Jack London – Yildizlar Korsani

JACK LONDON bu romanda çok değişik bir konuyu derinlemesine işlemiştir. Zaman zaman kapıldığı «kızıl öfke» sebebiyle hapisaneye düşen, sonunda da ölüme mahkûm edilen aydın bir kişinin yürekler acısı serüvenidir bu. Dehşet verici ve tüyler ürpertici işkenceler yapılmaktadır Darrell Standing’e… Bunlara dayanabilmek için adam tek çıkar yolu ruhunu ve bedenini birbirinden ayırmakta bulmuştur. Bu, bir çeşit direnme ve işkenceye karşı koyma türüdür. Ünlü yazar, «Yıldızlar Korsanı»nda kısaca açıklayacağım üç ana fikire dayanmıştır. Öncelikle Darrell Standing’in yaşantısında ruhun bir başka bedene geçmesi kavramı verilmiştir. Standing bir defa değil, çeşitli kişiliklerle, çeşitli zamanlarda defalarca yaşamıştır. Ruh biliminde beden geçici olarak taşıdığı ruhun geçmişten başka bir beden içinde yaşadığı anıları tekrar yakalama çabası içindedir. ikinci olarak dikkat edilmesi gereken nokta, Darrell Standing’in bir tek kişiliği sürdürmesi değil de insanoğlunu sembolize eden tüm özelliklerin birleşimi olarak çeşitli kişiliklere büründürülmesidir. Üçüncü nokta ise kişinin anatomik ve fizyolojik yapısıyla atalarının tüm özelliklerini üzerinde toplayan bir varlık olduğudur. Jack London’un bu üç esas üzerine dayandırdığı hikâyesi, bu üç noktanın bilimsel olarak desteklendiği ya da desteklenmediği sorusunu uyandırmaktadır. Birinci noktaya geri dönerek inceleyecek olursak bunun daha çok dini bir inanç olarak geliştiğini ve bugün sistemli bir biçimde bilimsel bir açıdan ele alınarak modern psikolojiye meydan okuyan bir sorun olduğunu görürüz. Fiziksel araştırmalar, bedensel faaliyetler dışında beynin ayrı bir organ olarak çalıştığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Modern çağımıza her ne kadar aykırı düşse de insanların inançlarıyla ilgili bir sorundur bu. Ancak kısıtlı bir araştırma sahası içinde konuya eğilinmiş ve çoğu yetkili kişiler inançlarının dışında bulduklarından konuyu ciddiyetle ele almamışlardır.


Ama Virginia Üniversitesi profesörlerinden Dr. lan Stevenson, Hindistan ve dolaylarında yüksek düzeydeki geniş araştırmalarını sürdürmektedir ve bilimin bu delillerle ortaya çıkarılan gerçeklere karşı çıkması için hiç bir neden yoktur. Öte yandan ilk bakışta kabul edilmez görünen olayları açıklamak ve kanıtlamak bilimin görevidir. Bütün sorun olayın kanıtlanmasındadır. Eğer Dr. Stevenson’un araş-tırmalarındaki örneklerde olduğu gibi bir insan gerçek yaşantısında bilmediği, tanımadığı bir yer hakkında ayrıntılı bilgi verecek durumda ise bu konuda delillerin toplanabileceği bir noktaya gelmiş oluyoruz. İkinci nokta, insan ruhunda ortak bir ana özelliğin bulunduğu Hint inançlarına dayanmaktadır. Bir tek ruh, tüm insanların bileşimi olarak nitelendirilebilir diyelim, ama böyle bir inancı kanıtlamak oldukça güç. Belki Jack London’un bu konudaki ifadeleri tüm insanlarla paylaştığı gerçeğin derin bir duygusallığıydı. Üçüncü noktaya gelince, Jack London’un burada zihninin adamakıllı karıştığı söylenebilir. Şöyle ki, fiziksel özellikler ve aynı zamanda ruhun sürekliliği arasında bir bağlantı kurması gerekmektedir. Evet, fiziksel özellikler kuşaktan kuşağa kalıtımla geçmektedir. Ancak bu özellikler kişilerin ölümleriyle ve şovların tükenmesiyle son bulmaktadır. Bu durumda London’un düşünüşünde ve anlatmak istediği hikâyesinde olduğu gibi fiziksel sürekliliğin ruhsal süreklilik gibi kanıtlanması olanaksızdır. Yine de yazar, çağımız psikolojik anlayışıyla sağ lam bağlantılar kurarak olağanüstü bir kurgu-bilim yapıtı çıkartmıştır ortaya.

Örneğin Darrell Standing’in çevresindeki her şeyden sıyrılıp, duyarlılığını yok ederek yarı ölü haline gelebilmesi bugün hipnotizma ile anestezi yöntemine benzetilebilir. Hatta pek çok kişi hipnotize edilerek bulunduğu yerin dışında olup bitenleri görebilmekte ve başkalarının düşüncelerini okuyabilmektedir. Bu özelliğin telepati ya da düşüncelere nüfuz edebilme yeteneği olarak bugünkü psikolojide yeri vardır. Ancak bazı bilim adamları bunu kabul etmekte isteksiz görünmektedir. Darrell Standing’in kişiliği içindeki mücadelesi, fiziksel işkencelere iradesiyle karşı koyabilmesi, sarsılmaz inançları hiç kuşkusuz London’un bu yapıtını ilgi çekici bir psikolojik yapıt haline getirmektedir. Ama bu yapıtı yirminci yüzyılın ikinci yarısına uygun bir bilim dalı haline getirmek isteyecek olursak tüme varım metodundan giderek çok sayıda kanıtlayıcı örneklerle ortaya koymamız gerekir ki, bu durumda London’un yapıtının yirminci yüzyıl insanına yeni bir şey getireceği söylenemez. Amerikan düşünürlerinden Ralph Barton Perry’-nin öne sürdüğü gibi ‘inanç’ ve ‘teori’ arasında bir uzlaşma sağlanamaz. Çünkü kişi bir şeye inanmış-sa, esasını araştırmak, bu inanca sadakatsizlik gibi gelir ona. Jack London bizlere «inanan» bir insanın hikâyesini anlatıyor. Burada ölümünü bekleyen ve akıl almaz işkencelere çarptırılan bir insanın bir bakıma kahramanlığı, öte yandan vermek istediği savaşa karşılık uğradığı haksızlıklardan çaresiz kaçışı olarak nitelendirilebilecek bir hikâye bu. Ruhunu bedeninden ayıracak gücü bu çaresizlikte buluyor Darrell Standing. Bugünün insanına bu teoriyi kabul ettirmek için kanıtlamak gerekir. Okuyucu için bu yapıt ancak bir fantazi olarak yorumlanabilir ve ‘olabilir’ ya da ‘olmayabilir’ tartışmasına götürür ki, bilimsel araştırmalar da zaten bu tartışmalar yoluyla yapılır. London öylesine gerçek olaylarla örmüş ki bu hikâyesini, okuyucu inanıp inanmamakta tereddüt ettiği teoriyi bu hikâyenin bir parçası olarak kabul ediyor. Belki de inanıyor, ne dersiniz? Kişiler öylesine gerçek ki, okuyucu hikayeyi gerçekçi bir açıdan ele alacaktır.

Acaba Jack London bunu düşündü ve kasten mi yaptı? Eğer böyleyse muhakkak ki yanılmıştır ama çağımızın okuyucusunu modern ruh bilim araştırmalarına merakla eğilecek kadar etkileyebilir bu yolla. Ne var ki, yaşadığımız yüzyılın sonuna gelmeden bizlere, ‘Tabii ya, işin gerçek yanı budur’ dedirtecek bir bilimsel açıklama bulunacağı muhakkaktır. Ancak, bu açıklamaya varabilmek için gösterilecek çaba, sadece anlatılan hikâyelerle değil, bunları okuyan kişileri etkileyecek yeterli delillerle desteklenecektir. BÖLÜM : 1 BÜTÜN yaşantım boyunca başka zamanların ve başka yerlerin varlığını hissetmişimdir. Ve içimde başka kişilerin var olduğunu. İnanın bana sizler de aynı şeyleri hissetmişsinizdir. Çocukluğunuza bir an için geri dönün, bu sözünü ettiğim duyguyu bir çocukluk deneyi olarak hatırlayacaksınız. O zamanlar henüz tam anlamıyla şekillenmemiştiniz. Değişim içinde bir ruh, yoğruldukça biçimlendirilecek bir avuç kil, oluşum halinde akıl sahibi bir varlık; yalnız oluşma ve aynı zamanda unutma halinde. Evet, unuttuklarınız çoktur çok olmasına ama, çocukluğunuza geri döndüğünüzde çocuk gözlerinizin bir zamanlar izlediği görüntüler dizisi belli belirsiz de olsa canlanır. Bugün birer düş gibi gelir bunların hepsi sizlere. Hadi düş olduklarını kabul edelim: nereden, hangi kaynaktan, hangi özden gelmektedir peki bu düşler? Düşlerimiz algıladığımız şeylerin acaip biçimlerde bileşimidir. Bütün düşlerimiz, denediğimiz olayların kaynağından gelmektedir. Çocukken, küçücük, minicik bir çocukken, korkuyla boşlukta yuvarlandığınızı görmüşsünüzdür düşlerinizde; ya da örümcek ağları içine düşüp yüzlerce ayaklı sürüngen arasında kıstırıldığınızı. Garip sesler duyarak, korkunç suratlı yaratıklar arasında kâbuslar görmüşsünüzdür.

Güneşin doğuşunu ve batışını şimdi gördüğünüzden çok farklı bir biçimde yerleştirmişsinizdir kafanıza bilinçsizce. Evet bu başka dünyaların, başka yaşamların, çocuk gözlemleri, içinde bulunduğunuz şu dünyanızda asla görmedikleriniz, farketmedikleriniz-dir. O halde nerede görmüştünüz? Başka bir yaşam, başka bir dünya mı vardı? Belki yazacaklarımın tamamını okuyunca bu şaşırtıcı sorularımın cevaplarını bulmuş olacaksınız. Ancak, bu şaşırtıcı sorular benim yazdıklarımı okumadan önce de kendi kendinize sorduğunuz şeylerdi gerçekte. Wordsworth biliyordu. Ne ermişti, ne de peygamber. Sadece sizler ve herkes gibi sıradan bir kişiydi. Bildiği şeyi siz de, herkes de bilir. Ama o, şu sözleriyle açık ve yerinde bir dille ortaya koymuştur bildiğini: «Ne tam çıplaklık, ne tam unutkanlık.» Gerçekten de bir tutsak evinin dört duvarı sarar çevremizi küçücük, yeni doğmuş bîr bebekken, ve çarçabuk unuturuz herşeyi. Ama ilk doğduğumuzda başka zamanları ve başka yaşantıları hatırlıyorduk. Dört ayak üzerinde emekleyen ya da kucakta taşınan savunmasız, zavallı birer bebekken düşler görürdük. Karanlık, korkulu kâbusların işkencesini çektik o zamanlar. Hiçbir tecrübemiz yokken, yeni doğmuş birer bebek olarak korkuyla gözümüzü açtık bu dünyaya. Korkunun anısıyla .

hatırlanışıyla doğduk; ve anılar birer tecrübedir. Örnek olarak beni alırsak, henüz konuşmağa başlamazdan önce uykumun geldiğini ya da acıktığımı garip sesler çıkartarak anlatmağa çalıştığım sıralarda bir zamanlar yıldızları fethettiğimi biliyordum. Evet, henüz «kral» sözcüğünü söyleyemeyen ben, bir zamanlar bir kralın oğlu olduğumu pekâlâ biliyordum. Dahası var; bir zamanlar bir köle olduğumu, daha doğrusu bir kölenin oğlu olduğumu ve boynumda demir bir tasmayla yaşadığım günleri de hatırlıyordum. Üç, dört, hattâ beş yaşımdayken henüz ben kendim değildim. Sadece oluşum halindeydim. Kendi zamanımda, kendi dünyamda, kendi fiziksel özelliklerimle henüz biçimlenmemiş, yoğrul-mamış, türlü değişimlerden geçecek bir varlıktım. Olmam gereken kalıbım biçimlenmemişti o zamanlar. İçimde çekişen binlerce yaşam benimle uzlaşıp, ben olmak için çaba sarfediyordu. Budalaca geliyor size, değil mi? Ama zamanı benimle çok uzaklara kadar katedecek okurlarım, bu konular üzerinde uzun uzun düşünmüş bir kişi olduğumu unutmayın. Yıllar süren korkunç geceler ve ter dökerek geçirdiğim karanlık kâbuslar arasında içimde oluşan sayısız benliklerle hep tek başımaydım. Çok düşündüm bu sayısız benliklerimle. Rahatça zaman ayırdığınız bir gününüzde benimle paylaşmanız için, şu sayfalarımda sizlere haberler getirmeğe çalıştım bu varlıklardan. Evet, üç ve dört, hattâ beş yaşımda henüz kendim değildim diyordum. Vücudum biçimlenirken benliğim henüz oluşuyordu.

Ve yok edii-mesi imkânsız geçmiş, benliğimin oluşumunda büyük bir etkendi. Geceleri korkuyla bağıran benim sesim değildi. Bu bağırışlarımın nedenini bilmeme imkân yoktu o zamanlar ve bilmiyordum da. Çocukluğumda duyduğum öfkeler, attığım kahkahalar için de aynı şeyler söz konusu. Benim sesimle bağıranlar çok eskiden yaşamış insanlar, dedelerim, atalarımdı. Öfkeyle haykırışım, şu gördüğümüz dağlar yaşındaki vahşi hayvanların sesleriyle keskin, çocukça çılgın kahkahalarım ise öfkenin kızıllığıyla tarih öncesi hayvanların duygusuz, anlamsız çığlıklarıyla bu-dalacaydı. İşte herşeyin sırrı burada ortaya çıkıyor. Kızıl öfke! Beni, bugünkü hayatımı mahveden işte bu oldu. Bu öfke yüzünden, kısacık birkaç hafta sonra bulunduğum şu hücreden yüksek bir yere çıkarılacağım. Gevşek bağlanmış iplerle hafifçe yukarı kaldırılmış, hiç de sağlam olmayan bir yükseğe. Ve orada beni boynumdan asacaklar, ölene kadar sıkacaklar boğazımı. Bu kızgın öfke bütün yaşantılarım ve benliklerim-deyken felâketim olmuştur. İlk çağlardan bu yana, bu öfke bütün felâketlerime sebep olan bir kalıtımdı bende. Artık kendimi sizlere tanıtmanın zamanı geldi. Ne budalanın tekiyim ne deli.

Anlatacağım şeylere inanmanız için önce bunu bilmenizi isterim. Adım Darrell Standing. İçinizden birkaç kişi bunu okur okumaz beni tanıyacaktır. Ama çoğunlukta kalan yabancılara kendimi biraz anlatayım. Sekiz yıl önce California Ziraat üniversitesinde profesördüm. Ve sekiz yıl önce sessiz sedasız Berkeley kasabası, madencilik binasındaki laboratuarlardan birinde profesör Haskell’in öldürülmesi olayıyla büyük bir sarsıntı geçirdi ve halkı üzüntüye boğuldu. Kaatil Darrell Standing idi. Ben Darrell Standing’im. Cinayeti işlerken ellerim kan içinde yakalandım. Şimdi profesör Haskell ile aramızda geçen olaylarda kimin haklı, kimin haksız olduğu konusuna girmeyeceğim. Özel bir meseleydi bu. Önemli olan bir kızgınlık anında yıllaryılı yakamı bırakmayan kızıl öfkenin pençesine düşerek meslekdaşımı öldürmemdi. Mahkeme kayıtları ve delillerle suçlu olduğum kesinlikle kanıtlandı; ve ilk defa mahkeme kayıtlarının doğruluğunu kabullendim. Hayır, bu cinayet için idam hükmü verilmez. Ceza olarak müebbet hapis verildi.

Otuz altı yaşındaydım o zaman. Şimdi kırk dört yaşındayım. Bu sekiz yılı Califdrnia eyaletinin San Quentin tutukevinde geçirdim. Beş yılını da karanlıkta, tek başıma bir hücrede. Yaşayan bir ölüden farksız geçen beş yıl. Bunu çeken bilir. Fakat yalnız geçen beş yılımı aynı cezaya çarptırılan hiç bir tutuklunun sahip olamıyacağı bir özgürlük kavramı içinde geçirdim. Bu süre içinde yalnız dünyayı değil, zamanı da aştım. Bana bu cezayı verirken ne büyük bir bağışta bulunduklarının farkında değillerdi tabii. Ed Morrell’e gerçekten içtenlikle teşekkür ederim. Fakat Ed Morrell başka bir öykümdür, ondan sizlere daha sonra bahsedeceğim. O kadar çok anlatacak şeyim var ki, nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Şöyle bir başlangıç yapayım en iyisi. Minnesota’da doğdum. Annem İsveç’li bir göçmen kızıydı.

Adı Hilda Tonnesson’du. Babamın adı da Chauncey Standing. Köklü bir Amerikan ailesinden geliyordu. Babası Alfred Standing İngiltere’den, Virginia çiftliklerinde çalıştırılmak üzere mukaveleli işçi -ya da dilerseniz köle- olarak gelmişti. Genç Washington’un, Pennsylvania vahşi ormanlarını keşfe çıktığı zamanlara rastlar bu olay. Alfred Standing’in bir oğlu iç savaşta, bir torunu da 1812 savaşında döğüşmüştü. O zamandan bu yana Standing’lerin katılmadığı bir savaş daha olmamıştır. Bu ailenin son erkeği olarak ben de son Filipin savaşlarında sıradan bir asker olarak döğüştüm. Savaşa katılmak için de mesleğimin tam doruğunda, Nebraska üniversitesi profesörlüğünden istifa ettim. Tam o sıralarda da aynı üniversitenin ziraat bölümü dekanlığına atanmak üzereydim. Evet, yıldızlar korsanı, gözü kara maceraperest, yüzyılların serserisi, uzak zamanların savaşçı rahibi, unutulmuş eski dönemlerin romantik ozanı olarak insanlık tarihine adım bile geçmemişti. Ve şimdi Folsom Eyalet hapishanesinde, caniler sırasında ellerim kızıla boyanmış idam edileceğim günü bekliyorum. Evet, hakkımda verilen yargı üzerine eyalet kölelerinin masumca inandıkları ve korktukları karanlığa götürüleceğim günü bekliyorum. Onlara batıl inançlarıyla korkulu hayaller ve kuruntular veren karanlığa. Kendi korkularının yarattığı ve insan biçiminde tanımladıkları tanrıların kutsal tapınaklarına onları çaresizce sürükleyen karanlığa.

Hayır, bir ziraat fakültesi dekanı olamıyacağım asla. Ama ziraatçiliği iyi bilen bir kişiydim. Bu konu üzerinde çalışmak için yaratılmıştım. Çok çalıştım, iyi bir öğrenim yaptım ve mesleğimin ustası oldum. Benim alanımdı, üstün yeteneklerim vardı bu konuda. Sütteki tereyağ miktarını bir bakışta kestirebilirim. Babcock deneyi ancak bu keskin görüşümü kanıtlamaya yarar. Bir toprağa bakıp verimliliği konusunda yeterli bilgi verebilirim. Asit ve alkali deneyi için turnusol kâğıdına gerek duymam. Tekrar ediyorum ziraatçılık benim dahiliğimdi ve hâlâ da öyledir. Fakat eyalet halkı boynuma bir ip dolayarak bu dehamın yok edileceğine inanıyor. Oysa bu deha Truva’nın çayırlarında göçebe çobanların sürülerini otlatmağa başlamasından çok önce, binlerce yılda gelişmiştir. Mısır! Evet, başka kim bilir mısırı? Wistar’-da görüldüğü gibi lovva’nın her köşesinde yıllık mısır üretiminde yarım milyon dolar kadar bir artış sağladım. Bu tarihtir. Makinalı araçlarına binen bir çok çiftçi bugün o motorlu araçları kimin kendilerine sağladığını biliyorlarsa lise ders kitapları üzerine eğilmiş tatlı genç kızların ve pırıl pırıl zeki delikanlıların çoğu da VVistar’da mısır üretiminin artışını gösteren belgelerle yüksek öğrenimi biraz olsun benim sağladığımı düşünüyorlardır.

Bir de çiftlik yönetimi! Bir çiftlikte fazlalıkların ne gibi bir işlemden geçeceğini çok iyi bilirim. İster çiftliğin, ister çiftlik işçisinin, ister çiftlik binalarının yönetimi konusunda hiç bir sıkıntıya düşmem. Bir el kitabım ve ziraatçılık konusuyla ilgili cetvellerim var. Şu anda yüzbinler-ce çiftçi kuşkuyla kaşları çatılmış, yatmadan önce problemlerini halletmek üzere bu kitapların üzerine eğilmiş bir şeyler öğrenmeğe çalışmaktadır. Burada, hikâyemin ilk bölümüne son vermem gerekiyor. Saat dokuz. Caniler hücresinde bütün ışıkların kapandığı saattir. Şu anda gardiyanın lastik ayakkabılarının sesini duyuyorum Gaz lâmbamı henüz söndürmediğim için bana bağırmağa geliyor. Sanki yaşayanlar, ölüme mahkum kişileri azarlayabilirmiş, kınayabilirmiş gibi. BÖLÜM : 2 ADIM DARRELL Standing. Kısa bir süre sonra beni hücremden çıkarıp idama götürecekler. Bu arada söyleyeceklerimi söyleyip, şu sayfalara başka zamanların ve yerlerin anılarını yazma çabasındayım. İdam kararından sonra ‘doğal yaşantımın’ geri kalan kısmını geçirmek üzere San Quentin tutukevine getirildim ve burada uslanmaz bir tutuklu olduğum kanıtlandı. Uslanmaz bir kişi korkunçtur. En azından tutukevlerinde böyle tanımlanan kişiler problem kişilerdir.

İşe yaramaz halim beni âsi kıldı. Tutukevi, bütün diğer tutukevleri gibi tahripçiliği kınayan bir yerdi. Beni tek hücreye kapattılar. Bu suç beni rahatsız ediyordu. Neden etmesindi? İşe yaramaz bir kişi olmağa kendimi bildim bileli karşı çıkmışımdır. Bundan üçbin yıl önce, otomatik dokuma tezgâhları keşfedilmeden önce eski Babil zindanlarında yıllar yılı çürüdüm. İnanın bana, o zamanların tutukluları el tezgâhlarında San Quentin tutukevindeki otomatik dokuma tezgâhlarında çalışanlardan daha işe yarar şeyler yapardık. İşe yaramazlık suçu aşağılayıcı geliyordu bana. İsyan ettim. Gardiyanlara, yararlı olabileceğim kırk türlü iş göstermeğe çalıştım. Hakkımda raporlar verildi, kınandım. Zindana atıldım, karanlıkta günlerce aç bıraktılar beni. Dokuma tezgâhlarının hiç bir iş çıkartmayan keşmekeşinde çalışmak için çaba sarfettim. İsyan ettim. Zindana atılmaktan başka, işkence gömleği giydirdiler bana.

Parmakla gösterilen bir kimse olup çıktım. Aptal gardiyanlar tarafından gizlice dayak yedim. Oysa öylesine aptal insanlardı ki bu gardiyanlar, ancak kendilerinden farklı olduğumu düşünebilecek kadar kafaları çalışıyordu. Bir de onlar kadar aptal olmadığımı görecek kadar. İki yıl şu budalaca işkenceye katlandım. Bir insanın zincire vurulup fareler tarafından kemirilmesi ne korkunçtur. İşte budala gardiyanlar fare gibi kemiriyorlardı beni. Zekâmı, bilincimi ve sinirlerimi berbat ettiler. Bir zamanların cesur savaşçısıyken şimdi bütün savaş gücümü yitirmiş bir kişiyim artık. Bir çiftçi, bir ziraatçı ve kürsüsüne bağlanmış bir profesördüm. Sadece toprakla ilgilenen, toprağın verimliliğini arttırmaktan başka bir şey düşünmeyen laboratuarın esiriydim. Filipinler’de savaştım, çünkü Standing soyunun bir geleneğiydi. İyi bir savaşçı değildim. Siyah tenli yerlilerin vücutlarını keskin, yabancı bîr aletle yarıp deşmek yalnızca gülünçtü benim için. Bilimin bütün gücüyle insanoğluna kazandırdıklarının kötü amaçlar için kullanılmasını izlemek, bilim adamlarının siyah tenli halkın vücutlarını keskin aletlerle yarıp deşerek şiddet olayları yaratmasını izlemek yalnızca gülünecek bir olaydı benim için.

Az önce belirttiğim gibi Standing ailesinin geleneklerine boyun eğmem gerektiğinden savaşa katıldım ve savaşçı yeteneklerim olmadığını farkettim. Üstlerim de beni yeteneksiz bulmuş olmalılar ki, karargâh kumandanı kâtibi olarak masa başına oturttular. İspanya-Amerika savaşına bu görevimle, masa başından katıldım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir