Ismet Ozel – Neyi Kaybettigini Hatirla

Türkiye’de yaşayan biz insanlar ne durumda olduğumuzu biliyor muyuz? Daha da ötede “ne durumda olduğumuz” konusunda kaygılanıp kaygılanmadığımız bir soru olarak önümüzde mi? Elbet bazı dertlerimiz, halline uğraştığımız birçok işimiz var. Hoşnutluk veya rahatsızlık hissine kapıldığımız birçok durumla içiçeyiz. Ama bana öyle geliyor ki, bunların, yani dertlerimizin ve halletmek istediğimiz işlerin mahiyeti daha az kaygılandırır oldu artık bizi. İşlerimizle uğraşıyoruz; ne var ki işlerimizin neye değdiğiyle ayrıca uğraşmıyoruz. Yaptıklarımızda bir şeyler eksik. Birşeyleri kaybettiğimiz besbelli. Eğer neyi kaybettiğimizi biliyorsak o eksik olan şeyi bulmaya çabalamamız belki birçok zorluğu yenmemizi ve belki de bir çok eziyete katlanmamızı, bir çok tehlikeyi göğüslememizi gerektirecek. Bu elbet zor bir durum. Zor, fakat vahim değil. Vahim olan bir şeyin eksik olduğunu bilmek, bir şeyi aramak gerektiğini hissetmek ve giderek onu aramak; lâkin neyin eksik olduğundan, arayacağı şeyin ne olduğundan habersiz kalmaktır. Türkiye’de yaşayan insanlar olarak zor durumda olduğumuzu söylemek hafif kalır; durumumuz vahim. Son on yılda Türkiye’de “niceliğin egemenliği” bunca yıl kınanıp karalanan Batı medeniyeti metropolünde olduğundan çok daha yoğun ve yaygın bir geçerlilik alanı kazandı. O kadar ki niceliğin egemenliğinden şikayet etme konumunda bulunduğunu varsayanlar şikayetlerini yine niceliğin egemenliği suretiyle açılan yollarda dile getiriyorlar. Bazıları olan bitene depolitizasyon adını taktı. Böyle yapanlar ne aradıklarını bilmediklerini itiraf ettiklerini de bilmiyorlardı kuşkusuz.


Sanki politizasyon iyi imiş de, ahali depolitize edilince kötü bir durum doğmuş! Hiç de değil. Ahalinin maruz kaldığı şey depolitizasyon olmadı. İnsanlar kendilerine bir kıymet atfederek etkinlikte bulunma şereflerinden mahrum bırakıldılar. İşte bu yüzden burada yaşayan millet aramak duygusunu kaybetti. Bir şey aramak sözü anlamlı bir ifade olarak gözükmüyor onlara. Baksanıza: Komünistler komünist olmadıklarını, Türkçüler Türkçü olmadıklarını, Şeriatçılar Şeriatçı olmadıklarını ispat edebilmek için nasıl da büyük bir çaba sarfediyorlar. Kendi kıymetlerinin birer kıymet olduğundan şüpheye düşmüş bir yığın insan, bundan böyle kendilerine kıymetli diye sunulan bazı şeyleri elde etmenin telaşında. Dikkat edin: İnsanlar başkasına verebilecekleri bir şeyi elde etmeye çabalamaktan günden güne uzaklaşıyor. Edinilmeye çabalanan şey bencilce muhafaza edilebilecek türden. Yani sadece sayıya, ölçüye gelir değerleri el altında tutmaya çabalıyor insanlar. Sadece bunların kendine koruma sağlayabileceğine inanıyor. Ama yaşarken birşeylerin eksik olduğunu da hissediyor. Neyin eksik olduğunu, gerçekte neyi araması gerektiğini de bir türlü keşfedemiyor. Demek ki durum çoğunluğu teşkil eden ve niceliğin egemenliği altındaki bu insanların şifanın nereden geleceğini keşfedemeyeceği derecede vahim. NEYİN KAYBOLDUYSA KENDİN ARA Nedir bu kaybolan nesnelerden alıp veremediğin diyecek olursanız, size varoluşun anlamının kaybolanı aramada saklı olduğunu söyleyebilirim.

İnsanoğlu yeryüzündeki uyanışına yaratılmış olduğunu farkederek varır. Ama iş burada bitmez, burada başlar. Çünkü yaratılmış olmayı kavramak aynı zamanda kişinin noksanını bilmesi demektir. Bu da bir arayışı gerektirir. Nedir noksan? Nasıl, neyle giderilir? Kaybolduğunu hissettiğimiz ister bir heybe olsun, isterse deve, arayış başlamıştır; büyük arayış. Hikayemizde devesini kaybeden bir adam var. Bu adam devesini ararken yüksek düzeyde anlayış yeteneğine sahip üç dervişe rastgelmiş. Üç müdrik diyelim onlara. “Devemi kaybettim” demiş dervişlere; “Onu siz gördünüz mü?” Dervişlerin ilki “Bir gözü kör müydü devenin?” diye sormuş. Adam sevinçle “Evet” diyerek cevaplamış bu soruyu. İkinci dervişin “Ön dişlerinden biri eksik miydi?” soru karşısında devesini kaybeden adam heyecanlanarak “Evet, evet” demiş. Dervişlerden üçüncüsü “Bir ayağı topal mıydı?” diye sorar sormaz adam “Evet, evet, evet” cevabını yapıştırmış. “O halde” diye konuşmuş dervişler, “Sen deveni bizim geçtiğimiz güzergah üzerinde arasan iyi edersin, onu bu yolda bulma ümidi vardır.” Kayıp devesinin peşine düşen adam bu üç dervişin kendi devesini görmüş olduklarına kanaat getirmiş ve alelacele dervişlerin geldiği istikamete koşturmuş. Bulamamış adam aradığı yerlerde devesini ve ne yapması gerektiğini yine dervişlerden öğrenmek isteğiyle bu kez dervişlerin peşi sıra gitmiş.

Anlayış sahibi üç ermişi akşam üzere bir istirahat menzilinde eliyle koymuş gibi bulmuş. Yine sorular karşısında kalmış adam: “Devenin bir yanında bal, öte yanında mısır mı yüklüydü?” demiş birincisi, adam “Evet” demiş. “Hamile bir kadın mı biniyor senin devene?” demiş ikincisi, yine “Evet” demiş adam. “Biz senin devenin nerede olduğunu bilmiyoruz” demiş üçüncü derviş. Bunun üzerine deveci bu üç kişinin kaybettiği deveyi çaldıklarına kanaat getirmiş ve onları kadı karşısına çıkarıp başından geçenleri anlatarak üç dervişi hırsızlıkla suçlamış. Kadı, devecinin ifadesini yerinde bularak üç ermişi deveyi gasbetme suçundan hapse atmış. Kısa bir süre sonra adam devesini arazide başıboş dolaşırken bulmuş ve dervişlerin salıverilmelerini temin maksadıyla mahkemeye başvurmuş. Daha önce dervişlerin kendi durumlarını izah etmeleri için bir fırsat tanımayı hiç aklına getirmemiş olan kadı, onlardan nasıl olup da deveyi hiç görmedikleri halde deve hakkında bu kadar çok şey biliyor olmalarını açıklamalarını istemiş. Dervişler, yolda devenin ayak izlerini gördüklerini, izlerden birinin silik oluşunun devenin bir bacağının topal oluşuna delalet ettiğini; yolun yalnızca bir yakasından ot yemiş olmasının tek gözünün körlüğüne delil olabileceğini; ısırdığı yaprakları yırttığına göre ön dişlerinden birinin eksik olduğunun anlaşıldığını söylemişler. “Arılar ve karıncalar yolun iki kenarında birşeylere üşüşmüşlerdi. Bunların bal ve mısır olduğunu gördük. Bir konaklama yerinde çalılara takılmış uzun insan saçı gördük, devenin üstündeki kadındı. Yerde elayası izi vardı, ancak doğumu yakın hamile bir kadın elini yere dayayıp otururdu.” “Bütün bunları hırsızlıkla suçlandığınız zaman kendinizi temize çıkarmak üzere neden söylemediniz?” “Çünkü devecinin devesini aramaktan vazgeçmeyeceğini ve onu çok çabuk bulabileceğini gözönüne aldık. Keşfettiği gerçeği ahlaki bir olgunlukla perçinleyecekti.

Bizim salıverilmemiz için harekete geçerek cömertliğin, sorumluluk hissine sahip olmanın zevkini tadacaktı. Hadisenin göründüğünden farklı cereyan ettiğini gören kadı ise gözünde mantık yollarına güvenerek kestirmeden hükme varmanın değerinin düştüğünü görecek ve bir arayışa koyulmanın kıymetini takdir etmede daha üstün bir konum sahibi olacaktı. Kadı doğru hükme varmanın tevazu ile arayışa neler borçlu olduğunu görecekti. Kendinde yargılamaya yetecek donatım olduğu zehabına kapılmanın gönül kırıklığını tadacak, birini suçlamadan veya bir iddiaya sahip çıkmadan önce kendi ölçülerini tartmanın kaçınılmazlığını kabul edecekti. “Bizim geçirdiğimiz deneyler şunu gösterdi ki insan hakikati ararken bir gücü, bir yargılama gücünü kendinde hıfzettiği zannına kapılmamalı. Herkes kendi kaybettiğini kendi arasın. Bu arayışta diğerleri sadece arayanın neyi kaybettiğini hatırlatabilirler. Bunu nimet bilmeli. Senin noksanını tasvir edenler, senden birşey gasbetmiş olmaz. Neyi kaybettiysen onu sen kendin ara.” SİZE TAVSİYEM ODUR Kİ. Yıllar önce bana topluluk içinden bir genç şöyle sormuştu: “Bize ne tavsiye edersiniz?” Ender karşılaştığım bir soru değil bu. Dolayısıyla böyle bir soruya hazırlıklı olmam gerekirdi. Oysa ben bu ve bunun gibi sorulara cevap vermekten hep geri durmaya gayret ederim. Çünkü herkes gibi ben de tavsiye etmenin kolaylığını ve buna mukabil tavsiyenin bedelini ödemenin zorluğunu bilirim.

Hele İslâmî hareket söz konusu olduğunda fiiliyatın esas, sözlerin yanıltıcı olduğuna inandığımdan herhangi bir strateji veya taktik sunmanın hafifliğine kendimi bırakmam. Bu mülahazalar tahtında karşımda duran gence: “Tavsiyelere kulak asmayın” dedim. Genç Müslüman benden daha akıllı olduğunu ortaya koyarcasına benim sözümü: “Buna bu tavsiye de dahil” diyerek karşıladı. Madem ben tavsiyelere kulak asılmamasını tavsiye ediyorum, benim tavsiyeme de kulak asılmayabilir; netice itibarı ile belki tavsiyeleri bir kenara bırakmayabiliriz. Ama belli ki bize tavsiyelerin ötesinde birşeyler lazım. “Ne okumamı tavsiye edersiniz?” Bu tatsız soru da karşıma çıkıyor. Tatsız diyorum, zira okumayı ciddiye alan kimse böyle bir soru sormaya gerek duymaz. Okumayı ciddiye almamış birinin bu türden bir soruyla kendini ve başkalarını meşgul etmesi hem bezginlik verici, hem de abestir. Ona doktorların hayatından ümit kestikleri hastaya uyguladıkları dieti vermek gerek. Okumayı ciddiye alan kişiler neden “Ne okumamı tavsiye edersiniz” sorusunu sormazlar? Çünkü kitaplar insanı kitaplara götürür. Kitapların kendileri zenginliklerini ve yetersizliklerini ele verirler. Okumanın rehberi okumaktır. Asıl uyumsuzluk, ne okumak gerektiğini bir yazara sormakta ortaya çıkıyor. Varsayalım ki bir yazara hangi kitapları okumak gerektiğini sorduğunuz ve o da size bir kitap listesi verdi. Baktınız ki o listede o yazarın kendi kitapları yok.

Demek ki okunmaya değer şeyler yazdığına inanmayan birine akıl danışmışsınız. Demek ki o kendisi muhtac-ı himmet bir dede. Eğer verilen listede yazarın kitapları varsa, demek ki o yazar henüz okuyucusu bile olmayan insanlarla muhatap olmak gibi tuhaf bir konuma itilmiş. Görüyorsunuz bu tavsiye meselesi gündelik mantık esas alınarak çözülecek cinsten değil. En doğrusu, gelin birbirimize hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edelim demektir; ama kimin tavsiye etmeye ve tavsiye olunmaya liyakat kesbettiğini düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. İçinde yaşadığımız medeniyetin iliklerine kadar işlemiş olan riyanın hepimizi ne ölçüde etkilediğini bir bileydik ne iyi olurdu! Tavsiyeye layık olmayışımıza hayıflanmaktan fazlası elimizden gelmiyor diye düşünüyorum. En azından kendim için gerçek bu. Emeğimi hüsrana uğramaksızın sarfedebileceğim bir alana çekilmeye ne büyük bir hasret duyduğumu bilen bir Allah’ın kulu var mı ki?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir