İlhan Arsel – Kuran Eleştirisi 2

Ne var ki, akıl, vahyin rehberliğine tabi kılındığı an müspet ilim yapamaz durumda kalır; çünkü, “müspet ilim” denen şey, aklın bağımsız olarak iş görebilmesiyle, deney ve eleştirilere girişebilmesiyle, tez-antitez gibi “diyalog” usullerine dayalı olarak senteze ulaşabilmesiyle, doğa olaylarındaki “sebep” ve “illet” ilişkilerini akılcı yoldan ortaya vurabilmesiyle, “olay” ile “sonuç” arasında değerlendirme yapabilmesiyle elde edilebilen bir şeydir. Oysa İslam vahyi, ne deney ve eleştiriye, ne tartışma usullerine, ne “sebep ve illet” ilişkilerinin incelenmesine, ne de aklın özgür ve serbest işleyişine olanak tanır. O kendisini, yanılmazlığın işareti ve “mutlak gerçeğin” ta kendisi olarak her şeyin üstünde görür; bu nedenle hiçbir konuda akıl ile uzlaşma gereği hissetmez. Nitekim, Kur’an’ı gözden geçirdiğimizde tanık olduğumuz ilk şey, vahiy ile aklın her konuda çatıştığıdır. Bu çatışma, insan sorunları alanında olduğu :adar evren ve doğayı kapsayan tüm sorunlar bakımından kendini belli der; başka bir deyimle Kur’an’ın ne “Tanrı” anlayışı, ne “insan” anlayışı, ne de “evren” anlayışı, akılcı verilerle bağdaşabilir nitelikte şeylerdir. Bu hususlardan bir kısmına daha önceki çalışmalarımızla değinmiştik; bir kısmına da yeni yayınlarımızla ayrıca değineceğiz, fakat, aklın vahiy ile uzlaşamaz olduğu hususundaki sayısız örnekten şu birkaçını tekrar anımsatalım ki, Kur’an’da, “Müşrikleri öldürünüz” “Tevbe Suresi, ayet 5) diye ayetler var; Kur’an’da “İslamdan başka bir ne yönelenler sapıktırlar” (Al-i İmran Suresi, ayet 85; Saff Suresi, ayet Vs…) şeklinde ayetler var; Kur’an’da Yahudileri ve Hıristiyanları, Müslümanlığı kabul etmemelerinin cezası olarak “cizye” (kafa parası) vermeye zorlayan, ödemedikleri takdirde onlara karşı savaş açılmasını gören ayetler var (Tevbe Suresi, ayet 29); Kur’an’da, ana baba ve kardeş gibi yakın akraba dahi olsalar “müşriklere”, “kafirlere” mağfiret dilenmemesini öngören ayetler var (Tevbe Suresi, ayet 113); Kur’an’da. İslamdan başka inançta olanlarla dost olmayı ya da onlara karşı sevgi ve saygı beslemeyi yasaklayan ayetler var (Al-i İmran Suresi, ayet 28; Mide Suresi, ayet 51-52, 57-60; Bakara Suresi, ayet 28-29 vs…); Kur’an’da, farklı inançta olanları kötüleyen, aşağılayan daha nice ayet var. Bu ayetler l 400 yıl boyunca benimsenmiş ve uygulanmış şeyler. Şimdi soralım: Hiç bu tür ayetlerin sağlam bir akılla uzlaşabileceğini düşünmek mümkün olur mu? Hiç farklı inançtaki insanları birbirlerine düşman kılan, birbirlerine boğazlatan vahiyleri akılcı temele oturtmak düşünülebilir mi? (Bu konuda bkz. İlhan Arsel, Aydın ve “Aydın”, yeni eklemelerle, gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiş üçüncü basını, Kaynak Yayınlan, İstanbul, Mart 1997; Toplumsal Geriliklerimizin Sorumlu/arı Din Adamları, üçüncü basım, Kaynak Yayınları, Aralık 1996; İslama Göre Diğer Dinler, birinci basım, Kaynak Yayınları, Mart 1999.) Ve hele hiç, Tanrı’nın insanları kafir yapıp, sonra onları cezalandırmak için cehenneme attığını düşünmek mümkün müdür? (Örneğin, Enam Suresi, ayet 125.) Yine bunun gibi Kur’an, köleliği Tanrısal bir kuruluş olarak doğal bilir ve örneğin, “Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile, katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık harcayan (hür) bir kimseyi örnek verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı?.” şeklindeki ayetler (bkz.


Nahl Suresi, ayet 75; Rûm Suresi, ayet 28, 30 vs…) yanında, erkeklerin diledikleri kadar cariye (köle kadın) edinebileceklerine dair hükümleri (örneğin, Nisa Suresi, ayet 3) içerir. Bu tür ayetlere dayalı olaraktır ki, Muhammed, yaşamı boyunca köleler edinmiş, köleleri kendi hizmetinde çalıştırmış, köle almış, köle satmış, böylece köleliği İslamın temel kuruluşlarından biri haline getirmek hususunda kendinden örnekler vermiştir. Yine bu yüzdendir ki, kölelik, bütün İslam ülkelerinde l 400 yıl boyunca doğal bir kuruluş olarak benimsenmiş ve ancak uygar ülkelerin baskıları sonucunda resmen uygulanmaktan çıkarılmıştır.( Bu konuda bkz. İlhan Arsel, Şeriat ve Kölelik, birinci basım, Kaynak Yayınları, Ağustos 1997.) Söylemeye gerek yoktur ki, Kur’an’daki bu tür vahiyleri akıl ile uzlaştırmak mümkün değildir; çünkü, akıl, köleliği insan şahsiyetinin haysiyetine aykırı bulur. Yine aynı şekilde Kur’an, kadını aşağılayan hükümlerle dolu! Kadını aklen ve dinen eksik olarak tanımlamaktan, şahitlikte ya da miras paylaşmasında yarım saymaktan tutunuz da, kadını, giyinmesine, oturup kalkmasına, sokağa çıkmasına, konuşmasına, sesinin tonunu ayarlamasına, kocasının seks ihtiyacını kusursuzca karşılamasına ya da kocası tarafından dövülmesine varıncaya kadar her hususta özgürlükten yoksun, aşağılık bir yaratık sayan vahiyler içermekte.( Bu konuda bkz. İlhan Arsel, Şeriat ve Kaçtın, yeniden düzenlenmiş ve gözden geçirilmiş on beşinci’ basım, Kaynak Yayınlan, Ekim 1997). Hiç bu tür vahiylerin akıl tarafından benimsenmesi mümkün müdür? Yine bunun gibi Kur’an’da, bazı kişilerin gönüllerini İslama ısındırabilmek için Tanrı’nın maddi çıkarlar sağladığına dair ayetler vardır ki (örneğin Tevbe Suresi, ayet 60), Arabın ünlü ve güçlü kişilerini (Müellefetü’l-Kulub) İslama kazandırmak maksadıyla konmuştur ve Taberi gibi yorumcuların açıklamalarına göre “rüşvet” anlamına gelir.( Ki, aralarında, Muhammed’e karşı önce kafa tutan Ebu Süfyan ya da Avf oğlu Malik, Habisoğlu Akra, Hişam oğlu Amr vs… gibi kimseler vardır.) Söylemeye gerek yoktur ki, akıl, Tanrı’nın bu tür yollara başvurarak iş görebileceğini kabul edemez. Yine Kur’an’da Tanrı’nın, tıpkı insanlar gibi, fakat onlardan çok daha büyük bir ustalıkla hile yaptığına, tuzak kurduğuna dair ayetler var ki (örneğin, Al-i İmran Suresi, ayet 54; Enfal Suresi, ayet 30; Yunus Suresi, ayet 21), (Bu konuda bkz. Turan Dursun, Tabu Can Çekişiyor: Din Bu I, Kaynak Yayınlan, İstanbul, 1990, s.74, 232.) Tanrı fikrine saygılı bir akıl için kabul edilemeyecek nitelikte şeylerdir.

Yine aynı şekilde Kur’an’da Tanrı’nın, sırf gözü kapalı şekilde boyun eğsinler diye, erkek kullarına “memeleri yeni sertleşmiş ceylan gözlü güzel kızlar”, vaat ettiği yazılıdır ki (örneğin, Rahman Suresi, ayet 46-78; Sad Suresi, ayet 49-52 vs…), Tanrı fikrindeki kutsallığa inanmış bir akıl için, asla geçerli olamaz. Kuşku edilemez ki, saymakla bitmeyecek kadar çok olan bu tür vahiylerle aklın uzlaşabileceğini düşünmek güçtür. Aksine akıl, bunlara karşı her an isyan edercesine muhtemelen şu sorulan sorma ihtiyacındadır: İslamdan başka din ve inançtadırlar diye neden insanlar öldürülsün? Neden onlara karşı düşmanlık beslensin? Neden ana baba ya da kardeşler için, farklı inançtandırlar diye mağfiret dilenmesin? Önemli olan şey, insanlığa yararlı olmak, dürüst olmak, iyiliksever olmak vs… değil midir? İslamdan başka din ve inançta bulunan, iyi, dürüst, insansever kimselere karşı neden sevgi beslenmesin? Neden Tanrı, insanlar arasında köle olanlar ve olmayanlar diye ayrım yapsın ve insan haysiyetiyle bağdaşmayan bu tür bir eşitsizliğe yer vermekle övünsün? Neden Tanrı kadını aşağılasın ve kadını aşağılamanın bütün insanlığı aşağılamak olduğundan habersiz bulunsun? Neden Tanrı insanların gönüllerini açıp onları dilediği gibi Müslüman yapmak gücüne sahip olduğu halde, onlara ganimetten pay ayırmak ya da güzel kadınlar sağlamak gibi usullere başvursun? Öte yandan vahiy, hiçbir şeyi akılcı yoldan ortaya vurmaz. Vahyin ortaya vurduğu verilerde “sebep” ve “illet” ilişkisi ya da “olay” ile “sonuç” arasında nedensel değerlendirme diye bir şey söz konusu olmaz. Örneğin vahiy, “Altın ve gümüş kaplarda yiyip içenlerin karınlarında cehennem ateşi kaynayacaktır” der. Yani, altın ve gümüş kapta yiyip içmenin günah olup yasaklandığını belirtmek ister. Fakat, belirtirken bu yasağı, “olay” ile “sonuç” arasındaki nedensel ilişkilere dayalı olarak değerlendirmez. Akla hitap etmediği için akılcı nitelikteki bir gerekçeye yönelmez. Yine bunun gibi vahiy, “Çorba içerken ya da yemek yerken çanağın ortasından değil, kenarından başlayın” der ve ekler: “Çünkü Tanrı ‘nın inayeti çanağın kenarında toplanmış olup, anasına doğru azalır.” Yine vahiy, “Yemek yerken örtüye dökülen kırıntıları yiyin, aksi takdirde şeytan gelir onları yer” der. Görüldüğü gibi, vahyin yaptırım gücü cehennem ateşiyle ya da cinler ve şeytanlarla korkutmalara dayalıdır ki, gelişmiş bir aklın ciddiye alamayacağı şeylerdir. Çünkü, aklın yaptırım gücü, deney ve diyalektik usullerine dayalıdır. Kişi yaşam kurallarının mantıksal anlamını ve amacını akılcı düşünce yoluyla öğrenmiş olsa, örneğin çorbayı içerken çanağın ortasından değil, kenarından başlamakla dilinin yanmayacağını ve çünkü çanağın kenarlarının orta kısma nazaran daha ılık olduğunu deneysel ve biçimsel mantık yoluyla bellemiş olsa, düşünme gücüne ve yaratıcı zekaya yönelmekte güçlük çekmez. Böylece yaşamını ve davranışlarını akıl ve mantık rehberliğiyle ayarlamak ve fikren gelişmek olasılığını bulur. Öte yandan vahiylerden oluştuğu söylenen Kur’an’da, İslamcıların “ilim” diye tanımladıkları her şey akla ve bilimsel araştırmalara ters düşer nitelikte şeylerdir.

Nice örnekten biri olarak şunu verelim: Kur’an’a göre Tanrı, yeryüzünü (arz’ı) bir döşek yapmış, uzatıp döşemiş ve dağları da birer çivi (ya da “kazık”) olarak çakmış ve şöyle demiş: “Biz yeri bir döşek, dağlan da birer çivi (evtad) yapmadık mı ? ” (Nebe1 Suresi, ayet 6-7; Nazik Suresi, ayet 32). “O, o Tanrı’dır ki, yer’i uzatıp döşemiştir ve onda yerleşik dağlar yapmıştır…” (Rad Suresi, ayet 3). Yeri döşek yapıp uzattığını ve dağlan da çivi (kazık) olarak çaktığını söylemekle Tanrı ne demek istemiştir? Belli değil. Bunun nedenini Tanrı, Kur’an’ın başka yerlerine serpiştirmiş bulunduğunu ayetlerle bildiriyor ve diyor ki, dağlan çivi gibi çakmakla, yeryüzünün (ve içindekilerin) sallanmasını, sarsılmasını önlemiştir: “Tanrı, sizi sallayıp çalkalamasın diye, yeryüzüne, yerleşik dağlar koydu…” (Nahl Suresi, ayet 15).( Aynı doğrultudaki sözler için ayrıca bkz. Enbiya Suresi, ayet 31; Lokman Suresi, ayet 10; Neml Suresi, ayet 61; Fussilet Suresi, ayet 10; Kaf Suresi, ayet 7; Mürselat Suresi, ayet 27; bu konuda bkz. Turan Dursun, age. s.232) Anlaşılan o ki, Tanrı, deprem olmasın ve deprem yüzünden insanlar sarsıntıya ve sefalete uğramasın diye, dağlan, yeryüzüne birer çivi gibi çakıvermiştir. Söylemeye gerek yoktur ki, bu sözlerde akılcı bilime yatkın hiçbir şey yok. Aksine bütün bunlar, aklın bilimsel ve deneysel yollarla cerh ettiği şeylerdir. Üstelik bir de şu var ki, “vahiy” diye öne sürülen bu yukarıdaki sözler, “ilim” olsun diye sarf edilmiş değil, fakat sadece Tanrı’yı putlardan daha güçlü imiş gibi göstermek için Muhammed tarafından Kur’an’a konmuş şeylerdir. Nitekim, Kur’an’da şöyle yazılı: “(Allah) daha nice alametler (yarattı)… O halde yaratan (Allah), yaratmayan (putlar) gibi olur mu? Hala düşünmüyor musunuz?” (Nahl Suresi, ayet 16-17) Dikkat edileceği gibi Tanrı, üstünlüğünü anlatmak için, hani sanki şöyle der gibidir: “Ben yeryüzünü yarattım; sarsılmasın diye üzerine dağlan çivi gibi çaktım. Bunun gibi daha nice alametler yarattım. Şimdi düşünün bir, kere: yaratıcı olan ben mi üstünüm, yoksa yaratma gücünden yoksun olan putlar mı?” Üstelik de üstünlüğüyle putlara meydan okuyan bu Tanrı, kullarıyla adeta alay edercesine, “Hala düşünmüyor musunuz?” diye sormakta! Sanki bu yukarıdaki anlatımlar, akılcı düşünceye yer verir şeylermiş gibi!

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir