Jack London – Katiksiz Sevgi

Daha hayatımın ilk yıllarında, o doğuştan gelme ve doymak bilmez merakım yüzünden, eğitilmiş hayvanların yaptığı gösterilerden hoşlanmaz oldum. Bu tür eğlenceden beni yoksun eden, o gösterileri eğlendirici olmaktan çıkaran, merak duygularımdı; çünkü gösterilerin nasıl gerçekleştirildiğini öğrenmek için, gösterilerin ardında yatanları araştırmak zorunda kalmıştım. Ve bu yürekli gösterilerle, eğlentilerin pırıltıları ardında gördüklerim, hiç de güzel şeyler değildi. Öyle ürkünç bir işkenceler yumağıydı ki bu, dünyada aklı başında olan hiç kimsenin, bunun farkına vardıktan sonra, eğitilmiş hayvan gösterilerini izlemekten hoşlanacağına inanmıyorum. Bakın, gösteriş olsun, diye yapmacık bir hayvan sever değilim. Kitap eleştirmenleri ve hayvanlardan anlamayanlar, beni, fışkıran kanlardan, şiddet ve dehşetten zevk alan bir çeşit ilkel canavar olarak kabul ediyorlar. Çıkmış olan bu adım üzerine hiç tartışmayıp takılan etiketi üstünde yazılı değerden kabul etsem de, hayatımı gerçekten zorlu bir okulda geçirdiğimi, zulüm ve insanlıkdışı işlemlerden, ortalama bir insanın payına düşenden daha fazlasını aldığımı, gemilerden hapishanelere, bataklıktan çöllere, idam sehpalarından kimsesizler yurduna, savaş meydanlarından askerî hastanelere dek her şeyi tatlısıyla acısıyla tattığımı eklemeliyim. Korkunç ölümler, işkenceler içinde kol bacak yitirenler gördüm. Akıldan yoksunların, akıldan yoksun olmaları nedeniyle avukat tutmayı akıl edemediklerinden asıldıklarını gördüm. Güçlü kuvvetli adamların, yüreklerinin ve güçlerinin kırıldığını gördüm ve insanların çılgına döndürüldüklerini, o koca sağlıklı hayatların bağıra çağıra deliliklere gömüldüğünü, inim inim yok olduğunu gördüm. Gençlerin, yaşlıların, hatta çocukların bile, açlıktan öldüğüne tanık oldum. Kamçıların, copların ve yumrukların altında kıvranan adamlar gördüm, kadınlar gördüm. Gergedan derisinden yapılmış kamçıların, büyük bir istekle ve hırsla kara delikanlıların kara vücutlarına indirildiğini ve her bir darbenin kalkışıyla karaderilerinin de yusyuvarlak kalkışını, kıpkırmızı soyuluşunu gördüm. Bununla birlikte, son olarak eklemeliyim ki, eğitilmiş hayvanlar sahnede gösteriler yaparken gülen, neşelenen ve alkışladıkça coşan izleyiciler arasında duyduğum düş kırıklığını ve büyük şaşkınlığı, dünyanın hiçbir acımasızlığı, hiçbir işkencesi karşısında duymadım. Midesi sağlam ve kafası kalın olan biri, dünyanın, büyük öfke ve ahmaklık sergileyen bu bilinçsiz ve kasıtsız zulüm ve işkencesini hoş görebilir.


Bende böyle bir mide ve kafa var. Ama asıl başımı döndüren, midemi ağzıma getiren, her yüz hayvan gösterisinden doksan dokuzunun ardında bulunan ve duyulmaz bir sesle bas bas bağıran, soğukkanlı, bilinçli, bilerek, isteyerek yapılan zulüm ve işkencenin suskun sesiydi. Zulüm, bir güzel sanat dalı olarak en kusursuz çiçeğini eğitilmiş hayvanlar dünyasında vermiş. Güçlüklere, zulüm ve işkenceye bağışıklık kazanmış kalın bir kafayla sağlam bir mideye sahip bir kişi olan ben, gene de, kendimi bilmeye başladıktan sonra, hayvanların gösterisine sıra geldiğinde kalkıp tiyatrodan çıkmakla, eğitilmiş hayvan gösterilerinin bende uyandırdığı büyük üzüntüden, bilinçsiz olarak kendimi korur oldum. “Bilinçsiz olarak,” diyorum. Bununla, bu programın, bütün eğitilmiş hayvan gösterilerine indirilebilecek bir ölüm darbesi olabileceğinin aklımdan geçmediğini söylemek istiyorum. Ben, yalnızca, bana acı verecek bir şeyi izlememekle, o acıya karşı koruyordum kendimi. Ama son yıllarda, insan doğasına karşı bende gelişen anlayış, aklı başında ve sağlıklı hiçbir insanoğlunun, bu gösterilerin ardında yatan ve onları olası kılan korkunç zulmü bilip de, bu gibi eğlenceleri hoş karşılamayacağı bilincini edinmeme yol açtı. İşte şimdi, burada şu üç önermeyi yapma yürekliliğini gösteriyorum: Birincisi, bütün insanoğulları, kendi ceplerinden para ödeyen seyirciler karşısında sadece ve sadece hayvanların yapabileceği ve yapmak zorunda bırakılabileceği bu gösterilerin, sonsuz ve kaçınılmaz bir zulümle gerçekleştiğini bilmiş olsunlar. İkincisi, hayvan eğitme güzel sanat dalının temellerini kavramış olan kadın erkek, kız kızan herkes, yerel ve ulusal insanlığı koruma örgütlerine ve hayvanlara işkenceyi önleme örgütlerine üye olsun ve bu kuruluşlarla işbirliği etsinler. Üçüncü önerimi, bir giriş yapmadan söyleyemem. Daha başka yüz binlerce insan gibi, ben de başka alanlarda çalıştım, insan kitlelerini, kendi öz sefaletlerini ve perişan durumlarını gidermeleri amacıyla belli hareketleri yapmak üzere örgütlemeye çabaladım. İnsanoğlunu, herhangi bir örgütlü mücadeleye girmeye razı etmek çok güç; kendi kötü koşullarını hafifletmek üzere örgütlenmelerini sağlamak daha da güç ve hele kendilerinden biraz daha hayvan olan hayvanların kötü koşullarını hafifletmek üzere örgütleyip mücadeleye sokmak çok daha güç. Görünürde, eğitilmiş hayvanlar dünyasının varlığını borçlu olduğu ve dayandığı kaçınılmaz zulüm ve işkenceyi bilsek, hepimiz acılara bürünür, kanlı yaşlar dökeriz. Ama yüzde birimizin onda biri bile, hayvanlara yapılan işkencenin önlenmesi için hiçbir örgüte katılmayız ve ne sözlerimizle, ne de eylem ve başka katkılarımızla hayvanlara yapılan işkencenin önlenmesi uğrunda çalışırız.

Bu, kendi insan doğamızın bir zayıflığıdır. Oysa sıcağı ve soğuğu bildiğimiz gibi, saydam olmayan cisimlerin ardını göstermediğini bildiğimiz gibi ve boşluğa bırakılan cisimlerin yerçekimi yasasına uyup yere düşeceğini bildiğimiz gibi kabul etmeliyiz, tanımalıyız bu gerçeği. Ve bizim için, kendi zayıflığımızın yarattığı o rahat koşullar içinde bulunan yüzde doksan dokuz onda dokuzumuz için, bu yuvarlak dünyanın üzerinde, bizlerden bir derece aşağı hayvanlar olan, eğitilmiş hayvanlara, geri kalanımızın eğlenmesi için birkaçımızın uyguladığı işkenceyi yeryüzünden kaldırmak amacıyla, kolayca yapabileceğimiz bir başka şey kalıyor. Çok kolay. Aylık ödentiler ya da yazışmaları yürütecek sekreterler düşünmek zorunda kalmayacağız. Herhangi bir eğlence yerinde ya da sirkte, eğitilmiş hayvan gösterisinin başladığı an dışında, hiçbir zaman, hiçbir şey düşünmek zorunda kalmayacağız. Ama öyle bir gösteri başlarken, düşünüp taşınmadan, hemen yerimizden kalkıp dışarı çıkmak, bir yürüyüş yapıp biraz temiz hava almak, sonra gösteri bitince dönüp programın geri kalanını izlemekle, böyle bir gösteriye karşı olduğumuzu anlatabiliriz. Yapacağımız tek şey, tüm eğitilmiş hayvan gösterilerini, genel eğlence yerlerinden kaldırmak. Yöneticilere halkın böyle gösterilere ilgi duymadığını anlatalım ve bir gün gelecek, bir an gelecek, yöneticiler, izleyenlerine böyle gösteriler sunmayı bırakacaktır. Jack London 8 Aralık 1915 Glen Ellen, Sonoma, California Birinci bölüm Zenci avcısı bir köpek olan Michael, Tulagi Adası’ndan denize açılan Eugénie adlı gemiye bir daha hiç binmedi. Makambo gemisi, beş haftada bir, Yeni Gine ve Solomon Adaları’ndan Avustralya’ya gelirken Tulagi Limanı’na da uğrardı. İşte bu gemi bir gece gecikmiş olarak limana uğradığında Kaptan Kellar, Michael’ı kıyıda unuttu. Bu, ilk bakışta büyük bir sorun gibi görünmedi; çünkü Kaptan Kellar, gece yansı dönüp gelmiş, Eugénie’nin tayfaları kayıkhaneyi ve sağı solu boşu boşuna altüst ededursun, kendisi de tepeyi tırmanmaya, ada komiserliğinin bekçi kulübesine yollanmaya başlamıştı bile. Ne var ki, bir saat kadar önce, Makambo’nun çıpası salınır ve Kaptan Kellar liman borda iskelesinden aşağı inerken Michael, bir sancak lombarından gemiye biniyordu. Niçin diye sorulacak olursa, Michael, dünyada görmüş geçirmiş bir yaratık değildi; tecrübesizdi ve kardeşi Jerry’yi son kez bir gemide gördüğünden, onunla şimdi bu gemide buluşmayı umuyordu, üstelik yeni bir dost edinmişti.

Dag Daughtry, aklı başında olması gereken ve eğer kendi öz ve özgün ününe kendini kaptırmış olmasa aklı başında olacak olan ve de Makambo gemisinde çalışan bir kamarottu. Doğuştan güler yüzlü, uysal ve son derece yakışıklı olan bu Daughtry’nin ünü nereden geliyor diye sorulacak olursa, bu adam tam yirmi yıldır, tek bir gün bile aksatmadan tanrının her günü çalışmış ve böbürlenmesine bakılırsa, her bir şişe biraya, sıtmaya karşı önlem olmak üzere eriyik halinde on tane kinin kattıkları Alman Adaları’nda bile gık, demeden, her tanrının günü “altı şişe” birasını içmiştir. Makambo’nun kaptanı (daha önce, Moresby, Masena, Sir Edward Grace ve Burns Philp şirketinin garip adlar taşıyan birkaç başka gemisinin kaptanlarının yaptığı gibi) onunla böbürlenir, gemi yolcularına, denizler tarihinde eşine rastlanmadık bir hilkat garibesi diye gösterirdi Daughtry’yi. Böyle zamanlarda, o da hiç oralı değilmiş gibilerden, aşağıda, ön güvertede kendi işine ve bir taraftan da, yan gözle, yukarıdan onu izleye izleye konuşmakta olan Kaptan’a ve yolcularına bakardı. Bakar, sözüm ona çalışır ve göğsünü şişim şişim şişirirdi, çünkü Kaptan’ın şu sözleri söylemekte olduğunu bilirdi: “Şu gördüğünüz var ya, Dag Daughtry’dir o! Etten kemikten bir fıçı! Yirmi yıldır, ne bir gün sarhoş, ne bir gün ayık dolaşmış, ne de günlük altı şişe birasını içmeden durabilmiştir. Aklım almıyor bir türlü. Bayılıyorum herife. Bir dakika aksatmaz işini. Değme kamarota taş çıkartır ha! Herkes bir mi yapıyor, o bir buçuk, iki katı iş çıkarır. Ben bu halimle bir bardak bira içsem mide yürek hak getire, o gün ne kıpırdayabilirim, ne de ağzıma bir lokma koyabilirim. Ama bu içtikçe çiçek olup çıkıyor yahu! Şuna bakın! Şuna bakın!” İşte, kaptanının bu sözleri söylediğini adı gibi bilen Dag Daughtry, hindi gibi kabara kabara ve de daha büyük bir isteklilikle işini sürdürür, bu eşsiz niteliklerini reklam etmek üzere yedinci bir şişenin dibini bulurdu. Garip bir ündü bu onunki, kimi garip insanlar gibi garip; Dag Daughtry de böyle bir ünü olmasa, yaşayamayacağı inancındaydı. Dolayısıyla, varını yoğunu, gücünü kuvvetini, bu “altı şişelik adam” ününü korumaya adamıştı. Aradaki paydoslarda, fazladan para kazanmak için kaplumbağa kabuğundan tarak toka gibi şeyler yapmasının ve bir başkasının köpeğini çalmak gibi aşağılık işlere el atmasının nedeni buydu. O altı şişe bedavaya alınmıyordu ve otuzla çarpılırsa, aylık bira parası az tutmuyordu; işte, o adam, bu adam yani Dag Daughtry olduğundan, Michael’ı Makambo’nun sancak lombarından gemiye aktarmayı gerekli gördü.

O gece, Tulagi Adası’nın kumsallarında, balina gemisine ne olduğunu düşüne taşına dolaşmakta olan Michael, bu kurşuni sakallı gemi kamarotuna rastladı. Hemen hemen ânında, aralarında bir dostluk kuruldu, çünkü Michael, daha şen şakrak bir enikken, şen şakrak bir köpek olgunluğuna erişmişti. Jerry’ye hiç benzemeyen Michael, sözü sohbeti seven, sokulgan bir köpekti ve bu nitelikler, çok az sayıda beyaz adamla karşılaşmış olmasına karşın koruduğu ya da edindiği niteliklerdi. Önce, Meringe’den Mr. Haggin, Derby ve Böb, sonra Eugénie gemisinin kaptanı Kellar ve Kaptan Kellar’ın yardımcısı ve son olarak Harley Kennan ve Ariel gemisinin çalışanlarıyla tanışmış bulunuyordu. Bunların hepsini ama hepsini de, kendisine küçük görmesi ve gördüğünde havlaması öğretilen zenciler sürüsünden farklı, çok değişik bulmuştu. Ve Dag Daughtry, “Merhaba beyaz adam köpeği, bu zenci memleketinde ne işin var senin?” diye onu selamlamasıyla Michael’ın bu bulgusunu bir kez daha doğrulamıştı. Michael, hevesli hevesli titreyen kulaklarıyla, cilveyle parlayan gözlerinin yalanladığı onurlu bir umursamazlıkla süzülerek yanıt verdi ona. Balina gemilerinin yük boşalttığı yerde zenci uşakların tuttuğu fenerlerin ışığında Michael’ı inceleyen ve bir köpeği bir bakışta tanıma becerisine sahip olan Dag Daughtry’nin gözünden, bunların hiçbiri kaçmadı elbet. Kamarot, Michael hakkında hemen iki şey düşündü: bir, doğuştan güler yüzlü, iyi huylu, sevimli bir köpekti ve iki, değerli bir köpekti. Yapmış olduğu bu varsayımlar nedeniyle hemen sağına soluna bakındı. Kimsenin ilgisi üzerlerinde değildi. Şu anda, sağda solda yalnız zenciler vardı ve hepsi de gözlerini denizden yana çevirmiş, gelecek olan geminin yükünü boşaltmak üzere hazırola geçmelerini sağlayacak olan kürek seslerine göz kulak kesilmiş, karanlığın derinliklerine bakıyorlardı. İlerde sağda, bir başka fenerin altında, Ada Komiserliği’nin bir memuruyla, Makambo’nun, yük senedinde yapılmış bir yanlışı hararetli hararetli tartışmakta olan satış memurunu seçebiliyordu. Kamarot, Michael’a çabucak baktı ve kararını verdi.

Hiçbir şey olmamış gibilerden döndü, volta atar bir tavırla kumsalda ilerleyerek fenerlerin aydınlattığı çemberden çıktı. Yüz metre kadar ötede, kumlara oturdu, beklemeye başladı. “En azından yirmi İngiliz lirası eder,” diye mırıldandı kendi kendine. “Bir, teşekkür ederim hanımefendi, tazıyla teriyeyi birbirinden ayırt edemeyen bir enayiyim ben, sözüyle ânında on İngiliz lirası alıyor muyum? Alırım be, Sydney kıyılarında hangi meyhaneye girsem elimi öpene veririm bunu. Veririm. On İngiliz alırım…” On İngiliz lirası, kafasının içinde bira şişelerine dönüştü, yığın yığın parlak camlardan oluşan göz kamaştırıcı, bira fabrikasına benzer bir görüntü oluşturdu. Kumları kımıldata kımıldata yürüyen küçücük ayakların sesi ve yerden yerden gelen burun çekmeler, birden kendine getirdi Kamarot’u. Umduğu çıkmıştı. Köpek, daha ilk görüşte hoşlanmıştı ondan, peşinden geliyordu. Çünkü Dag Daughtry, onunla nasıl anlaşacağını biliyordu ve eli ona uzanıp da, yarı çenesine, yarı kulaklarının altına doğru boynuna yapıştığında, Michael da bu gerçeği kabul etmiş bulunuyordu. Ona uzanan bu el, korku vermiyordu, geçici bir ilgi ya da ürkü taşımıyordu. Yürekten doğru uzanan, güvenli bir eldi bu ve Michael’da güven duygusu uyandırmıştı. İncitmeden hırpalayan, gözdağı vermeden sahiplenen, baştan çıkarmadan, kandırmacasız bir güveni sunmaya hazır bir eldi bu el. Ömründe daha önce görmediği bir kimse tarafından, böyle kırk yıllık dostmuş gibi yakalanıp sarsılmak, dünyanın en doğal davranışıydı ona göre ve bu kimse, tatlı bir sesle, keyifli keyifli şu sözleri mırıldanıyordu: “Aferin sana köpeğim. Peşimden ayrılma, peşimden ayrılma ki pırlantalar takınasın.

Yaa!. Belki de pırlantalar takınırsın.” Kuşkusuz, Michael daha önce hiç kimseyi böyle bir görüşte sevmemişti. Dag Daughtry, ayrıca bir çaba harcamadan, içgüdüleri sayesinde köpeklerle anlaşmayı beceriyor, becermekten öte, iyi biliyordu. Yaradılışı gereği, yüreğinde kötülük, hainlik yoktu. Ne isteklerini kabul ettirmede ne de okşamada fazla ileri gitmiyordu. Michael’dan, gereğinden fazla bir dostluk talep etmiyordu. Söz ya da hareketle anlatım kazanan istekleri vardı; ama bunlarda bir zorlama, bir buyruk havası sezilmiyordu. Arada bir –o da sık sık değil– o çene sıkma selamını uyguluyor ve elini çektiği anda, aklının tümünü de Michael’dan çekmiş oluyordu. Çok rüzgâr varmış da, kibritler sönüyormuş gibi, birkaç kibritle piposunu yakmaya koyuldu. Ama kibritlerin alevi parmaklarına değip değip sönerken ve kendisi sözümona ıkına sıkına piposunu çekerken gür kurşuni kaşlar altındaki keskin bakışlı mavi küçük gözler, Michael’ı inceliyordu. Ve Michael, kulaklarını dikmiş, gözlerini açmış, kırk yıllık dostuymuş gibi görünen bu yabancıya bakıyordu. Bu hoş, iki ayaklı tanrının tutup tutup bırakmalarının, bırakınca umursamamalarının, Michael’ı nasıl etkilediğine gelince, olsa olsa düş kırıklığı uyandırıyordu denebilir. Ağzından, çın çın, davetkâr bir havlama dökerken, küçük kuyruğunu iyi yaklaşımlarını dile getiren bir el sallamayla titretiyor, adamın önünde eğilirken kalçalarında başlayan, göğsünü kumlara değdirmecesine gayretli bir kıvraklık sergiliyor, olabildiğince öne uzanık pençelerini durup dururken kaldırıp yere vuruyor ve böylece karşısındakiyle oynamaya yeltenerek kendisine yakınlaşmasını bekleme yürekliliğini gösteriyordu. Ve adam, ilgisizdi, gecenin bu ilerlemiş karanlığında cansız ve duygusuz bir görünüm içinde piposuna asılmış, çekiyordu yalnızca.

Bu yaşlı “altı şişelik” gemi kamarotunun Michael’ı böylesine baştan çıkarmasıyla oldu bittiye getirilen ve üstelik, tümüyle ihanete dayanan bu sevişmeden daha ustalıklısı görülmemiştir. Adamın bu ilgisizliğini az da olsa sezen Michael, çekilip gitme korkutmacasıyla huzursuz huzursuz kımıldandığında, Kamarot boğuk sesler çıkararak üzerine atıldı: “Uzaklaşma köpek, uzaklaşma.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir