James Lovegrove – Redlaw

Şehrin damarlarından ışık ve hayat akıyor. Trafik çift yönlü ilerliyor; bir tarafta beyaz, bir tarafta kırmızı, içil içil tabelalar, parıldayan pencereler. Neon ve akkor lambalarından yayılan yoğun ışık gökyüzüne cila çekiyor. Öte yandan, aşağıda, varoşlarda karanlık bölgeler var. Tıpkı röntgen filmindeki tümörler gibi. Zerre kadar ışığın parıldamadığı yerler. Kara lekeler. Onları görüyor musun? İşte şurada, Harringay’de. Southall’da. Deptford’da ve Stoke Newington’da, Hounslow ve Beckenham’da, Kilbum ve Peckbam Rye’da. Bütün bu ihtişamın arasında kara kara sırıtıyorlar. Deniz fenerlerinin tersine, seni kendilerine çekmiyor, itiyorlar. Onlardan birine inelim mi? Neden olmasın? Mesela şu doğudakine, Mile End”dekine inelim. Ee, ne bekliyorsun? Davet mi? İlla davete gerek yok. Yine de, mutlu olacaksan… Hadi.


Hadi aşağı gel benimle. Kendi hür iradenle gökyüzünden Londra’ya inelim. Biz alçaldıkça trafik daha bir gürlüyor. Gecenin içindeki araçlar ve çıkardıkları müzik sesi. Yalnız birkaç sürücü bizim gittiğimiz yöne gitmeyi tercih ediyor. Çok geçmeden, varacağımız noktaya yaklaştıkça bir çeşit sessizlik balonunun içine dalıyoruz. Londra’ntn yirmi dört saat bitmeyen homurtusu kesiliyor. Burada, çok katlı toplu konutların kasvetli, beton uzamı arasında yalnız ve yalnız en yumuşak sesleri duyuyoruz. Bir koşuşturma. Bir hırıltı. Bir fısıltı: belki birinin sesi, kim bilir, belki de çatlamış asfaltta uçuşan bir gazete parçasının hışırtısı. Hareket eden tek şey rüzgâr, boş zemini tırmalayarak, dev mezar taşlarına benzeyen yüksek blokların arasında dolaşıyor. Kalan her şey hareketsiz. Ama hissedebiliyorsun, değil mi? İzleniyorsun, adın gibi eminsin bundan. Kırık pencerelerden, şu kaportadan ibaret arabanın içinden, şu arsadaki yabani otların arasından sana bakan gözler.

Kan kırmızısı gözler. Konutlar, içersinde hayat barındırmıyor gibi görünüyor: terk edilmiş, metruk. Ama sakinleri var. Her yerde. İzliyorlar. Eğer gerildiysen gidelim hadi. Kalmak zorunda değiliz. Yükselip bu karanlıktan uzağa, ışığa doğru yol alalım. Ama fazla uzaklaşmayalım. Çünkü bu çukurun hemen dışında fakat yine de toplu konut arazisi içinde bir hareketlilik var. Sınırın, tepesi dikenli tellerle taçlanmış uzun tel örgülerin ötesinde bir sokak… . biri koşuyor. Bir oğlan çocuğu. Dehşet içinde. Can havliyle koşuyor.

Birinci Bölüm NİKOLA KOŞARKEN, içinden çok şey diliyordu. Mesela daha hızlı olmayı ya da kanatlara sahip olmayı, en çok de, tel örgünün öte yanında hiç dolaşmamış olmayı diliyordu. Onu uyarmışlardı. Herkes uyarmıştı. Hem de defalarca. Tel orgu, boşuna orada durmuyor demişlerdi. Bizi içeride tutmak için değil onları dışarıda tutmak için orada. Bu yüzden sakın tel örgüyü aşma. Bu tarafta kal. Bizim türümüz için dışarısı tehlikeli. Nikola söylenenleri dinlemiş, ne var ki, hepsi bir kulağından girip ötekinden çıkmıştı. Avrupa Kıtası’ndan buraya feribotla geldi beri Londra’nın pek bir yerini görmemişti. Aslına bakılırsa, ytık tırının arkasında kaçak yolculuk yaptığı anlaşıldıktan sonra g,önlüğü göreceği, bir ıslahevi, bir kamyonetin içi, derken toplu konutlar olmuştu. On altı yaşındaydı ve sınırları umursamıyordu. Hal böyle olunca bu gece tel örgüye tırmanmış, hatta tırmanmakla kalmayıp üzerinden atlamıştı.

Tel örgü o kadar yüksek değildi, dört metre ya vardı ya yoktu. Dikenli teller ellerini çizmiş ama kapatmamıştı. Kolay bir kaçış olmuştu. Millet haklıydı: Tel örgü içeridekiler için değil dünyanın geri kalanı için bir bariyerdi. Nikola çekine çekine, merakla keşfetmeye koyuldu. Konutların hemen yakınında pek bir şey yoktu. Terk edilmiş dükkânlar, boş evler, yabani otlarla sarılmış kaldırım taşları. Burası Güneşsiz Yerleşim Bölgeleri’nden birine öyle yakındı ki kimse burada yaşamak istememişti. Londra’nın yerlileri başka muhitlere taşınmıştı. Nikola bir sokak kedisini ürküttü, kedi hızla kaçmaya başlamadan önce hırçınlıkla yüzüne miyavlayıp tısladı. Çok geçmeden, civardan geçen bir GÖLGE 1 devriye arabasından saklanmak zorunda kaldı, projektörü bir o yana bir bu yana salınıyordu. Saklandığı yerden, bir bodrum katının merdiven boşluğundan çıkarak dikkatli bir biçimde keşif yolculuğuna devam etti. Şehrin canlı, kıpır kıpır bölgesine doğru ilerlediğinde sokağa vuran bir dolu GÖLGEyle karşılaştı. Sadece şöyle bir göz atmak istemişti, hepsi bu. İngiltere’nin başkentinin, artık gıyaben onun evi sayılan bu efsanevi metropolün neye benzediğini görmek istemişti.

Katiyen bir av peşinde değildi. Uzaktan kokularını alabiliyordu. İnanılmaz derecede egzotik, sarhoş edici bir kokuydu bu ama içlerinden birini kendisi için alma gibi bir niyeti yoktu. Bunun ne denli büyük bir ahmaklık olacağının, topluluğunun tamamına ne denli korkunç bir biçimde geri döneceğinin farkındaydı. Öte yandan, azıcık meraka, küçük bir turistik geziye izin vardı herhalde, değil mi? Saldırganlar birden çıkageldi. Hiç çaktırmadan. Kokularını gizlemek için tepeden tırnağa kalın giysilerle sarıp sarmalanmışlardı. Buradan, hiç yoksa, saldırganların profesyonel olduğu anlaşılıyordu. Tam da böyle bir fırsat yakalama umuduyla pusuya yatmış, onun gibi birine rast gelmeyi bekliyorlardı. Gözü kara, ihtiyatsız birine. Dört kişiydiler, hepsi kask ve deri boyunluk takmıştı. Saldırıya liderlik eden iki kişi patenliydi. Ansızın bir köşeden çıkıvermişlerdi. Eğilerek füze gibi Nikola’nın üzerine geliyorlardı, kolları bir yukarı bir aşağı hareket ediyordu. Kaçmaya yeltendi ama fırsat kalmadan ensesine çöktüler.

Zincirli eldivenle atılan bir yumruk başının yan tarafına isabet ederek onu sersemletti. Nikola sendeledi, tek görebildiği iki patenlinin karşılıklı daireler çizdiği ve tekrar üzerine doğru geldikleriydi. Kaçmak için arkasını döndüğünde çetenin diğer iki üyesiyle burun buruna geldi. Gergin bacaklarını ayırarak karşısına dikilmişlerdi, ikisi de elinde birer dişbudak kazığı tutuyordu. Nikola o an daha önce hiç korkmadığı kadar korktu. Uçları sivriltilmiş kazıklar karanlığın içinde bembeyaz parlıyordu. Adamların kasklarındaki siperlik, ucu bucağı olmayan bir karanlığa, bir boşluğa açılıyordu. Nikola yan tarafa sıçradı. Elinden daha fazlası gelmezdi. Çitlere çarptı, el yordamıyla üzerinden atladı. Saniyeler sonra, üç katlı, taraçalı bir evin duvarına tırmanıyordu. Arkasından, aşağıdan bağırışlar geliyordu. Daracık girintilerde parmağıyla tutunacak yerler bularak tuğla duvara elinden geldiğince hızlı bir şekilde tırmanıyordu. Yükseğe. Eğer yükseğe çıkarsa güvende olurdu herhalde.

Bu adamlar çatıya kadar peşinden gelemezlerdi ya. Ne var ki, geliyorlardı. İki patenci ters yöne doğru seğirtip Nikola’nın arka taraftan kaçışını engellemek için taraçanın iki ucuna yönelirken diğer iki kişi kazıklarını kemerlerine sokuşturarak peşinden tırmanmaya başlamışlardı. Ayaklarıyla kendilerini evin ön duvarından yukarı doğru itiyorlardı. En az Nikola kadar, hatta ondan da hızlıydılar. Su borusu, pencere pervazı, kapı lentosu, ne kadar ince olursa olsun her çıkıntıyı kullanıyorlardı. Serbest stil tırmanıyorlardı. Dikey, yatay, çapraz, fark etmiyordu; yeter ki gözlerine kestirdikleri bir yüzey, hedeflerine ulaşmak için kullanabilecekleri bir dizi tutamak ve basamak olsun. Nikola peşindekilerden saniyeler önce çatıya ulaştı. Yuvarlak kiremitlerin üzerinde dengede durmak için elinden geleni yaparak çatının tepe hattında hızla ilerliyordu. İki adam arkasından bağırıyordu. Nikola bacanın yanından dönüverdi. Bir saniye sonra ötekiler de aynını yaptı. Onunla sokağın ucu arasında sadece birkaç ev vardı. Patencilerden biri orada, köşede onu bekliyordu.

Nikola sağa zıplayarak çatının evlerin arka bahçelerine ve aralarında açılmış patikaya doğru meyil eden yanından aşağı kayarak inmeye başladı. Çatının kenarındaki oluktan atlayarak aşağıdaki duvara yumuşak bir iniş yaptı. Çok geçmeden, patikadaydı. Ters dönmüş çöp tenekelerinin ve devrilmiş alışveriş arabalarının yanından geçti. İki parkur koşucusu ise fazla geride değildi. Patenci patikanın ağzında önünü kesti. Ancak Nikola var gücüyle koşarak omzu aşağıda, dosdoğru adama tosladı. Patenci geri geri sendeledi, sokağın karşısına kayarak elektrik direğine çarptı, acıyla bağırdı. Toparlanarak Nikola’yı kovalayan iki koşucuya katıldı; çok geçmeden üçü de Nikola’nın ensesindeydi. Nikola doğru yola girmiş olayım diye dua ediyor, kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Yerleşim Bölgesi’nin yüksek binaları ileride belli belirsiz görünüyordu, gelgeldim, bulunduğu sokak bu binalardan uzaklaşarak kıvrılıyormuş gibi görünüyordu. Bir sonraki yol ayrımında sağa mı yoksa sola mı sapacağına dair en ufak fikri yoktu. Eğer Yerleşim Bölgesi’ne kapağı atabilirse kurtulduğunun resmiydi. Bu adamlar tel örgüyü aşıp peşinden gelmeye cesaret edemezlerdi. Ne var ki, bir labirentin içindeymiş gibi hissediyordu, yanlış bir köşeden dönmesi onun sonu demekti.

Güçlü olmasına güçlüydü, dördünden de güçlüydü lâkin onlar hem sayıca üstündü hem de silahlı. Derken, Nikola yüz üstü yere kapaklandı. Nasıl olduğunu anlamamıştı. Ayağı mı takılmıştı? Kalkmaya çalıştı ama başaramadı. Bacakları sımsıkı birbirine yapışmıştı. Ağır çelik toplara bağlanmış kementler ayak bileklerini sarmıştı. Bu bir bolastı. Nikola telaş içinde kementleri çözmeye koyuldu ancak saldırganların üçü çoktan etrafını sarmıştı. Diğer patenci de ortaya çıktı, patinaj çekerek yanlarında durdu. Nikola dişlerini sıkıp burnundan soluyarak başını kaldırdı, adamlara baktı. En yakınındakine saldırdı. Adamın bacağına pençe atarak tırmalıyordu ama pantolonu Kevlar benzeri bir kumaştan yapılmıştı. Pençelerin işlemeyecği türden bir kumaştı. Nikola’nın el bileklerini dizleriyle kuvvetle asfalta bastırdılar. Var gücüyle direndi ama adamlar sıkı sıkıya bastırıyor, yerinden kıpırdatmıyorlardı.

Bir kazık havada savrulmaya başladı. Nikola debelendi, karşı koydu. Böyle çaresiz ve görünüşe göre hapı yutmuş bir halde yatarken dahi tek düşünebildiği, bu dört saldırganın boyunlarını deşip içerisindeki leziz ılık sıvıyı kana kana içmekti. Öfkeyle perçinlenen susuzluğu vahşi bir hal almıştı. Hepsini hakir görüyordu. Birer sığırdan farksızlardı. Birer av. Fırsatını yakalasa, dördünün de hayatını tek tek son damlasına kadar içlerinden çekip alırdı. Kazık tam göğsünün üstünde, havada asılı kaldı. Kazığı tutan el sapını sıkı sıkı kavramıştı. “İndir onu.” Ses ciddi ve sakindi. Tonundan itiraz kabul etmediği belliydi. “Üçe kadar sayıyorum. İndir o kazığı yoksa ben seni indiririm.

” Nikola’nın İngilizcesi iyi değildi ama konuşan kişinin kendisini değil, bu dört saldırganı tehdit ettiğini anlayabiliyordu. Bakmak için asfalta dayalı başını yana çevirdi. Bir çift bot, uzun bir pardösü, gümüş rengi saçları ve bir kireç taşı kayalığı kadar yalçın ve sarsılmaz yüzü ile uzun boylu bir adam gördü. Ayrıca, rahiplerinkine benzer, şu bütün çene hattı boyunca uzanan yüksek bir yaka ve ağır, uzun namlulu, bildiği kadarıyla Cindermaker dedikleri bir tabanca gördü. Bu GÖLGE’ye delaletti. Yani Gece Tugayı’na. Dolayısıyla Nikola’nın birkaç saniye öncesinden daha beter hapı yuttuğuna delaletti. “BU SON ŞANSIN,” dedi GÖLGE subayı. “Ya sen o kazığı indir ya da ben seni indireyim. Tahta mahta, kurşun kurşundur. Her şeye rağmen vücudunda koca bir delik açabilir.” “Defol git, vampir sikici seni,” dedi saldırganlardan biri. “Bu bir vampircik, üstelik yuvasında değil. Eğer biz onu temizlemeye kalkmasaydık aynını kendin yapacaktın.” “Belki,” diye yanıt verdi.

“Aramızdaki fark ise şu: ben kanunlara hizmet ediyorum, siz, siz ise şehir eşkıyalarından başka bir şey değilsiniz. Ateşçiler’di, yanılıyor muyum?” “Evet. Ne olmuş?” “Olan şu, o kazığı indirip Güneşsiz’i rahat bırakıyorsunuz.” GÖLGE subayı, Cindermaker önünde ilerledi. “Bir. İki…” “Bekle,” dedi öteki Ateşçi, patencilerden biri. “Bekle bir saniye. İzin ver, bu kan emicisini deşelim”; Nikola’yı işaret etti; “sonra gideriz. Kimsenin burada bulunduğumuzdan haberi bile olmaz, ayrıca temizleme işini kendin üstlenebilirsin. Hadi ama, ne diyorsun GÖLGELİ? Makul değil mi? Herkes kârlı çıkar.” “Benim kim olduğumu biliyor musunuz?” Ateşçiler hayır anlamında başlarını salladı. ‘“John Redlaw’ adı size bir şey çağrıştırdı mı?” Diğer üçüne değil ama birine bir şeyler çağrıştırmıştı. “Evet, tabii ya. Duymuştum bu bunağı. Söylediklerine göre, çetin cevizmiş.

” Nikola’ya gelince, tam anlamıyla dehşete düşmüştü. Bu ülkede çok eski olmayabilirdi ancak o bile John Redlaw’u duymuştu. Kendi türü arasında bu adamdan daima kısık sesle bahsedilirdi, isminin bir fısıltıdan daha sesli anıldığı nadirdi. “O halde,” dedi Redlaw, “Kararımdan dönmeyeceğimi ve benimle pazarlığa girişilmeyeceğini biliyor olmanız gerekir.” Ateşçilere ve Nikola’ya beş adımdan da az kala durdu. “Hepinizi vesikalarınızla birlikte cehenneme göndermekten mutluluk duyarım. Bu Güneşsiz benim. Hemen giderseniz sağ salim gitmiş olursunuz. Bu size en son ve en iyi teklifim.” Ateşçiler birbirine baktı. Derken, kazıklı olan, “Boşversene,” diyerek kazığı Redlaw’a fırlattı. Red la w sakınmak için eğildiğinde Ateşçi üzerine atıldı. Redlaw’un silah tutan eline vurdu. Cindermaker elinden fırladı. Sonra Redlaw’a, tam suratının ortasına yumruk attı.

GÖLGE subayının burnundan kan fışkırdı. Redlaw yere düşerken Ateşçi, “Tanrı aşkına, hadi gelsenize!” diye bağırdı arkadaşlarına. “O bir kişi, üstelik yaşlı. Hadi biraz eğlenelim.” Diğer üçünün biraz cesaretlendirilmesi gerekmişti. Nikola’yı bırakarak Redlaw’u pataklamaya giriştiler. “Demek bize silah çekersin ha?” diye bağırdı biri. “Dişbudak kurşunları ha?” diye söylendi bir öteki. “Dişbudak.Hem de insanlara.” Tekmeler ve yumruklar havada uçuşuyordu. Nikola, Redlaw’u göremez olmuştu. GÖLGE subayı, Ateşçilerin altına gömülmüş, bir şiddet girdabının ortasında kalmıştı. Karşı koyuyormuş gibi görünmüyordu. Neden karşı koymuyordu? Aslında ün yaptığı kadar da korkunç değil miydi? Aslında elinde silahı olmadan bir hiç miydi? Derken, büyük bir çatırtı duyuldu.

Patencilerden biri kırılmış dizini tutarak yerde yuvarlanıyordu. Çat diye bir ses. Ve ikinci bir Ateşçi yere yatmış, avazı çıktığı kadar bağırıyordu; sol kolu feci biçimde bilekten yamulmuştu. Redlaw birden ayağa kalktı. Öteki patenciyi ceketinden tuttuğu gibi dördüncü Ateşçi’nin üzerine savurdu. İkisi üst üste asfalta yapıştı. Redlaw ata biner gibi üstlerine oturdu, üsttekinin boyunluğundan tutarak kafasını alttaki adamın kafasına vurmaya başladı. Kask siperlikleri tuzla buz oldu; siyah polikarbonat kırıkları derilerine battı. Her iki Ateşçi de yarı baygın düşüp yüzleri kanlı birer cehennem haritasına dönene dek merhamete gelmedi Redlaw. Ardından, neredeyse hastanelik vaziyette dizi sakatlanan patenciye geçti. Patenci sağlam dizinin üzerinde duruyordu, ta ki o da sakatlanana kadar. En son, ağlayıp aksayarak kaçmaya başlayan kırık kollu adama döndü. Adamın kasketini hızla çekip çıkardı. Acıdan buruşmuş, gözyaşlarını boğulmuş yüzü çıktı ortaya. “Vampirden daha beter bir şey varsa,” dedi, “o da vampir avlayan insanlardır.

Dostlarına, kendilerini üstün görüp fazla akıllı sanan diğer bütün Ateşçilere bir mesaj iletmeni istiyorum. Özel bir mesaj. Benim için bunu yapar mısın?” Ateşçi can havliyle evet anlamında başını salladı. “Onlara şöyle söyle: Güneşsiz İskân ve Tebliği’nden Yüzbaşı John Redlaw’un…” Bir kafa. Ateşçi korkunç bir feryatla sırt üstü yere yuvarlandı. Kafası asfalta çarptı, hareketsiz bir şekilde yere serildi. Redlaw gömleğinin yakasını doğrulttu, pardösüsünü düzeltti ve Cindermaker’ını geri almak için yürüdü. NIKOLA KAVGA BOYUNCA bön bön bakmaktan başka bir şey yapmadı. Redlaw Ateşçiler ile meşgulken tabanları yağlaması gerektiğini biliyordu ama saldırının etkisiyle hala fena halde titriyordu. Kazıkla deşilmesine ramak kalmıştı, az kalsın ölümsüzlüğü başladığı gibi sona erecekti. Korkudan olduğu yerde çakılı kalmıştı, ayrıca, kavganın seyri değişip de Redlaw bu dört adamı parçalarına ayırmaya başlayınca izlemek istemişti. Harika bir seyirlikti, Redlaw mutlak bir acımasızlık ve vahşilikle Ateşçileri bertaraf ediyordu. Bu da Nikola’nın yağlarını eritiyordu. Başlarına geleni hak etmişlerdi. Her bir zerresini, hatta daha fazlasını.

Geriye dönüp baktığında, bir yerde bir hata yaptığını anladı. Şu an Redlaw uzun adımlarla ona doğru yürümekteydi. Elinde Cindermaker, namlusu Nikola’nın kalbine doğrultulmuştu. Nikola bolas kementlerinden kurtulmak için debelenmeye başladı. “Bun seara.” dedi Redlaw. “Labvakar. Blaho ve er.Jo estet.” Nikola son söylediğini anlamıştı. “Jo estet,” diye karşılık verdi. İyi akşamlar. “Ah,” dedi Redlaw. “Macar mısın? Magyar?” Nikola evet anlamında başını salladı. “Igen.

” “İngilizce konuşabiliyor musun?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir