Jack London – Bir Kuzey Macerasi

Kızaklar koşumların gıcırtısına ve lider köpeklerin çınlayan çanlarına döktükleri ebedi acılarının ağıdıyla ağlarken, yorgun adamlar ve köpekler hiç ses çıkarmıyordu. Yeni yağan kar yolu kalın bir kar tabakasıyla kaplamıştı. Uzaklardan geliyorlardı; donmuş bir geyiğin dörde bölünmüş ve taşlaşmış parçalarını yüklenmiş kızakların ayakları yumuşak yüzeye inatla yapışmış, neredeyse insana özgü bir dik başlılıkla ilerlemeyi reddediyordu. Giderek karanlık çöküyordu, ama o akşam kamp kurulmayacaktı. Kıpırtısız havada kar, iri taneler halinde değil, zarif bir tasarıma sahip minicik buz kristalleri şeklinde nezaketle iniyordu gökyüzünden. Hava hayli ılıktı, en fazla sıfırın altında yirmi üç dereceydi. Meyers ile Bettles şapkalarının kulaklıklarını kaldırmış, hatta Malemute Kid eldivenlerini çıkarmıştı. Öğleden hemen sonraki saatlerde pestili çıkmış olan köpekler şimdi yeniden zindelik belirtisi göstermeye başlamıştı. En keskin zekalılar arasında belli bir huzursuzluk seziliyordu: Koşumların dizginlemesinden kaynaklanan bir sabırsızlık, hareketlerde belli belirsiz bir acelecilik, havayı koklama, dikilmiş kulaklar. Ağırkanlı kardeşlerine öfkelenerek durmadan arkalarından sinsi sinsi ısırıyor, onları da acele etmeye zorluyorlardı. Huzursuzluk bu şekilde azarlanan köpeklere de bulaşarak onlardan diğerlerine yayıldı. Sonunda en öndeki kızağın lideri keskin bir tatmin çığlığı saldıktan sonra karın içinde daha da çömeldi ve koşumlarına yüklendi. Diğerleri de onu taklit etti. Arka pençeler toparlandı, koşum kayışları gerildi; kızaklar ileri atıldığında adamlar dümen sırıklarına sıkı sıkı yapışıp, kızağın ayakları altında kalmasınlar diye bacaklarını daha hızlı yukarı kaldırır oldular. Günün bütün yorgunluğunu atmışlardı, sevinç çığlıklarıyla köpeklere cesaret veriyorlardı.


Hayvanlar da neşeli havlamalarla karşılık verdiler. Kızakları zangırdatan bir hızla sallanarak, giderek basan karanlık boyunca dörtnala ilerliyorlardı. Sırası geldikçe “Sağaa! Sağaa!” diye bağıran adamların kızağı, rüzgara kapılan ufak yelkenliler gibi yana yatıp tek ayak üzerinde sertçe dönerek anayoldan çıkıyordu. Sonra kulübeye, gürül gürül yanan Yukon tipi sobaya ve buharı tüten çaya dair kendi hikâyesini anlatan parşömen kaplı ışıklı pencereye kadar yüz metrelik bir sürat koşusu geldi. Ama kulübe işgal edilmişti. Altmış haskilik karşı koro onlara meydan okudu ve bir o kadar kürklü can, en öndeki kızağı çeken köpeklerin üstüne hamle etti. Kapı ardına kadar açıldı ve Kuzeybatı Polis Teşkilatı’nın kırmızı ceketi içindeki bir adam, dizlerine kadar içlerine daldığı öfkeli hayvanların arasında güçlükle yürüyerek sakin bir tavırla ve ayrım gözetmeksizin kamçısının küt ucuyla teskin edici bir adalet dağıttı. Ardından adamlar el sıkıştı ve Malemute Kid, bir yabancı tarafından kendi kulübesine işte bu şekilde buyur edildi. Onu karşılaması gereken, Yukon tipi sobadan ve biraz önce bahsedilen sıcak çayın hazırlanmasından sorumlu olan Stanley Prince, konuklarıyla meşguldü. On-on iki kişi kadardılar ve yasalarının uygulanmasında veya mektuplarının ulaştırılmasında bugüne dek Kraliçeye hizmet etmiş bütün diğerleri gibi belirli özellikleriyle topluca tanımlanabilir bir topluluk değillerdi. Birçok farklı ırktan gelmekteydiler, ama ortak hayatları onlardan belli bir tip yaratmıştı; yolların katılaştırdığı kasları, güneş yanığı yüzleri, berrak gözlerle ve sabit ama samimiyetle bakan tasasız ruhlarıyla, cılız ama dayanıklı adamlar. Kraliçenin köpeklerini sürer, onun düşmanlarının yüreğine korku salar, onun kıt ekmeğini [1] yer ve mutlu mesut yaşayıp giderlerdi. Hayatı tanımış, zor işler başarmış ve nice heyecanlı maceralar yaşamışlardı; ama bütün bunların farkında bile değillerdi. Evde sürüsüne berekettiler. İkisi Malemute Kid’in yatağına yayılmış, Fransız atalarının Kuzeybatı Topraklarına ilk kez girip Yerli kadınlarla evlendiklerinde söyledikleri şansonları söylüyorlardı.

Bettles’ın yatağı da benzer bir istila altındaydı; güçlü kuvvetli üç-dört voyageur, savaşarak Hartum’a doğru ilerleyen Wolseley’nin komutasındaki kayıkçı birliğinde görev yapmış arkadaşlarının hikâyesini dinlerken, ayak parmakları battaniyelerin arasında kıpır kıpırdı. O yorulunca sazı bir kovboy alıp Buffalo Bill’le birlikte Avrupa başkentlerini gezerken gördüğü kralların, lortların ve leydilerin saraylarını anlattı. Bir köşede iki melez, kaybedilmiş bir seferde görev yapmış iki eski yoldaş, koşumları tamir ederken Kuzeybatının isyan ateşiyle yandığı ve Louis Riel’in kral olduğu günlerden bahsediyorlardı. Kaba hareketler, daha da kaba şakalar havalarda uçuşuyor, yolda ve nehirde karşılaşılan ölümcül tehlikeler, ancak içinde mizahi bir yan varsa veya komik bir olay olmuşsa akla gelen beylik laflar eşliğinde dile geliyordu. Prince tarihin nasıl yazıldığını gören bu taçsız kahramanlara, hayatın müstesna ve heyecan verici olaylarını gündelik yaşamın rutini içindeki sıradan, küçük ve önemsiz şeyler olarak gören adamlara dalıp gitmişti. Değerli tütününü cömert bir hesapsızlıkla onların arasında dolaştırdı ve anıların paslı zincirleri çözüldü, unutulmuş maceralı ve çetin yolculuklar da onun özel yararına yeniden canlandı. Sohbetin tükendiği, yolcuların pipolarını son kez doldurup sıkı sıkıya sarınıp sarmalandıkları kürkten uyku tulumlarını bağladıkları sıradaydı. Prince biraz daha bilgi almak için arkadaşına döndü. “Sen de bilirsin kovboy nedir,” diye karşılık verdi Malemute Kid ayakkabılarının bağlarını çözmeye koyulurken; “onun yatak arkadaşının damarlarındaki İngiliz kanını tahmin etmek zor sayılmaz. Geri kalanlarsa, kim bilir başka hangi kanla karışmış coureurs de bois’nın çocukları. Kapının orada yatan şu ikisi bois-brule. Boynunda yünlü atkısı olanın kaşlarına ve çenesinin kıvrımına bakılırsa, belli ki annesinin dumanı tüten çadırından içeri bir İskoç süzülmüş. Pelerinini başının altına koymuş şu yakışıklı gençse Fransız melezi; konuşmasını duydun, yanına iki Yerlinin yatmasından pek hoşlanmadı. Anlayacağın, melezler Riel’le birlikte ayaklandığında, safkan ırklar barışı korudu, ama o gün bu gündür birbirlerine duydukları sevgiden pek bir şey yitirmediler.” “Peki sobanın yanındaki şu asık suratlı genç kimlerden acaba? İngilizce konuşamadığına yemin ederim.

Bütün gece ağzını açmadı.” “Yanılıyorsun, oldukça iyi İngilizce biliyor. Dinlerken gözlerinin nasıl hareket ettiğini görmedin mi? Ben gördüm. Ama ötekilerle ne dostluğu ne de akrabalığı var. Ötekiler kendi yerel kırık lisanlarıyla konuşurken onun anlamadığı fark ediliyordu. Ben de kendi kendime sorup duruyorum bu nereden gelmiş diye. Dur bakalım.” Malemute Kid sesini yükseltip doğrudan o adama bakarak talimatını verdi. “Sobaya birkaç odun at!” Adam hemen söyleneni yaptı. [2] [3] [4] [5] [6] “Belli ki bir yerlerde iyice adam etmişler bunu.”Prince alçak sesle yorumda bulundu. Malemute Kid başıyla onayladı ve çoraplarını çıkararak sobanın etrafında uzanmış adamların arasından dikkatle geçti. Nemlenmiş ayakkabılarını yirmi kadar pabucun yanına astı. Deneme kabilinden, “Dawson’a ne zaman varmayı umuyorsun?” diye sordu. Adam cevap vermeden önce bir an onu inceledi.

“Yüz yirmi kilometre diyorlar. Demek ki… İki gün sürer herhalde.” Konuşmasında çok hafif bir aksan fark ediliyor, ama doğru sözleri aramak için duraksamıyordu. “Daha önce buralarda bulundun mu?” “Hayır.” “Kuzeybatı Topraklarında?” “Evet.” “Orada mı doğdun?” “Hayır.” “Hangi cehennemde doğdun be adam? Sen bunlardan değilsin.” Malemute Kid bunu söylerken Prince’in yatağına kıvrılmış iki polisi ve köpek sürücülerini gösteren bir el hareketi yaptı. “Nereden geldin? Daha önce seninkine benzeyen yüzler gördüm, ama nerede gördüğümü hatırlayamıyorum.” Malemute Kid’in sorularına konuşmanın yönünü değiştiren alakasız bir cevap geldi. “Ben seni tanıyorum.” “Nereden tanıyorsun? Karşılaştık mı?” “Hayır, ortağınla, rahiple karşılaştım. Pastilik’te, uzun zaman önce. Bana seni, Malemute Kid’i görüp görmediğimi sordu. Karnımı doyurdu.

Yanında çok durmadım. Sana benden bahsetti mi?” “Dur bakayım, yoksa köpeklerle deniz samuru kürklerini takas eden adam sen misin?” Adam başıyla onayladı, piposunu temizledi ve konuşmaya devam etmeye niyetli olmadığını göstererek kürküne sarındı. Malemute Kid lambayı söndürüp Prince’le birlikte battaniyenin altına girdi. “Eee, kimmiş peki?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir