Evet buydu. Kesinlikle bu. Geçen ay Vogue dergisinde gördüğü Prada marka ayakkabılar. Takımı tamamlayacak kibar, ağırbaşlı bir ayrıntı. Kafasında tasarladığı elbiseyle –Dragon Sokağı’ndan satın aldığı şu anlamsız siyah elbise– mükemmel olacaktı. Kısacası tuhaf. Gülümsedi. Jeanne Korowa çalışma masasının ardında gerindi. Nihayet akşam giyeceği kıyafeti bulmuştu. Hem görünüm olarak hem de ruhen. Bir kez daha cep telefonuna baktı. Mesaj yoktu. Midesi sıkıntıyla kasıldı. Öncekilerden daha şiddetli, daha ağrılı bir kasılma. Neden aramıyordu? 16 saatten fazla olmuştu. Bir akşam yemeğini teyit etmek için çok uzun bir süre değil miydi bu? Şüphelerini bir kenara bıraktı ve Montaigne Caddesi’ndeki Prada mağazasına telefon etti. Ayakkabılar mağazanın stokunda var mıydı? 39 numara? Saat 19.00’dan önce orada olacaktı. Kısa bir ferahlama hissetti. Sonra hemen başka bir huzursuzluğa kapıldı. Daha şimdiden hesabından 800 avro harcamıştı… Bu yeni alış verişle yapacağı harcama 1 300 avroyu geçecekti. Mayısın 29’uydu. İki gün içinde maaşı hesabına yatacaktı. 4 000 avro. İkramiyeler dahil, bir sent fazla değildi. Bir kez daha, şimdiden üçte birini harcadığı maaşıyla ayın sonunu getirecekti. Buna alış kındı. Uzun zamandan beri, hesabındaki açıkla ustaca yaşamayı öğrenmişti. Gözlerini kapattı. Kendini parlak ökçeler üzerinde yürürken hayal etti. Bu akşam, bir başka olacaktı. Farklı. Işıltılı. Büyüleyici. Gerisi çocuk oyuncağıydı. Yakınlaşma. Barışma. Yeni bir başlangıç… Ama neden aramıyordu? Halbuki bir önceki akşam kendisiyle yeniden temas kuran oydu. Elektronik posta kutusunu açtı ve e-mail’lerine baktı, belki bu yüzüncü bakışıydı. Kelimelerle her şeyi söyleyebiliriz. Kuşkusuz, aklımda tek bir şey yok. İkimiz akşam yemek yiyebilir miyiz, yarın? Seni ararım ve gelip adliyeden alırım. Ben senin kralın, sen de benim kraliçem olacaksın… Son kelimeler, David Bowie’nin bir şarkısına, “Heroes”a bir göndermeydi. Bu, rock starın birçok bölümünü Fransızca söylediği bir şarkıydı. Halles Mahallesi’ndeki bir müzik mağazasında o plağı buldukları günü hatırlıyordu. Onun gözlerinde mutluluk vardı. Bir gülümseme… O anda Jeanne başka bir şey istemezdi. Her zaman gözlerinde o pırıltıyı sağlamak ya da sadece o pırıltıyı korumak. Tıpkı Eski Roma’da, tapınaktaki kutsal ateşi korumakla görevli Vesta Rahibeleri gibi. Telefon çaldı. Ama cep telefonu değildi çalan. Sabit hattı. – Alo? – Violet. Jeanne hemen yeniden resmi kimliğine büründü. – Ne durumdayız? – Kötü. – İtiraf etti mi? – Hayır. – Ona tecavüz etti, kahretsin, öyle değil mi? – Kızı tanımadığını söylüyor. – Kız, patronunun kızı değil mi? – Annesini de tanımadığını söylüyor. – Tersini ispatlamak kolay, öyle değil mi? – Bu vakada kolay olan hiçbir şey yok. – Ne kadar vaktimiz var? – Altı saat. Âdeta başladığımız noktadayız. On sekiz saat boyunca hiç renk vermedi. – Pislik. – Aynen öyle. Tamam. Ben geri dönüp sorguya devam edeyim. Ama bir mucize olmadığı sürece, çok zor… Jeanne telefonu kapattı ve kayıtsızlığını düşündü. Dosyanın taşıdığı önem –küçük bir kıza tecavüz ve uygulanan şiddet– ile hayatındaki anlamsızlıklar –akşam yemeğine gitmek veya gitmemek– arasında bir uçurum vardı. Ama yine de akşamki randevusundan başka bir şey düşünemiyordu. Yargıçlık okulundaki ilk eğitimlerden biri de bir video görüntüsünün teknik açıdan izlenmesiydi: Bu, bir güvenlik kamerası tarafından kaydedilmiş bir suçüstü görüntüsü olurdu. Daha sonra her yargıç adayından gördüklerini anlatması istenirdi. Filmi izleyen kişi sayısı kadar farklı yorum olurdu. Arabanın markası, rengi değişirdi. Saldırganların sayısı artar veya eksilirdi. Olayların seyri hiçbir zaman aynı olmazdı. Anlatım biçimleri de değişirdi. Objektiflik yoktu. Adalet insani bir olaydı. Kusurları olan, değişken, sübjektif. Jeanne gayriihtiyari cep telefonunun ekranına yeniden baktı. Hiçbir şey yoktu. Gözlerinin dolduğunu hissetti. Sabahtan beri telefon bekliyordu. Kafasında kuruyor, saçma sapan şeyler düşünüyor, aynı düşünceler, aynı umutlar etrafında dolanıp duruyor, ardından büyük bir sıkıntıya kapılıyordu. Birkaç kez aramak için teşebbüste bulunmuştu. Ama hayır. Bu söz konusu bile olamazdı. Kendine hâkim olmalıydı… Saat 17.30 olmuştu. Birden paniğe kapıldı. Her şey bitmişti. Bu akşam yemeği vaadi, bir cesedin son çırpınışlarıydı. O geri dönmeyecekti. Bunu kabullenmeliydi. “Yokluğuna alışmalıydı.” “Toparlanmalıydı.” “Kendisiyle ilgilenmeliydi.” Onun gibi zavallı kızların sıkıntısını dile getiren saçma sapan sözler, hiçbir anlamı olmayan ifadeler. Hep baştan savılan, üzüntülü, kaygılı kızların ifadeleri. Stabilosunu masaya fırlattı ve ayağa kalktı. Ofisi Nanterre Asliye Ceza Mahkemesi’nin üçüncü katındaydı. Toz ve matbaa mürekkebi kokan dosyalarla dolu, 10 metrekare büyüklüğünde bir odaydı ve içeride iki masa –kendi masası ve zabıt kâtibesi Claire’inki– vardı. Sıkıntısını kendi kendine yaşayabilmek için ona saat 16.00’da izin vermişti. Pencerenin önünde durdu, Nanterre Parkı’nın küçük tepelerine, yamaçlarına baktı. Küçük vadilerin yumuşak çizgileri ile gür ve bakımlı çimenler görülüyordu. Sağ tarafta gökkuşağı tonlarında siteler, daha da uzakta, “Prefabrikasyon ekonomik bir zorunluluktur, ama insanlarda kendilerinin de prefabrike olduğu duygusunu uyandırmamalıdır” diyen mimar Émile Aillaud’nun “bulut kuleleri.” Jeanne, Aillaud’nun bu sözünü seviyordu. Ama sonucun mimarın düşündüğü gibi olduğundan şüpheliydi. Her gün bu boktan sitelerden ofisine ardı arkası kesilmeksizin dava dosyaları geliyordu: hırsızlık, tecavüz, gasp, uyuşturucu… İnsanlar prefabrike değildi, bu doğruydu. Gelip masasına oturdu. Midesi bulanıyordu, bir Lexomil yutmadan ne kadar dayanabileceğini merak etti. Gözleri masasının üzerindeki mektuplara takıldı. Versailles İstinaf Mahkemesi. Nanterre Asliye Ceza Mahkemesi. Madam Jeanne Korowa’nın ofisi. Nanterre Asliye Ceza Mahkemesi nezdinde sorgu yargıcı. Sürekli olarak, kendisini niteleyen, çoğunlukla basmakalıp sözler işitiyordu. Döneminin en genç mezunu. “Devamlı yükselen genç yargıç.” Eva Joly’lerin, Laurence Vichnievsky’lerin tahtına aday biri. Tabii bunlar kariyerine ilişkindi. Ama özel hayatında sonuç tam bir başarısızlıktı. Otuz beş yaşındaydı. Hiç evlenmemişti. Çocuğu yoktu. Hepsi bekâr birkaç kız arkadaşı vardı. VI. Bölge’de üç odalı bir evde oturuyordu. Hiç birikimi yoktu. Ailesinden hiçbir şey kalmamıştı. Gelecekle ilgili herhangi bir planı yoktu. Hayatı, bir su gibi parmaklarının arasından akıp gitmişti. Ve artık, restoranlarda ona “matmazel” yerine “madam” diye hitap etmeye başlamışlardı. Lanet olsun. İki yıl önce dibe vurmuştu. Zaten acı bir tadı olan hayat artık ona iyice tatsız gelmeye başlamıştı. Depresyon. Hastaneye yatma. O dönemde yaşamak sadece “acı çekmek”ti. Bu iki kavram tamamen eşdeğer, tamamen eşanlamlıydı onun için. Tuhaf bir şekilde, hastanede yattığı günlerle ilgili iyi bir hatırası vardı. Her ne olursa olsun hâlâ taze bir hatıra. Üç haftayı uykuda geçirmiş, ilaçlarla ve bebek mamalarıyla beslenmişti. Gerçek dünyaya dönmesi ise yavaş yavaş olmuştu. Antidepresanlar. Psikanaliz… Bu dönemi, görünmez bir boşluk olarak içinde muhafaza ediyor, günlük sıkıntılarından ilaçlarla, psikolojik destekle, açık havada yaptığı gezintilerle kurtulmaya çalışıyordu. Ama kara delik orada, hep yakınındaydı, sürekli olarak onu çeken manyetik bir alan gibi… Çantasında Lexomil kutusunu aradı. Bir hapı bütün olarak dilinin altına yerleştirdi. Eskiden hapın dörtte birini alırdı, ama ilacın alış kanlık yapmasından ötürü artık tam doz ancak yetiyordu. Koltuğuna gömüldü. Bekledi. Göğsüne baskı yapan ağrının hızla geçtiğini hissetti. Soluk alıp verişleri düzene girdi. Düşünceleri yoğunluğunu kaybetti. Kapı vuruldu. İrkildi. Uykuya dalmak üzereydi. Piyedöpul ceketiyle Stéphane Reinhardt eşikte belirdi. Saçı başı dağınıktı. Sıkıntılı bir hali vardı. Tıraş olmamıştı. Asliye ceza mahkemesinin yedi sorgu yargıcından biriydi. Onlara “yedi paralı asker” diyorlardı. Reinhardt cinsel cazibesi yüksek biriydi. Yul Brynner’dan ziyade Steve McQueen’i andırıyordu. – Mali davalarla ilgilenen nöbetçi yargıç sen misin? – Gerektiğinde. Üç hafta önce, uzmanı olmadığı bu alanı üstüne yıkmışlardı. Terörle veya gaspla ilgili davalar da olabilirdi. – Sen misin, değil misin? – Benim. Reinhardt elindeki yeşil şömizli karton dosyayı salladı. – Savcılık karıştırmış, bu Hİ’yi bana yollamışlar. “Hİ”, ilk soruşturmanın ardından savcı veya yardımcısı tarafından kaleme alınan hazırlık iddianamesiydi. Dava dosyasını oluşturan ilk belgelerin –polis tutanakları, mali işletme raporları, isimsiz mektuplar– de ilişikte yer aldığı resmi bir evraktı… Şüphe uyandıran ne varsa tümü. – Sana bir kopya çıkardım, diye devam etti Reinhardt. Hemen inceleyebilirsin. Orijinalini bu akşam onlara geri yollayacağım. Yarın sana ulaştırırlar. Ya da birkaç gün bekler ve bir sonraki nöbetçi yargıca veririm. Ne dersin? – O ne ki? – İmzasız bir rapor. Her şeyden önce küçük bir siyasi skandal. – Hangi tarafa ait? Reinhardt sağ elini şakağına doğru kaldırdı, komik bir şekilde hazır ola geçti. – Tamamen sağa, generalim! Onun bu içten hareketi bir anda Jeanne’ın tüm bedenine nüfuz etti, içini inanç ve umutla doldurdu. İşi. İtibarı. Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle yargıçlık statüsü. Masanın üzerinden elini uzattı. – Gönder. 2 Thomas’yı bir sergi açılışında tanımıştı. Tam tarihi hatırlıyordu. 12 mayıs 2006. Yeri de. Sol Yaka’da, fotoğraf sergisi için düzenlenmiş büyük bir apartman dairesiydi. Jeanne’ın görünüşü kendine özgüydü. Hint işi bir tunik. Hareli gri bir kot pantolon. Motosiklet sürücülerininki gibi, gümüş tokalı çizmeler. Jeanne duvardaki fotoğraflara bakmamıştı bile. Tüm dikkatini hedefine yöneltmişti: fotoğrafçıya. İçindeki her türlü direnci kırmak için şampanyaları art arda yuvarlamıştı. Avını seçtikten sonra, kendini kapıp koyuvermeyi ve sırası geldiğinde de av olmayı seviyordu. “Killing me softly with his song.” Fugees’in[1] bu versiyonu içerideki gürültü patırtının üzerinde yankılanıyordu. Korkularından, çekincelerinden, sıkılganlıklarından kurtaracak zihinsel striptizi için kusursuz bir parça… Tüm bunlar, bir büstiyer veya bir string gibi başının üstünde uçuşuyordu: Bu arzunun özgürlüğüydü. Bir yandan da arkadaşlarının uyarıları hâlâ kulaklarında çınlıyordu: “Thomas mı? Bir çapkın. Bir kadın avcısı. Bir pislik.” Gülümsüyordu. Her şey için artık çok geçti. Şampanya bağışıklık sistemini uyuşturuyordu. Adam ona yanaşmıştı. Baştan çıkarma numaralarına başlamıştı bile. Aslında son derece sıradandı. Ama şakalarının altındaki arzusu belli oluyordu. Ve kadının gülüşlerinin altında da cevap gizliydi. Bu tanışmayla birlikte yanlışlıklar da başlamıştı. İlk cinsel ilişki çok çabuk olmuştu. Arabada, aynı akşam. Ve aklını henüz yitirmemişken annesinin söylediği şey gerçekleşmişti: “İlk cinsel ilişki, kadın için hikâyenin başlangıcıdır. Erkek içinse, sonun başlangıcı.” Jeanne bu kadar çabuk teslim olduğu için kendine kızıyordu. Kısık ateşte sos hazırlamayı bir türlü öğrenememişti… Hak ettiğinden fazlasını verdiğini düşündüğünden, Jeanne birkaç hafta boyunca onu reddetmişti, bu da aralarında gereksiz bir gerilime yol açmıştı. Karşılıklı rollerde de değişiklik olmuştu. Arayan artık oydu. Reddedense Jeanne. Belki de kendini koruyordu. Bedenini verdiği anda kalbini de vereceğini biliyordu. Ve gerçek bağımlılığın başlayacağını da. Thomas iyi bir fotoğrafçıydı, hakkını teslim etmek gerekiyordu. Ama hepsi o kadar. Ne yakışıklı ne de çirkindi. Sempatik de değildi. Cimri. Egoist. Tembel, evet. Erkeklerin çoğu gibi. Aslında Jeanne ile onun, sadece tek bir ortak noktası vardı: haftada iki kez gittikleri psikanaliz seansları. Ve tedavi etmeye çalıştıkları derin yaraları. Düşündüğünde, bu yıldırım aşkını sadece dış etkenlerle açıklayabiliyordu. Uygun mekân. Uygun zaman. Hepsi o kadar. Tüm bunları biliyordu, ama yine de, sürekli bir otohipnoz uygulayarak Thomas’da birçok nitelik bulmaya devam ediyordu. Dişil aşk: tavuğun yumurtadan çıktığı tek alan. Bu onun tek hatası değildi. Yanlış adamları bulma konusunda özel bir yeteneği vardı. Hatta kaçıkları. Jeanne evine geceyi geçirmek için gittiğinde su ısıtıcısını kapatan şu avukat gibi. Sıcak bir duş aldıktan sonra Jeanne’ın sevişmeden uyuduğunu gözlemlemişti. Ya da Jeanne’dan webcam karşısında striptiz yapmasını isteyen şu bilgisayar mühendisi. Jeanne yaptığı striptizi başkalarının da izlediğini anladığında buna bir son vermişti. Veya beyaz keçe eldivenlerle metroya binen ve kitapçılardan kelepir kitaplar çalan şu silik editör. Başkaları da vardı. Hem de bir sürü… Tüm bu hastalıklı adamları bulmak için ne yapmıştı? Bu kadar hatanın tek bir gerçek nedeni vardı: Jeanne aşka âşıktı. Küçük bir kızken Jeanne’ın sürekli dinlediği bir şarkı vardı: “Vazgeçme ondan / O çok kırılgan / Özgür bir kadın olmak / Çok kolay değil, biliyorsun…” O yıllarda, bu sözlerdeki ironiyi anlamıyordu, ama şarkının, geleceğine damga vuracağı içine doğuyordu. Haklıydı. Bugün, Jeanne Korowa, Parisli, başına buyruk, özgür bir kadındı. Ve bu o kadar da kolay değildi… Sürekli doğru yolda olup olmadığını sorgulayarak davadan davaya, araştırmalardan tanık dinlemeye koşturuyordu. Tüm bunlar hayalini kurduğu hayat mıydı? Bazen dalavereci bir yaratık olduğundan kuşku duyuyordu. Onu erkeklerle eşit olması gerektiğine inandırmışlardı. İşine dört elle sarılmalıydı. Duygularını arka plana atmalıydı. Ama kendine çizmek istediği yol gerçekten bu muydu? Onu öfkelendiren şey, bu duruma yol açanların yine erkekler olmasıydı. Şehirli kadınları, o denli duygusal umutsuzluğa mahkûm etmişlerdi ki, onlar da en büyük duygusal rüyalarını, Liebestraum’larını, çocuk doğurma misyonlarını terk etmek zorunda kalmışlardı. Tüm bunlar ne içindi? Erkeklerin mesleki alandaki kırıntılarını toplamak ve akşamları bir kadeh beyaz şarapla Lexomil içip televizyon dizileri karşısında hayal kurmak için mi? Merhaba evrim! İlk başlarda, Thomas’yla modern mükemmel bir çift oluşturuyorlardı. İki ayrı ev. İki ayrı banka hesabı. İki ayrı vergi kâğıdı. Hafta içinde birlikte geçirilen birkaç akşam ve zaman zaman, Deauville’de veya başka bir yerde aşk dolu bir hafta sonu. Jeanne rahatsızlık verici bazı sözcükler –“karşılıklı vaat”, “birlikte yaşama” ve hatta daha da ileri giderek “çocuk”– sarf ettiğinde reddedilmişti. Tereddütler, oyalamalar, süre isteme gibi savunma taktikleriyle karşılaşmıştı… Ve mutsuzluk, hiçbir zaman tek başına gelmediğinden şüpheleri de yanında getirmişti. Onunla görüşmediği akşamlarda Thomas ne yapıyordu? Yangınlarda, bazen, uzmanların flashover diye adlandırdığı bir olay meydana gelir. Kapalı bir odada, alevler bütün oksijeni tüketir, sonra kapıların altından, pervazların aralıklarından, duvar yarıklarından dışarıdaki havayı emmeye başlar, duvarları, pencere çerçevelerini, camları soğurarak her şeyi paramparça edene kadar bir büzüşmeye yol açar. Böylece dışarıdan içeri doğru başlayan oksijen akını yangını besler, bu da alevlerin artmasına ve patlamaya neden olur. Bu flashover’dır. Jeanne’ın başına gelen de tam olarak buydu. Kalbini bütün umutlara kapata kapata tüm kaynaklarını tüketmişti. Beklentilerinin üzerine kapatılan her kapı, çekilen her sürgü, sonunda onu soluksuz bırakmış; öfkeyi, sabırsızlığı, amansız bir gerekliliği açığa çıkarmıştı. Jeanne şirret bir kadına dönüşmüştü. Thomas’yı sıkıştırmıştı. Ültimatomlar vermişti. Ve tahmin edilen sonuç gerçekleşmişti. Adam ortadan kaybolmuştu. Sonra geri gelmiş. Ardından yine gitmişti… İlişkileri, lime lime olana kadar tartışmalar, baştan savmalar, kaçışlar sürüp gitmişti.
Jean-Christophe Grangé – Ölü Ruhlar Ormanı
PDF Kitap İndir |