalı şekilde benimsediğimiz içindir ki, aklı dışlayan ya da bilimselliğe aykırı olan veya çelişmeli ve tutarsız hükümlerin Kur’an’da yer alabileceğine ihtimal vermeyiz. Bu habersizlik içinde, “Her Müslümana bir Kur’an tercümesi ve tefsiri gerekir. Ta ki, dinini kaynağından öğrensin, Allah’ın kitabını bilsin” şeklinde konuşuruz ya da biraz daha ileri giderek, “Kur’an öz dilimize çevrilsin ve din adamları (hocalar) Tanrı ile kulları arasından çekilsin “ deriz. Oysa İslamcılar, bu tür istekleri olumsuz karşılarlar. Çünkü, Kur’an’ın herkes tarafından okunup anlaşılmasını ve hele aklın eleştirisinden geçirilir olmasını sakıncalı bulurlar; daha doğrusu bunu, kendi egemenlikleri ve etkinlikleri bakımından çok “tehlikeli” sayarlar.


Onlara göre Kur’an, ehil olmayan, yeteri kadar birikime, bilgiye sahip bulunmayan kimseler tarafından okunmamalıdır. Gerekçeleri şudur: insanların algılama güçleri ve kavrama yetenekleri yetersizdir. Bu nedenle “meal”, “tercüme” ve “tefsir” okuyarak İslamı öğrenmek mümkün değildir; İslamı öğrenmek, ancak ehil sahibi ve yetenekli kimseler aracılığıyla mümkündür. Bunu söylerlerken dayanakları, esas itibariyle Kur’an’dır (ayrıca da Muhammed’in Kur’an olmayarak söylediği sözlerdir, hadislerdir). Her ne kadar Kur’an’ın “insan” denilen varlığı yücelttiğini, insan aklına değer verdiğini söylerlerse de, Kur’an’da verilerin çekimine kapılarak, insanı, “akıl” rehberliğiyle iş görebilecek ve kendi başına İslamı öğrenebilecek yeterlilikte saymazlar. Gerçekten de Kur’an’ın “insan” hakkındaki değerlemesi, her bakımdan pek olumsuzdur. Çünkü, bir kere Kur’an’da, insanın en bayağı ve aşağılık malzemeyle yaratıldığına dair hükümler vardır. Bu hükümlere göre, Tanrı, insanı “çamur sülalesinden”, “süzme çamurdan”, “bulaşan-yapışan (lazib) bir çamur”dan, “kara balçık”tan, “kan pıhtısı”ndan ya da bunlara benzer en adi şeylerden yarattığını, yeminler ederek bildirmektedir. Örneğin, Mü’minûn Suresi’nde şöyle yazılıdır: “Andolsun ki, biz insanı çamur sülalesinden yarattık” (Mü’minûn Suresi, ayet 12). Hicr Suresi’nde, “Andolsun ki, biz insanı, kuru çamurdan, kara ve değişken çamurdan yarattık…” (Hicr Suresi, ayet 26-34; ayrıca bkz. Saffat Suresi, ayet 11-12; Tarik Suresi, ayet 5-7; Rûm Suresi, ayet 20 vd…). Kur’an’dan anladığımıza göre, Tanrı, insanı öylesine aşağılık bir malzemeyle yaratmıştır ki, şeytanların başı olan iblis, kendisinin “alevli ateş” gibi asil ve üstün bir malzemeyle yaratıldığını öne sürerek, Adem’e secde etmekten kaçınmış ve Tanrı’ya kafa tutarcasına şöyle demiştir: “Ben ondan (insandan) daha üstünüm. Çünkü, beni ateşten yarattın, onuysa çamurdan yarattın” (Araf Suresi, ayet 12). “(Ben), senin kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim elbette!.” (Hicr Suresi, ayet 33; olayla ilgili olarak ayrıca bkz.

Hicr Suresi, ayet 26-34; Bakara Suresi, ayet 34; Araf Suresi, ayet 11; İsra Suresi, ayet 61; Taha Suresi, ayet 116; Sad Suresi, ayet 71-74). Bunun yanında bir de Tanrı’nın insanı hor ve aşağı görüp, küçümsediğini bildiren ayetler var Kur’an’da1 . Bu aşağılamalar, insanın, nankör, güçsüz, ivecen, cimri, tartışmacı ya da benzeri nitelikteki yönleriyle ilgilidir! Örneğin, Tanrı’nın, yeminler ederek şöyle konuştuğu yazılıdır: “. andolsun ki, insan, pek ve açık bir nankördür.” “Kahrolası insan ne de nankördür…” (Zuhruf Suresi, ayet 15; Abese Suresi, ayet 17-23; İsra Suresi, ayet 67). Bu doğrultuda olmak üzere, Tanrı’nın, “İnsan, kuşkusuz, tutkusuna düşkün, dayanıksız yaratıldı…” (Mearic Suresi, ayet 19-21) ya da “. İnsan güçsüz yaratılmıştır…” (Nisa Suresi, ayet 28) ya da “. İnsan ivecen (aceleci) yaratılmıştır…” (Enbiya Suresi, ayet 37) ya da “…Zaten insan pek cimridir…” (İsra Suresi, ayet 100) ya da “…İnsanın en çak yaptığı şey, tartışmadır…” (Kehf Suresi, ayet 54-56) şeklinde konuştuğunu belirleyen (ve daha nice benzen) ayetler vardır.’ Her ne kadar Kur’an’da, “Biz insanoğullarını… yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık…” (İs ra Suresi, ayet 70) ya da “…insanı … şekillendirip ruhundan üfleyen Allah’tır…” (Secde Suresi, ayet 7-9; Hicr Suresi, ayet 28-29) şeklinde ve sanki insanı yüceltirmiş gibi görünen hükümler varsa da, bunlar, insanın kulluktan ileri bir yeri bulunmadığını, kendi aklıyla gerçeklere erişme olasılığına sahip olmadığını, tam bir “teslimiyet” içerisinde “Tanrı ve peygamber” buyruklarını yerine getirmekle görevli kılındığını öngören, köleliği-cariyeliği bile Tanrısal kuruluş bilen hükümler yanında geçersiz kalır. Ve yine her ne kadar Kur’an’da, “Kim iyi bir is görmüşse faydası kendisinedir ve kim kötülükte bulunursa zararı kendisinedir…” (Fussilet Suresi, ayet 46) ya da “Kim doğru yolu bulmuşsa ancak kendisi için bulmuştur ve kim sapmışsa kendisi sapmıştır…” (İsra Suresi, ayet 15) şeklinde hükümler varsa da, bunları insanın fikirsel özgürlüğüne destek yapmak mümkün değildir. Çünkü, Kur’an’a göre insan, kendi aklıyla bilgiye sahip olamaz, doğru yolu bulamaz. Akıl denen şey, “özgür” şekilde iş görsün diye verilmemiştir insana; akıl, Tanrı (ve “peygamber”) buyruklarını öğrenmek ve bunlara uymak için verilmiştir. Ve aklın bu buyruklara boyun eğmesi de Tanrı’nın istek ve keyfine tabidir. Çünkü, Kur’an’da, “…Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz…” (Tekvir Suresi, ayet 29) ya da “Sizler, ancak Rabbinizin dilemesi, izin vermesi sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir…” (İnsan Suresi, ayet 30) şeklinde hükümler vardır.

Daha başka bir deyimle, kişi, kendi aklı ve özgür iradesiyle kendi davranışlarını ayarlayamaz; her şeyiyle Tanrı iradesine bağlıdır. Örneğin, “doğru yol”dan sapıp sapmamak, “müşrik” (putperest) ya da “Müslüman” olup olmamak, kişinin kendisine kalmış bir şey değildir; yani özgür irade işi değildir. Çünkü, Kur’an’da, “Allah kimi dilerse onu saptırır, kimi dilerse onu doğru yola sokar” (Enam Suresi, ayet 35, 39) şeklinde sayısız denecek kadar çok ayet vardır. Yine Kur’an’da, puta tapmanın Tanrı dileğine bağlı bir şey olduğu bildirilmekte: “Allah dileseydi puta tapmazlardı…” (Enam Suresi, ayet 107). Bunun gibi “Müslüman” “ya. da “kafir” olmanın da, kişinin özgür iradesiyle ilgisi yoktur. Çünkü, Kur’an’a, göre, Tanrı, dilediğinin kalbini açıp onu Müslüman yapmakta ve dilediğinin kalbini kapatıp kafir kılmakta. Ve üstelik kafir kıldıklarını da cehenneme atmakta (örneğin, Enam Suresi, ayet 125). O kadar ki, Kur’an’da, yazılanlara göre, Muhammed bile, kendi iradesiyle değil, ancak Tanrı’nın isteğiyle doğru yolu bulmuştur. Örneğin, İsra Suresi’nde şöyle yazılıdır: “(Ey Muhammed!) Seni pekiştirmemiş olsaydık… az da olsa onlara (müşriklere) meyledecektin…” (İsra Suresi, ayet 74). Pek güzel, ama eğer insanları doğru yola sokan ya da “müşrik”-“kafir” kılan Tanrı ise, doğru yola soktuğunu cennete alması, “ müşrik” -“kafir” kıldığını cehenneme atması akla yatkın düşer mi? Tanrı’nın yüceliği, adaleti fikriyle bağdaşır mı? İlerideki sayfalarda bu sorunları daha etraflıca ele alacağız. Fakat, l) Her ne kadar Kur’an’da, “İnsanoğullarını şerefli kıldık… onlun mıhlandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık” (İsra Suresi, ayet 70) şeklinde hükümler varsa da, bunlar, Kur’an boyunca insanı kulluktan ilen bir değere layık görmeyen, özgürlükten yoksun eden nice hükümler yanında geçersiz kalır. Konuya. ileride ayrıca değineceğiz. şimdilik söylemek istediğimiz şudur ki, İslamcılar, insanın yetersizliğini vurgulayan bu verilere dayanarak, “Halk Kur’an’ı okumamalıdır, halka gereken şey, öncelikle ilmihal kitaplarıdır” şeklinde konuşurlar.

2 “ilmihal” (ilm-i hal) dedikleri şey, “ehil” ve “yeterli” sayılan kişiler (daha doğrusu din adamları) tarafından, din kurallarını öğretmek için yazılmış şeylerdir. Kur’an’ın Türkçe’ye çevrilmesine taraftar görünerek “reformcu” geçinenler bile, ibadetin Türkçe olarak değil, Arapça aslına göre yapılmasında ısrarlıdırlar. Ve her halükarda, ister kökten dinci, isterse “reformcu” olsunlar, hepsi de Kur’an’ı aklın önüne geçirip rehber edinmek konusunda hemfikirdirler. Yine tekrarlayalım ki, bu ortak fikir onlara, halk yığınları üzerinde egemenlik ve saltanat kurmak bakımından temel taşı işini görür. Sırtlarını Kur’an’a (ve İslamın diğer kaynaklarına) dayamış olarak halkı, diledikleri gibi yoğururlar, her söylediklerine inandırırlar. Tanrı sözleri olduğunu söyledikleri Kur’an’dan ayetler vererek, göklerin, yerin ve insanların yaratılışından, gelmiş geçmiş “peygamber’lerin yaşamlarından, bu “peygamber’lerin kendi kavimleriyle olan savaşımlarından, ölüm olayından, ölümden sonra kıyamette olacaklardan, amel defterlerinin sağdan ya da soldan dağıtılmasından, cennete alınanların türlü güzellikler, nimetler ve ellerinde içki dolu kadehlerle, güzel kızlarla birlikte yaşayacaklarından, cehenneme atılanların ise yakıcı ateşte kavrulacaklarından, bu arada Allah korkusundan, İslamın en son ve en mükemmel bir hoşgörü dini olduğundan, dinde zorlama olmadığından, ana babaya karşı iyi tutum ve saygıdan, kadının erkek üzerindeki hakkından, yakınlara ve yoksullara iyilikte bulunmaktan, “şerrin” karşıtı olan “hayr” dan, faiz almanın kötü olduğundan, günahların bağışlanmasından, haram ve helal durumlardan, insanın sorumluluğundan ve bağımsızlığından, saymakla bitmeyecek kadar çok konulardan söz ederler. İslamcı zihniyetin yerleştirdiği bu tür veriler nedeniyle, bizler, “kutsal” olarak tanımlanan Kur’an’ı, her şeyi açıklayan, her türlü ilmin, her “mesel”in, faziletin, ahlakiliğin tek kaynağı olan bir kitap sanırız. Ancak, eleştirel akıl yoluyla Kur’an’ı okumaya ve incelemeye başladığımız an iş değişir; zira Kur’an’ın daha ilk satırlarından itibaren, karşımıza şaşkınlık verici ve aklı karıştırıcı şeyler dikiliverir. Kur’an olmayarak konduğu söylenen hükümler ise -ki hadis ve sünnet hükümleri bu kategoriye girer-, daha da şaşırtıcıdır. Bundan dolayıdır ki, kendilerini “aydın din adamı” sayan mollalarımızdan bir kısmı, hani sanki “hadis” diye bir kaynak pek yokmuş gibi, İslamın Kur’an’dan ibaret bulunduğu, başkaca dayanak aranmaması gerektiği kanısını yerleştirmeye çalışırlar. Oysa, Muhammed’in yaşamını incelemeden, “hadis” ve “sünnet” şeklinde bıraktığı hükümleri bilmeden, Kur’an’ı anlamak mümkün değildir. Fakat, bir an için İslamcıların Kur’an’dan başka kaynak olmadığına dair öne sürdükleri iddialar geçerli olsa bile, bu iddialar yine de onlara herhangi bir yarar sağlayamaz. Çünkü, “emsalsiz” nitelikte olduğu ve “bir esi insanlar ve cinler tarafından asla ortaya koyulamayacağı” söylenen Kur’an’ı okurken, bu kitabın söylenenlere denk düşmeyip, gerek biçim, gerekse içerik bakımından metotsuzluklarla, çelişme niteliğindeki tutarsızlıklarla, birbirini tersleyen aykırılıklarla, vahiy uğruna aklı dışlamalarla, bilimselliğe meydan okumalarla, gereksiz 2) Ünlü yorumcu Elmalılı Hamdı Yazır’ın Hak Dini. Kur’an Dili (Bedir Yayınevi. İstanbul 1993) adlı sekiz ciltlik yapıtının takdimini yapan bir molla aynen şöyle diyor: “…Bir de Ilımanımızın reformcuları.

‘Her Müslümana bir Kur’an tercümesi ve tefsiri gerekir. Ta ki. dinini kaynağından öğrensin. Allah’ın kitabım bilsin’ şeklinde propaganda yapmakladırlar ki, bu metot son derece tehlikeli ve verimsizdir. Halka gereken öncelik/e ilmihal kitaplarıdır. Ehil olmayan, yeteri kadar birikime.’ bilgiye ve gerekli icazete sahip bulunmayan Müslüman, meal, tercüme ve tefsir okuyarak İslamı öğrenemez.” tekrarlamalarla, batıl inançlara ve hurafelere yer veren kıssalarla (masallarla), her türlü beşeri gelişmeyi engelleyici yasaklarla, İslam’dan başka din ve inançta olanları aşağılamalarla, dolayısıyla tüm insanlar arası sevgi ve kardeşlik fikrine, “hoşgörü” denen şeye yabancılıklarla dolu olduğunu görmekle derin bir hayal kırıklığına uğrarız. Surelerin ve ayetlerin sıralanışında tam bir düzensizlik ve keşmekeştik egemendir: sure ve ayetler ne alfabetik bir sıraya, ne iniş (nüzul) sırasına, ne de konu esasına göre düzenlenmiştir; hangi surenin ve hangi ayetin önce ya da sonra indiğinin kesin olarak bilinmesi şöyle dursun, önce indiği söylenen sureler ve ayetler kitabın sonlarında, sonradan indiği söylenenler ise, kitabın başlarından yer alınıştır. Örneğin, ilk indiği söylenen Alak Suresi, Kur’an’da 96. sure olarak yer almıştır; buna karşılık 96. sure olarak indiği kabul edilen Rad Suresi, Kur’an’ın 13. sırasına konmuştur. Kur’an’ın en başında yer alan Fatiha Suresi, Tanrı tarafından beşinci sure olarak gönderildiği söylenen bir suredir. Onu izleyen ve ikinci sırada yer alan Bakara Suresi, 87.

sure olmak üzere inmiş kabul edilir. Kur’an’da bulunan 114 sureden her birinin iniş sırası ve Kur’an’da sıraları hep bu düzensizliktedir. Ayetler bakımından da aynı karışıklık söz konusudur. Şeriatçılar bu düzensizliği “takdim-tehir” konusu yaparak göz ardı etmeye çalışırlarsa da, muhtemelen söylediklerinin ne kerte sakıncalı sonuç yaratabileceğinden habersizdirler. Bu konulan ilerideki sayfalarda daha geniş olarak göreceğiz. Öte yandan, çeşitli surelerde yer alan hikaye ve masallar, bölük pörçük şekilde ve çoğu zaman tersyüz edilmiş olarak anlatılmış olup, bunlar hakkında doğru dürüst bir fikir edinme olasılığı yok kılınmıştır. Sureler ve ayetler arasında tutarsızlık, aykırılık, çelişki, eğrilik olmadığını bildiren ayetlerin hemen yanında, aykırılıklarla, tutarsızlıklarla ve çelişkilerle dolu hükümler yer almıştır; hem de öylesine ki, bazen üç dört satırlık bir ayetin kendi satırları içerisinde çelişki yatar. Nice örnekten biri olarak Enam Suresi’nin şu ayetini okuyalım: Tanrı sözleri olduğunu söyledikleri Kur’an’dan ayetler vererek, göklerin, yerin ve insanların yaratılışından, gelmiş geçmiş “peygamber’lerin yaşamlarından, bu “peygamber’lerin kendi kavimleriyle olan savaşımlarından, ölüm olayından, ölümden sonra kıyamette olacaklardan, amel defterlerinin sağdan ya da soldan dağıtılmasından, cennete alınanların türlü güzellikler, nimetler ve ellerinde içki dolu kadehlerle, güzel kızlarla birlikte yaşayacaklarından, cehenneme atılanların ise yakıcı ateşte kavrulacaklarından, bu arada Allah korkusundan, İslamın en son ve en mükemmel bir hoşgörü dini olduğundan, dinde zorlama olmadığından, ana babaya karşı iyi tutum ve saygıdan, kadının erkek üzerindeki hakkından, yakınlara ve yoksullara iyilikte bulunmaktan, “şerrin” karşıtı olan “hayr”dan, faiz almanın kötü olduğundan, günahların bağışlanmasından, haram ve helal durumlardan, insanın sorumluluğundan ve bağımsızlığından, saymakla bitmeyecek kadar çok konulardan söz ederler. İslamcı zihniyetin yerleştirdiği bu tür veriler nedeniyle, bizler, “kutsal” olarak tanımlanan Kur’an’ı, her şeyi açıklayan, her türlü ilmin, her “mesel”in, faziletin, ahlakiliğin tek kaynağı olan bir kitap sanırız.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir