İsmet Özel – Bakanlar ve Görenler

Büyük bir sefer düzenlemişsiniz, bir deniz savaşı yapmak üzere hazırlanmanız gerekli. Büyük gemileriniz var, kalyonlarınız, kadırgalarınız var. Gemilerinizin belki yelkenleri atlastan, halatları, palamarları ibrişimden belki. Toplarınız yeter sayıda, askerleriniz de çok, belki gereğinden bile fazla. Lâkin adamlarınız denizci değil, onlar tecrübeli birçok kara savaşı görmüş piyadelerdir. Çok iyi kılıç kullanmayı biliyorlar, düşmanın önünde hiç yılmadan bahadırlık gösterebiliyorlar. Ama bir kusuru var bu askerlerin: Hiçbiri deniz görmemiş. Hiçbiri yüzme bilmiyor. Daha da kötüsü bu askerlerin hepsini deniz tutuyor. Yapmanız gereken savaş deniz savaşı, düşmanla deniz üzerinde karşılaştığınız zaman ise suyun dalgalı olması muhtemel. Deniz sakin bile olsa savaş durumunda gemi mutlaka yalpa yapacak. Deniz savaşı yapacaksınız bu yüzden sefer düzenlediniz, gemiler hazırlattınız zaten. Sizin düşmanlarınız karada değil. Nedense sizinle savaşa gelecek hiç bir bahriyeli bulamadınız. Bahriyeliler ya ticaret gemilerinde iş bulmuşlar, edeple-riyle tacirlere hizmet ediyorlar.


Edepsizlikten hoşlanan bahriyeliler de korsanlığı seçmişler. Eğer gemileriniz için bahriyeli edinmek istiyorsanız tacir gemilerinin önünü kesmek veya korsan7 ları yenip esir almak zorundasınız. Her halükârda işiniz denizde sizin. Savaş yapacaksınız, denizde yapacaksınız, çaresi yok. Deniz savaşını piyadeler yardımıyla yapmak zorunda olduğunuzu biliyorsunuz. Piyadeler de kayıtlarını yaptırmışlar gemilerinize. Yani herkes iyi niyetli. Lâkin deniz görmemiş bu insanların ilk dalgalanmada güverteyi berbat edişlerini müşahede etmeniz kaçınılmaz. Deniz tutuyor sizin askerleri. Müslümanların yaşadığımız dünyadaki durumları aşağı yukarı sağlam ve güçlü bir gemide bulunan bir piyadenin durumuna yakındır. İtikadı sağlam, yani kılıç kullanmakta üstüne yok. Askerliği de fevkalade. Ama piyade olduğunu hiç hesaba katmadan denize açılmak istiyor. Halbuki o denizlerde yalnızca tacirler ve korsanlar var, sadece onlar rahatlıkla seyredebiliyorlar. Tüccarlaşmadan ve korsanlaşmadan zaten o denizlerde barınmanın imkânı yok.

Hele bir de denizcilikten anlamıyorsanız su üstünde bahadırlık göstermek yerine beceriksizlik göstereceksiniz demektir. Geçelim bir başka mesel sunmaya: Adam, İstanbul’dan Edirne’ye gitmek istiyorum diyor. Ama Sirkeci garına gideceği yerde Haydarpaşa’ya doğru yol almış. Diyorsunuz ki ona: Kardeşim, gerçekten Edirne’ye gitmek istiyorsan Boğaz’ın karşı yakasında bulunman gerekir. Adam: Hayır, diyor, ben buradan kalkan trenle Edirne’ye gideceğim. Sonra peronlardan birinde bulunan bir trene biniyor. Bakıyorsunuz o tren üzerinde Ankara’ya gideceği yazılı. Yine ikaz ediyorsunuz: Bu tren Ankara’ya gidiyor, Edirne’ye gitmek 8 istiyorsan bu trenden in. Hayır, diyor adam ısrarla, ben işte bu trenle Edirne’ye gideceğim. Sonra aklınıza geliyor ve biletine bir bakayım diyorsunuz. Adam biletini uzatıyor. Hayret! Edirne’ye gitmek isteyen adam Ankara için bilet almış. Siz yine sükunetinizi muhafaza ederek ve görev sorumluluğu içinde: Bak kardeşim, diyorsunuz, bu biletle ve bu trenle ancak Ankara’ya gidilir, Edirne’ye değil. Adam sizin çok can sıktığınızı, çok anlayışsız ve inatçı olduğunuzu ifade etmek üzere ters bir bakışla bakıyor yüzünüze. Ne kadar kalın kafalısınız diyor.

Edirne’ye gitmek istediğimi ve bu fikrimden asla caymayacağımı bilmiyor musunuz? Ankara’ya kalkan tren hareket ediyor, adam mütebes-sim, el sallıyor: Edirne’den bir kartpostal göndereceğim, diye bağırıyor size. Birinci meselimiz müslümanca tavrın gösterilmesi gereken alanın geçilmesiyle ilgiliydi. İkinci meselimiz ise vasıtaların kaçınılmaz rotalarının bizim niyetimizle değişmeyeceğine dair. Elbet her iki mesel de anlatım gücü itibariyle yeterli değil. Bütün benzetmeler eksiktir çünkü. Yalnız benzetmeler değil, kelimelerin kendileri bile gerçeğe tam tamına tekabül etmekten uzaktır çoğu zaman. Ama bir durumu, başka bir durumla açıklamak zihne esneklik kazandırıyor denilebilir. Zihni esnek tutmak esas olmalıdır, çünkü sonsuz bir akış içinde bulunan hayat, düşünceleri hep gerisinde bırakacaktır. Düşünceyi esnek sınırlarla korumak hayata ters düşmeyi bir ölçüde önler. 9 GÜZELLİK VE İNSAN OLMAK Kedilerin ney sesinden, kaplanların da keman sesinden hoşlandıklarını bilir miydiniz? Keman sesi teskin ediyormuş kaplanı, buna karşılık düdük sesi bu hayvanda azgınlık doğuruyormuş. Genel olarak hayvanların çok hoşlandıkları sesler flüt ve keman sesiymiş. Bir köpeğin Chopin’in bir noktürnü karşısında rahatsızlıkla havladığını, uluduğunu, buna karşılık neşeli, kıvrak bir hava çalınınca sükûnet ve keyifle uyuduğunu tesbit etmişler. Ben de dökümanter bir filmde ritmik bir caz parçası ahengine uyup albatrosların boyun ve gövde hareketleriyle raksettiklerini gördüm. Hayvanların kendilerine mahsus bir güzellik duygusu taşıdıkları, güzelliğe kendi ölçüleri içinde ilgi duyduklarını gösteren örnekler az değil. Böceklerin renkleri farkedip seçebildikleri, çiçeklerdeki parlak ve cazip renklerin böcekleri kendilerine çekerek bitkilerin tozlaşmasını sağladıkları biliniyor.

Karga ve kuzgunların parlak madenler ve mücevher çalmaları hiç kuşku yok ki bu nesnelerden hoşlanmalarının, onları yanlarında alıkoymak istemelerinin bir sonucu. İngiliz dilinde “bower bird” denilen kuş eşi için (yani sevgilisi beğensin diye) yuvasını öyle kuruyormuş ki insanın bu yaratıkta estetik bir 10 kaygu bulunduğuna inanası gelir: Bu kuş eşine yaptığı yuvayı önce çalı çırpı ile çevreledikten ve içini otlarla döşedikten sonra en yakın dereden topladığı çalıları yuvanın her iki tarafına bir sanatçı zevkiyle yerleştiriyormuş. Yuvanın duvarlarını parlak tüyler, kırmızı tanecikler ve bulabildiği, güzel nesnelerle süslüyormuş. Nihayet yuvanın girişine şan ve şatafat sağlamak üzere oraya parıltılı taşlar ve midye kabukları diziyormuş. Kuşun bütün bu yaptıklarını içgüdüsüyle açıklasak bile, onun içgüdüleri arasına “güzel olanı seçmek” gibi bir özelliği eklemek durumunda kalırız ki bu insanı hayvandan ayıran vasıfların güzellikten hoşlanmak veya güzele duyulan temayül olmadığını bize göstermeye yeter. Demek ki güzele olan eğilim insanın özgül (spesifik) bir vasfı değil. Hayvanlar da kendi ölçülerinde güzellikten zevk duyuyorlar, üstelik bununla da kalmayıp güzel olan şeyi inşa etmeyi de başarabiliyorlar. Beş duyumuza ve algılarınıza ilişkin hususlarda hayvanlarla insanların aynı doğrultuda yer aldıklarını söylemek mümkün. Hattâ hayvan cemiyetlerinin işleyişleri temel esaslar bakımından insanınkinden ayrı değildir. İnsanla hayvan ve hatta bütün diğer mahlûkat arasındaki fark insanın teslim olma veya isyan etme arasında bir seçim yapabilecek durumda oluşu, bu seçmesine bağlı olarak da mükâfat veya cezaya muhatap oluşudur. İnsanda bir emanet vardır, bu emanet onun kul olmayı reddetmesini mümkün kılar. İnsandan başka yaratıklar teslimiyetten ve kulluktan vazgeçebilme imkânına sahip değildirler. İşte bu farkın dışında insanı 11 ne attan ne de taştan ayrı mütalaa etmenin gereği yoktur. Böcekler, balıklar, sürüngenler kuşlar ve bütün diğerleri bizler gibi ümmetlerdir. İnsanı onlardan ayıran yalnızca bir “emanet”tir.

Emanete ihanet etmek veya etmemekle insan öteki mahlûkattan ayrılır veya onlardan farkı kalmaz. İnsanı hayvandan ayıran özelliğin bir estetik değer silsilesine sahip olmakla ilgili olmayacağını yukarıda andığımız örneklere dayanarak ileri sürebiliriz. İnsanın “söz” söyleyen bir yaratık olmakla diğerlerinden ayrıldığı, âlet yapabilme özelliğiyle insan olduğu iddiaları da yunusların dilleri çözüldüğünden, karıncaların hem ziraatçı, hem çoban, hem de zanaatkar oldukları öğrenildiğinden bu yana kuvvetli iddialar olmaktan uzak kalmışlardır. Biz insanlar da diğer ümmetler gibi bir ümmetiz, ama bizi ötekilerden ayıran bir özellik bizim onlardan üstün olmamızı temin ettiği gibi, onlardan aşağı olmamıza da sebeb olabilir. Bir köpek neden Chopin’in noktürünü karşısında havlıyor, rahatsızlık belirtisi gösteriyor da oynak bir neşeli müzik çalınınca keyifle uyuyor? Sanırım bunun cevabını bizlerin insan olmak iddiası ile sahip olduğumuz değerler çerçevesinde cevap verebiliriz. Hümanist batı medeniyeti cahil, cimri, nankör, gaddar insanın bu kendine mahsus vasıflarla tecessüm etmesine, sanat ve düşünce eserlerinde şekil bulmasına yol açmıştır. Ritm insana mahsus olunca hayvan tedirgin oluyor. Ama ritmin insan için ve hayvan için ortaklaşa değerler sahibi olunduğu bölgeleri de var. Hayvan için güzelliğin ahlâkî bir anlamı yoktur. İnsan için herşeyin anlamı sadece ve sadece ahlâki oysa.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir