Isabel Allende – Ruhlar Evi

Barrabás bize denizden geldi, diye yazdı Clara adındaki çocuk, o güzel, çıtkırıldım yazısıyla. Daha o yaştan önemli konuları defterine yazmak huyundaydı. Sonradan, dilsizlik döneminde, önemsiz olayları da kaydedecekti, elli yıl sonra benim geçmişe el koymak ve kendi ürkülerimi yenmek amacıyla onun defterlerinden yararlanacağımı aklından bile geçirmeyerek. Barrabás eve bir Kutsal Perşembe günü geldi. Sefil bir kafesin içinde, kendi sidik ve pisliğinin kabuklarıyla kaplıydı ve gözlerinde, tümden savunmasız olan mahpusların o perişan, umutsuz bakışı vardı. Gene de kafasının o şahane duruşuyla boyu posu onun gelecekte bir söylenceler devi olacağını haber verir gibiydi. Çocuğun defterine geçireceği olaylar konusunda hiçbir sezinti vermeyen, dingin bir güz günüydü. Bu olaylar San Sebastián kilisesindeki öğle ayini sırasında, bütün ailenin gözleri önünde geçti. Ermişlerin heykelleri yas belirtisi olarak yılda bir kez, cemaatin sofu hanımlarının depodaki bir dolaptan çıkartıp silkeledikleri mor giysilere bürünmüş durumdaydı. Mübarek ermişler toplumu bu giysiler içinde, daha çok, taşımacıları gelip kaldırmasın diye bekleyen bir oda dolusu eşyayı andırırlardı. Yakılan mumlarla tütsü kokusu ve orgun yumuşak iniltileri bile bu izlenimi silmekte yetersiz kalırdı. Başka zamanlarda verem solgunu benizleri, çoktan ölmüş birinin saçlarından örülme perukları, renkli camdan yapılma yakut, inci ve zümrütleri, Floransalı aristokratlarınkine benzeyen şahane giysileriyle dizelenen insanboyu ermiş heykellerinin yerinde şimdi ürkünç, mosmor torbalar yükseliyordu. Yaz giysileri sayesinde görünümü düzelen tek ermiş, kilisenin koruyucu ermişi olan Aziz Sebastián’dı. Çünkü Kutsal Hafta boyunca cemaatin inanmışları onun, oklarla delik deşik olan ve (adeta ayıp bir biçimde büküldüğü için) gözyaşlarıyla kana bulanmış bir eşcinseli andıran gövdesini ve Peder Restrepo’nun mucizeli fırçasıyla her zaman tazelediği (Clara’yı tiksintiyle titreten) yaralarını görmekten kurtulurlardı. Uzun bir pişmanlık ve perhiz haftasıydı bu.


Bu hafta boyunca kâğıt oynanmaz, şehvete ve kişinin kendini dağıtmasına yol açabilecek türden müzik çalınmazdı. Gerçi şeytanın çatallı kuyruğu nedense Katolik tenlerini tüm ısrarıyla dürterdi ama onlar gene de ellerinden geldiğince üzgün durmaya ve tensel zevklerden kaçınmaya dikkat ederlerdi. Perhiz sırasında yumuşak, puf hamur işleri, ağzınıza layık sebze yemekleri, dilde dağılan ‘tortilla’lar ve kent dışındaki çiftliklerden gelme, kocaman peynir tekerlekleri yenirdi. Her aile bu perhizle Peygamberin Çilesini anar, Peder Restrepo’nun her zaman gözlerine soktuğu aforoz edilme korkusu yüzünden ağızlarına bir lokma bile et ya da balık sürmemeye özen gösterirlerdi. Papazın sözüne karşı çıkmayı şimdiye dek hiç kimse göze alamamıştı. Çünkü Tanrı ona, herkesin içinde günahkârları mimlemek için kullandığı upuzun, suçlayıcı bir işaret parmağı ve duyguları alevlendirmekte birebir olan bir ses bağışlamıştı. “İşte bağış kutusundan para çalan kişi!” diye Papaz, kürsüsünden bağırarak parmağını rasgele bir beyefendiden yana uzattı. Beyefendi yüzünü gizlemek için kendini, ceket yakasındaki tozu silkelemeye verdi. “İşte bu da kendini iskelelerde satışa çıkaran hayasız sürtük!” diye papaz bu kez Doña Ester Trueba’yı suçladı. Romatizmadan kötürümleşmiş ve kendini Carmen’li Meryem Ana’nın hizmetine adamış olan Doña Ester bu sözlerin anlamını tam kavrayamayarak ve de iskelelerin nerede olduğunu bilemeyerek gözlerini iri iri açtı. “Pişmanlık getirin ey günah kulları, ey Peygamberimizin ulu özverisine layık olmayan murdar leş kargaları! Oruç tutun! Günahlarınızın bedelini ödeyin!” Meslek ateşine kendini kaptırmış olan papaz kilise büyüklerinin öğretilerine açıkça başkaldırmamakta güçlük çekiyordu. Çağdaşlaşma rüzgârlarına kapılmış olan bu Büyükler, inanmışların kendi kendilerini kamçılamalarına ve dikenli mintan giymelerine karşıydılar. Oysa Papaz Restrepo insan ruhundaki zaafları defetmek için sıkı bir sopalamanın yararlı olduğuna candan inanırdı ve vaaz verirken diline gem vurmamasıyla ün yapmıştı. Sofular onu bir kiliseden ötekine izler, onun, günahkârların cehennemde çektikleri azapları anlatmasını tere batarak dinlerlerdi: bir sürü hünerli işkence araçlarıyla paralanan gövdeler, o hiç sönmeyen alevler, erkeklerin seks organına diş geçiren çengeller, dişi deliklerinden içeri sızan tiksinç sürüngenler… Papazın, cemaatinin yüreğine Allah korkusu salmak için vaazının dokusuna ördüğü daha nice sayısız azap ve işkence. Yeryüzündeki kutsal görevi kilisesini dolduran tembel Creole sürülerinin vicdanını uyarmak olan bu papazın Galiçya üslubuyla okuduğu sözlerde, Şeytan Hazretlerinin bile en mahrem sapıklıkları sayılıp dökülürdü.

Severo del Valle bir dinsiz ve mason’du. Neylesin ki siyasal hırsları olduğundan pazar ve yortu günlerinde, herkese kendini gösterebileceği en kalabalık ayinleri atlama lüksünü kaldıramazdı. Karısı Nivea ise Tanrıyla aracısız alışveriş etmeyi yeğlerdi. Papaz cüppelerine karşı derin bir güvensizlik duyar, cennet, cehennem tanımlamalarını dinlemekten sıkılırdı. Ne var ki kocasının siyasal hırslarını o da paylaşıyor, kocası Kongrede bir üyelik koparırsa kendisinin de, en sonunda, kadınlar için oy hakkı koparabileceğini umuyordu. Bu uğurda son on yıldır, sayısız gebeliklerinin kendini kösteklemesine izin vermeden savaşmaktaydı. Bu Kutsal Perşembe ayininde Peder Restrepo dile getirdiği kıyamet düşlemleriyle dinleyenleri tahammül sınırlarının sonuna değin getirmişti ve artık Nivea’nın başı dönmeye başlıyordu. Acaba gene gebe miyim, diye düşündü. Sirkeyle yıkanmaya ve öt suyuyla kazınmaya karşın, on biri hâlâ hayatta olan on beş çocuk doğurmuştu. Ne var ki artık olgunlaşma çağına eriştiğine inanması için ortada sağlam nedenler vardı, çünkü en küçük çocuğu olan kızı Clara on yaşındaydı. O şaşırtıcı doğurganlığının selleri en sonunda çekilmeye başlamış gibiydi. Şu sıradaki rahatsızlığını Peder Restrepo’nun Pharisee’lere ilişkin bir noktayı vurgulamak için parmağıyla onu göstermiş olmasına yorabilirdi: Pharisee’ler medeni nikâhla piçleri yasallaştırmaya kalkmışlar ve bu yoldan aileyi, anavatanı, özel mülkiyeti çökertmişler, kadınları erkeklere eşit sayarak, bu konuda son derece açık seçik olan Tanrı buyruğuna karşı çıkmışlardı. Çocuklarıyla birlikte Nivea ile Severo kilisede tam üç sıralık yer tutuyorlardı. Clara annesinin yanında oturmaktaydı. Papaz ne zaman tensel günahların üzerinde fazlaca dursa Nivea sabırsızlanarak kızının elini sıkıyordu.

Çünkü bu tür sözlerin yalnızca, kızının kendi imgeleminde, gerçeği aşan birtakım sapıklıkları daha büyük bir açıklıkla canlandırmasına yarayacağını biliyordu. Clara yaşına göre çok akıllıydı ve ailesinin ana tarafındaki bütün kadınların dizginsiz düş gücünü almıştı. Bu, onun sorduğu ve kimsenin yanıtını bilemediği sorulardan belliydi. Kilisenin içindeki ısı yükselmişti; mumların, tütsünün ve et et üstündeki kalabalığın keskin kokusu birleşerek Nivea’nın bitkinliğini artırmaya yarıyordu. Nivea törenin hemen bitmesini istiyordu ki kendi serin evine dönüp eğreltiotlarının arasında oturabilsin ve Dadı’nın yortu günlerinde her zaman hazırladığı bademli arpa suyundan içebilsin. Dönüp çocuklarına baktı. Küçükler, pazarlık giysileri içinde yorgun ve kaskatı duruyorlardı, büyükler oturdukları yerden kımıldamaya başlamışlardı. Nivea’nın bakışları Rosa’nın üstünde eylendi, hayattaki kız evlâtlarının en büyüğü. Ve Nivea her zamanki gibi gene şaşkınlığa uğradı. Kızın garip güzelliğinde annesinin bile ayrımlamadan edemediği tedirgin edici birşeyler vardı, çünkü bu kız öteki insanlardan bambaşka bir kumaştan biçilmiş gibiydi. Doğumdan önce bile Nivea onun bu dünyalı olmadığını biliyordu, çünkü rüyalarında görmüştü onu. İşte bu yüzdendir ki çocuğun ana rahminden çıktığı sırada ebenin bir çığlık koparmasına Nivea şaşmamıştı. Doğduğu zaman Rosa bembeyaz ve düzgündü, hiç kırışıksız, taşbebekler gibi. Yeşil saçları ve sarı gözleri vardı. Havva’nın günahından bu yana yeryüzünde dünyaya gelen en güzel yaratık, demişti ebe, haç çıkararak.

Daha ilk banyosunda Dadı onun saçlarını papatya suyuyla yıkamış, bu da çocuğun saç rengini yumuşatarak eski tunçlara benzetmişti. Dadı, onu yıkadıktan sonra, cildi gerginleşsin diye hep çırılçıplak güneşe yatırırdı. Kızın cildi göğsüyle koltuk altlarında saydam duruyor ve gizli kas dokularıyla damarları görünüyordu. Ne var ki Nivea’nın bir melek dünyaya getirmiş olduğuna ilişkin söylentilerin yayılmasını Dadı’nın çingene öğretisi olan önlemleri bile engelleyemedi. Nivea gelişiminin bundan sonraki aşamalarında kızının birkaç kusur peydahlayacağını umuyordu, ama böyle bir şey de olmadı. Tersine, şimdi on sekizinde olan Rosa hâlâ incecik ve kusursuzdu. Deniz yaratıklarını andıran kıvraklığı azalmak şöyle dursun artmıştı. Teninin yer yer mavi ışıyan rengiyle saçlarının yeşili gibi, ağır hareketleri ve sessizliği de görene deniz canlılarını çağrıştırıyordu. Rosa’da balığımsı bir şey vardı (pullu bir kuyruğu olsa deniz kızı olacaktı), gene de iki bacağı onu, söylence yaratıklarıyla insan arasındaki silik çizgide tutuyordu. Her şeye karşın genç kız hemen hemen normal bir yaşam sürmüştü. Nişanlıydı ve günün birinde evlenecek, o zaman güzelliğinin sorumu kocasına geçecekti. Rosa başını eğince bir güneş ışını kilisenin vitraylı gotik pencerelerini delip geçti ve genç kızın yüzünü bir ışıktan aylayla çerçeveledi. Birkaç kişi dönüp ona baktılar ve kendi aralarında fısıldaştılar, ne var ki Rosa bundan habersiz gibiydi. Kibirle ilişkisi zaten yoktu ve o gün her zamankinden daha dalgın duruyor, kafasında, masa örtüsüne işlemek için yeni yeni hayvanlar tasarlıyordu: yarı kuş, yarı memeli olan, yanar-döner tüylerle kaplı, boynuzlu tırnaklı yaratıklar, güdük kanatları, şişman gövdeleriyle biyoloji ve aerodinamik kurallarına meydan okuyor… Rosa nişanlısı Esteban Trueba’yı pek az düşünürdü, sevmediği için değil de unutkanlığından; hem zaten iki yıl ayrılık uzun bir zaman parçasıdır. Esteban kuzeydeki madenlerde çalışıyordu.

Rosa’ya düzenli olarak mektup yazıyor, Rosa da kimi zaman bunlara karşılık veriyordu; şiir dizeleri ve parşömen kâğıdına kopya çektiği çiçek resimleri yolluyordu. Nivea’nın düzenli aralıklarla, kimseye sezdirmeden denetlediği bu mektuplaşma yoluyla Rosa, bir madencinin yaşantısındaki tehlike ve güçlükleri öğrenmişti: hiç eksilmeyen göçük korkusu, ulaşılmaz damarların peşinde koşmak, gelecekte açılacak olan şansa karşı kredi istemek ve günün birinde harika bir altın damarına rastlayarak bir gecede zenginleşip Rosa’yı elinden tuttuğu gibi papazın karşısına çıkarmanın ve böylelikle evrenin en mutlu insanı olmanın hayâllerini kurmak. Esteban mektuplarının sonunda hep böyle yazıyordu. Ne var ki Rosa’nın evlenmekte acelesi yoktu; vedalaşırken alıp verdikleri tek öpücüğü unutmuş gibi bir şeydi ve ısrarlı sevgilisinin gözlerinin rengini de anımsayamıyordu. Tek okuduğu kitap türü olan romantik romanlar yüzünden onu gözlerinin önünde, kalın çizmeler giymiş, teni çöl rüzgârlarıyla bronzlaşmış durumda, toprağı deşerek korsan defineleri, İnka takıları, İspanyol sikkeleri ararken canlandırıyordu. Nivea istediğince maden zenginliğinin kayalarda gizli olduğunu onun kafasına sokmaya çalışsın, boşuna. Çünkü Esteban Trueba’nın yıllar yılı taş parçaları yığıp Tanrı bilir hangi insafsız ateşlerle eriterek sonunda bir gram altın sızdırmaya çalışması, Rosa’nın aklının almayacağı bir şeydi. Bu arada genç kız nişanlısını hiç canı sıkılmadan bekliyor, üstlenmiş olduğu muazzam işten de hiç yılmıyordu: dünyanın en büyük masa örtüsünü işlemek. İşe kedi, köpek, kelebekle başlamıştı, ama çok geçmeden düşgücü gemi azıya almış ve iğnesi olanaksız yaratıklarla dolu koskoca bir cennet bağı doğurmuştu. Bu yaratıklar genç kızın babasının kaygılı gözleri önünde biçimleniyordu. Severo’ya sorarsanız, kızının üstündeki gevşekliği silkip atmasının, ayaklarıyla sımsıkı gerçeğe basmasının ve evliliğe hazırlık olarak ev hanımlığı öğrenmesinin zamanıydı. Gel gör ki Nivea bambaşka düşünüyordu. Dünyasal istemlerle kızını sıkmamayı yeğliyordu, çünkü içindeki bir önsezi ona kızının göksel bir varlık olduğunu, bu dünyanın kaba didişmesine pek uzun dayanamayacağını söylüyordu. Bu yüzden Nivea kızını nakış iplikleriyle başbaşa, rahat bırakıyor, onun işlediği hayvanlı karabasan üstüne hiç laf söylemiyordu. Nivea’nın korsesindeki bir kemik kurtuldu ve ucu kaburgasına battı.

Yüksek dantel yakası, dar kollarıyla mavi kadife elbisesinin içinde boğulacak gibi oluyordu. Elbisenin beli öylesine sıkıydı ki Nivea kemerini çıkartınca midesi yarım saat kıvrılıp bükülür, iç organları anca yerli yerine otururdu. Nivea kadın haklarını savunan arkadaşlarıyla bu konuyu çok kereler konuşmuştu. Kadınlar elbiseleriyle saçlarını kısaltıp korse giymekten vazgeçene kadar, doktor da olabilseler, oy da kullanabilseler hiçbir şey değişmeyeceği çünkü bu şeyleri yapmaya güçlerinin yetmeyeceği konusunda hepsi de görüş birliği içindeydiler. Şu var ki modadan ilk vazgeçenler arasında olmaya Nivea’nın yüreği yoktu. Şimdi o Galiçyalı sesin beynini oymaktan vazgeçtiğini Nivea ayrımladı. Dayanılmaz sessizliklerin uzmanı olan papazın vaaz sırasında sık sık ve son derece etkinlikle kullandığı aralardan biriydi. Tutuşmuş bakışları cemaat üyelerinin yüzlerini teker teker tarıyordu. Nivea Clara’nın elini bıraktı ve ensesinden aşağı süzülmekte olan bir damla teri silmek için kol yeninden bir mendil çekip çıkardı. Sessizlik ağdalaşmış, kilisenin içinde zaman sanki durmuştu ama Peder Restrepo’nun dikkatini çekmek korkusundan hiç kimse ne öksürüyor ne de kıpırdanıyordu. Papazın son söylediği tümceler sütunlar arasında hâlâ yankılanmaktaydı. İşte tam o sırada, Nivea’nın yıllar sonra bile anımsayabileceği gibi, bütün bu gerginlik ve sessizliğin orta yerinde, küçük Clara’nın sesi tüm duruluğuyla yükseldi. “Hişşt! Peder Restrepo! Şu cehennem masalı eğer yalansa hepimiz boku yedik demektir, öyle değil mi, biz…” Cizvit papazının, başkaca işkenceleri tanımlamak için kaldırmış olduğu işaret parmağı, bir yıldırım-çeker gibi başının üstünde asıldı kaldı. Kilisedekiler soluk alamaz oldular, başları önlerine düşmüş olanlar uyandı. İlk tepki Señor ve Señora del Valle’den geldi.

Çocuklarının kıvıldamaya başladığını görünce içlerini panik bürümüştü. Çevrelerinden topluca kahkaha yükselmeden ya da Tanrısal bir kıyamet kopmadan eyleme geçmesi gerektiğini Severo anlamıştı. Karısını kolundan, Clara’yı da ensesinden kavradığı gibi peşinden sürüyerek, kocaman adımlarla kiliseden dışarı çıktı. Öteki çocukları da onun peşinden davranarak kapıya doğru bir koşu kopardılar. Papaz, gökten onların hepsini taşa çevirecek bir yıldırım düşmesini ayarlamaya fırsat bulamadan kaçmayı başardılarsa da kapı eşiğinde, onun öfkeli melaikeleri andıran ürkünç sesini duydular: “Şeytan… Bu çocuğun ruhunu şeytan ele geçirmiş!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir