James Lovegrove – Kizil Goz

Şehir bembeyaz; beyazdan daha da beyaz. Bugün karyağdı ve bu gecenin ilerleyen saatlerinde de daha fazla yağış olması bekleniyor. Kar birikintileri, şehri kuş tüyünden bir yatağa çevirmiş durumda. Manhattan’in tüm yirmi iki kilometrelik alanı, artık o bildiğimiz güçlü kuvvetli, dik kafalı halinde değil. Gökdelenler ve iskeleler, yumuşak ve alışılmadık bir şekilde kırılgan görünüyor. Bu şehir adası, boğuk ve gri bir gökyüzünün altında uzanan devasa ve oldukça girift bir kar tanesine dönüşmüş halde. Trafik, kanyon sokaklardan, vadi caddelerden aşağıya doğru akıyor, ancak oldukça miskin bir biçimde. Trafiğin çoğunu, yol kenarlarındaki erimekte olan karların oluşturduğu yığınların arasından uzun hatlar halinde yavaş yavaş ilerleyen sarı taksiler oluşturuyor, insanlar sokağa çıkıyor, fakat fazla kalabalık yok ve New Yorkluların her zaman olduğu gibi acelesi varsa da, dikkatli bir şekilde yürüyorlar. Yer buz tutmuş durumda. En sağlam tabanlara sahip botlar bile, kaymaya karşı bir güvence vermiyor. Aylardan Ocak. Noel, önemsiz bir anıdan, yılbaşı ise unutulup gitmiş bir akşamdan kalmalıktan fazlası değil. ABD’nin tüm doğu kıyısı, dondurucu havanın pençesinde ve hiç kimse bunu sevinçli bir olay olarak görmüyor. Kar şeritleri, Chicago kadar iç kesimlere ve portakalların soğuktan dolayı dallarında öldüğü ve soğuktan sonsuza kadar kaçtıklarını düşünen emeklilerin hipotermiye ve zatüreye yenik düştüğü Florida kadar güneye ulaşmış durumda. Burada, New York’ta ise, Hudson Nehri tek bir karmaşık buz kütlesi ile katılaşmış halde.


Eğer denemeye cesaret edecek kadar çılgınsanız, muhtemelen üzerinden yürüyerek geçebilirsiniz. Özgürlük Heykeli’nin meşalesinden ve tacından, bir insanın iki katı boyutunda buz saçakları sarkıyor. Nehre çarpan rüzgar, lakap olarak adını aldığı yırtıcı kuş atmacadan aşağı kalmıyor. Eğer sizi yakalarsa, etlerinizi kemiklerinize kadar delen pençelerini size saplıyor. Öyleyse, biraz sıcaklık bulalım, olur mu? Ben bir yer biliyorum. Fek hoşunuza gitmeyebilir, ama en azından orada kar yok ve içeriye rüzgar giremez. Yeraltında. Çok derinlerde. Benimle gelin. Şehrin altına, metroya doğru süzülelim. Işıklı alanlardan, akşam seferlerinin homurdandığı ve tepindiği tünellere gidelim. Aktarma sisteminin içinden, rayların dolambaçlı virajlarını ve kıvrımlarını izleyerek, trenlerin uğuldamalarından ve takırdamalarından kaçınarak, daha karanlık, daha derin, daha sessiz yerlere doğru ilerleyelim. İşte şimdi, çok az kişinin gelip de kendini tehlikeye atmaya cesaret ettiği, belki meleklerin bile adımlamaktan korktuğu yerdeyiz. Metronun, yalnızca eski tarihli haritalarda bulunan bölgesindeyiz. Bu bölgenin varlığı, Metropolitan Ulaştırma Müdürlüğünün kendisi için bile bir tartışma konusudur.

Tahminler, buranın ve kullanılmayan diğer bölümlerin duvarlarla sarıldığı, çitlerle çevrelendiği, güvenli ve dokunulamaz hale getirildiği yönündedir. Bu alanlar, uzun zaman önce şebekeden çıkarılmışlardı ve o zamandan beri de pek kimse üzerlerinde düşünmemişti. Son yıllarda, insanlar bu insan yapımı mağaraların içerisinde yaşamaya başladı. Evsizler. Sefiller. İnsan köstebekler. Gecekondu kasabalar inşa ettiler, onları çöpten alınan hurdalarla döşediler ve kendilerini ellerinden geldiği kadarıyla rahat ettirmeye çalıştılar. Kendi mahallelerini kurdular, kendi kurallarını ve yasalarını koydular ve yukarıdan gelecek bir müdahaleden neredeyse bağımsız bir şekilde kendi işleriyle uğraştılar. Son zamanlarda ise, taşındılar. Taşınmak zorunda kaldılar. Başka bir tür grup, bu ikamet yerini işgal etti. Burası, zifiri karanlık. Burası, güneşsiz. Burası, her zaman gece. Birinci Bölüm YUVANIN NÜFUSU, toplamda yirmiydi.

Bazen, yeniler geldiğinde ya da var olan üyeler ayrıldığında, toplam sayı bundan iki üç kişi daha fazla ya da daha az olabiliyordu, fakat genel anlamda rakam yirmi olarak sabitlenmişti. Yirmi, en uygun sayı gibi görünüyordu. Sürdürülebilirdi. Düzenleyici etkenlerden biri, yiyecekti. Etrafta çok fazla yoktu. Fareler, beslenmenin ana kaynağıydı. Onları, sahipsiz kediler ve köpekler; yalnız güvercinler ve yarasalar izliyordu. Yirmi kişinin karnını doyurmak ve susuzluğunu gidermek için yeterli av bulunabiliyordu; fakat anca onlara yetiyordu. İnsanlar? Pek tavsiye edilmezdi. Çekiciydi. Ancak menünün dışındaydı. Bir insanı kaçırıp öldürmek, yuvanın varlığına dikkatleri çekme riskini almak demek olurdu. Yuvanın sakinleri, mümkün olduğunca fark edilmeden yaşamaya çalışıyordu. Varlıklarını duyurmak istemiyorlardı. Böylece, hayatta kalma şansları oluyordu.

Neticede, onlar tehlike oluşturuyordu. Vampirler, bu ülkede hoş karşılanmıyordu. Kimse onları istemiyordu. Dahası, kimse onların halinden anlamıyordu. Amerika’da duygular kemikleşmişti. Güçlü toplumsal akımlar yürürlükteydi. Oyunda, belirli düşman güçler vardı. Tehlike. MLADEN, ismen liderdi. Bir vampir topluluğu, kendi içerisinde düzen sağlamak ve barış içerisinde olmak için bir shtrigaya ihtiyaç duyardı, fakat bir shtriganın yokluğunda, herhangi bir vampir de bu işi görebilirdi. Bu örnekte, Mladen aralarındaki en zeki ya da en dikkatli -ki ikisi aynı anlama geliyordu- kişiydi. Bu nedenle de, o konuştuğu zaman diğerleri dinlerdi ve eğer söylediği bir şeye şiddetle karşı çıkmıyorlarsa, onun isteklerine riayet ederlerdi. Mladen, eski Yugoslavya’dan gelmişti. İç Savaş esnasında, milletinin kendini paramparça hale getirmesini; komşunun komşuya, arkadaşın arkadaşa, tıpkı tasmasından kurtulmuş dövüş köpekleri gibi düşman kesilmesini izleyerek büyümüştü. Memleketi Saray Bosna’nın bir enkaz haline gelene kadar bombalandığını; belirli sokakların, ucuz Rus tüfekleri ve çok eskilerden kalma kinleri taşıyan nişancılar tarafından ateş etme alanları olarak kullanıldığını görmüştü.

On yedi yaşına geldiğinde, herhangi bir gencin görmesi gerektiğinden çok daha fazla şiddete tanık olmuştu. Belki de o zamana yönelik anıları, bir insan olarak kalsaydı olacağından daha pusluydu. Mladen’in dönüştürülmeden önceki yaşamı, sıklıkla, bir rüyadan yalnızca biraz daha fazlası; rahatlıkla başkasının başına gelmiş olabilecek, birbirine gevşekçe bağlanmış bir dizi olay olarak görünürdü. Yine de, anılar halen netti. Onu, her şeyin üzerinde öneme sahip olan şeyin, birliktelik olduğuna dair bir inançla dolduruyorlardı. Toplumlar, eğer liderleri tetikte değilse, yalnızca ufak bir telkinde anında parçalanabilirdi. Birisinin, diğerlerinin arkasını kollaması ve onlara göz kulak olması gerekliydi. Mladen, işte bu nedenle nöbet tutuyordu ve kendi üzerine yüklediği, yuvaya yakın tüm tünellerde devriye gezme görevini yerine getiriyordu. Arada bir, bu görevi diğer vampirlerden birine verirdi, fakat kimse bu işi onun kadar ayrıntılı ve özenli bir şekilde yapmıyordu. Ayrıca, hiç kimse bu görevi, onun kadar ciddiye de almıyordu. Vampirler, alanlarının ihlal edilmesinden ve kendilerine zarar verilmesinden korundukları bu yerde, kendilerini rahat hissediyordu. Bu küçük sığınaklarından memnunlardı. Mladen’in kendisi ise, hiçbir zaman bu kadar rahat olamazdı. Her zaman olduğu gibi tetikte bir şekilde, yolunu tozlu raylar boyunca buluyor, arada bir etrafı dinlemek ve havayı koklamak için duruyordu. En ufak bir uyarıcıya karşı bile uyanıktı: koşmakta olan bir farenin pençesine, uzakta bir suyun damlamasına, hava akımlarının ve esintilerin görünmez desenine… Zihninde, çevrenin ayrıntılı bir resmini kurmuştu.

Yeraltındaki evinin her köşesini, her ince ayrıntısını biliyordu. İşlerin olması gerektiği gibi olduğu… ve olmadığı zamanı biliyordu. Mladen’in burnu, nereden geldiği belli olmayan bir koku yakaladı. Belirsiz ve feromonal bir kokuydu. Tanımlaması zordu. Tuhaftı. Durdu ve derin bir nefes alarak daha dikkatli kokladı. Beyninin bir bölümü bu kokuyu tanıyor ve onu bildik, tehditkar olmayan bir koku olarak görüyordu. Diğer bölümü ise, tam tersini söylüyordu. Bu, melez bir kokuydu. Bilinen ve bilinmeyenin karışımıydı. Mladen’in tüyleri diken diken oldu. Farkında olmadan, dişlerini çıkardı. Birileri geliyordu? Vampirler? Vampir olmayanlar? Gelenlerin kimler olduğu konusunda Mladen’in kafası karışmıştı ve bu kafa karışıklığının kendisi, ürkütücüydü. İçgüdüleri ona kaçmasını, bir sığınak bulmasını ve kendisini kurtarmasını söylüyordu.

Ancak Mladen, yuvadaki diğer vampirlerden sorumluydu. Onların alfa erkeği ve koruyucusuydu. Bu nedenle geri döndü ve diğer vampirlerin yanına koştı. Böyle yaparak da hepsini kötü kadere mahkum etmiş oldu. “EFENDİM? Bir şey yakaladım. Hareket, dosdoğru ileri. Anlaşıldı mı?” “Anlaşıldı. Kızıl Göz Bir’den tüm ekiplere. Olası bir V temasımız var. Bana yakın durun ve harekete geçmeye hazır olun. Tekrar ediyorum, bana yakın durun ve harekete geçmeye hazır olun.” “Anlaşıldı, tamam. Kızıl Göz Dört ve Kızıl Göz Beş yolda.” “Dinliyoruz, Kızıl Göz Bir. Altı ve Yedi de yolda.

” “Hee hee hee! İşte geliyoruz. Kimi arayacaksınız? Yuva avcıları!” “Yedi, lütfen saçmalığı kes. Biz ördek avına çıkmış bir avuç bira delisi köylü değiliz. Bunlar askeri seviyede operasyonlar ve eğer sen bunları o şekilde görmek istemiyorsan, lanet olası kafatasına dokuz milimetreliği kendi ellerimle yerleştiririm. Anlaşıldı mı, asker?” “Evet Efendim.” “Efendim?” “İki?” “Radar, en az bir düzene V olduğunu gösteriyor. Belki daha da fazla. Kuzeye doğru yarım kilometre uzaklıkta. Ve, hımm, nasal girdi verileri de bunu doğruluyor.” “Evet, ben de kokularını alıyorum. Beyler, hanımefendi, hadi gidip bize yapmamız için para ödedikleri şeyi yapalım ve yaşayan ölüleri gerçek ölüler haline getirelim.” MLADEN’İN UYARI İÇİN seslenmesine gerek kalmadı. Yuvanın üyeleri, onun paniğini uzaktan sezmişti. Mladen yaklaşırken, daha onu göremeden ve duyamadan önce, ondan yayılan keskin, korku dolu kokuyu almışlardı. Bu, belirgin bir ekşi kokuydu; bozuk süt kokusunu andırıyordu.

Bazı vampirler uyumaktaydı; ancak şu an hiçbiri uykuda değildi. Eski püskü battaniyelerini ve yorganlarını üzerlerinden atarak yataklarından -onlara tünelin daha önceki sakinleri tarafından bırakılmış gıcırdayan karyolalarından ve lekeli döşeklerinden- fırlamışlardı. Halihazırda uyanık olan diğerleri, yapmakta oldukları şeyleri bırakıp ayağa kalktı. Karı koca olan bir çift, paylaşmakta oldukları, kanının yarısı çekilmiş siyah bir kedi cesedini ellerinden bıraktı. Ağızlarını sildiler ve Mladen’in kokusunun gelmekte olduğu yöne doğru baktılar. İki genç kız -en azından öyle görünüyorlardı- karanlıkta satranç oynamayı bıraktı. Havada belirsizlik emareleri hakimdi. Tıslamalar. Hırıltılar. Vampirler, birbirlerine baktı ve savunma pozlarına büründü. Mladen, tünelin kıvrılıp görüş alanının dışına çıktığı yerde, tünelin görülebilir en uzak noktasında belirdi. Tüm kuvvetiyle koşuyordu; duvarın tuğla örgüsünü tırnaklarıyla deşerek ilerliyordu. “Çabuk!” diye bağırdı. “Gitmeliyiz! Geliyorlar.” “Kim?” dedi içlerinden biri.

“Kim geliyor?” “Bilmiyorum. Önemi de yok. Düşman olduklarını hissedebiliyorum. Ya buradan gideriz ya da ölürüz.” Şimdi, diğer vampirler de Mladen’in koklayabildiği, o insan ve başka bir şeyin, aslen vampirsel özellikler taşıyan o şeyin anlaşılmaz karışımını koklayabiliyordu. Bu da onları dehşete düşürdü. “Orada öylece durmayın!” diye bağırdı Mladen. Kendisiyle yuva arasındaki mesafenin çoğunu katetmiş, yalnızca on saniyeden daha az bir sürede alabileceği iki yüz metre kadar bir yolu kalmıştı. “Dediğimi yapın. Şu tarafa, tünel ağının ilerisine doğru gidin. Ayrılın. Eğer bizi yakalarlarsa…” Ve artık Mladen yoktu. Koşuşunun hızıyla beraber, parçacık maddelere ayrılıp raylara saçılacak şekilde infilak etmişti. Bir silah sesi, fırtına gibi gürlemişti. Vampirler bakakalmıştı.

Zırhlarla kaplı yedi figür, tünelde enlemesine yayıldı. Aynı ölümcül aciliyetle olmasa da, Mladen kadar hızlı koşuyorlardı. Ellerinde tüfekler vardı. Gövdeleri, başka silahlarla da süslenmişti: tabancalar, bıçaklar, el bombaları. Kafalarında kasklar vardı ve kırmızı bir şekilde parlayan gözleri hariç, yüzleri maskelenmişti. Güm! Genç kızlardan biri, geriye doğru uçtu. Daha yere düşemeden, toz haline dönüşmüştü. Güm! Evli çiftten erkek olanı, karısının gözleri önünde paramparça oldu. İlk şoku atlatan vampirler, karşı atağa geçti. Korku ve öfke duygularıyla beraber, saldırganlara doğru atıldılar. Birçoğu, rakiplerinin üzerine atlayıp onlara vurabilmek için dört ayak üzerinde yatay bir şekilde duvarlara doğru koştular. Geri kalanlar ise, bir kabustan çıkmış gibi olan pençeleri ve sivri dişleriyle taarruza başladı. “Hepiniz sıkı durun. Hiçbir atışı boşa harcamayın. Çeklerimizi yazan adam, iyi bir gösteri yapmamızı istiyor.

Ona parasının karşılığını verelim.” “Olumlu, Kızıl Göz Bir.” “Duyuldu, anlaşıldı, onaylandı.” “İşte bu!” VAMPİRLER, bir silah ateşi yağmuruna doğru atıldı. Bu, adil bir dövüş değildi. Gerçekten de değildi. Üyelerin çoğu, ilk birkaç saniye içerisinde yok olup gitti. Hayatta kalmayı başaranlar, üstün güçlerinin kazanmalarına yardım edeceğine olan inançlarıyla, düşmanlarına çarpıcı bir mesafeye kadar yaklaşmayı başardı. Teke tek karşılaşmada, hiçbir insan bir vampire eş değer olamazdı. Ancak bu insanlar ya da her ne idiyseler, şaşırtıcı reflekslere sahipti. Bıçaklar çekilmişti. Karanlıkta parıldayan tek bir yanlamasına kesme hareketi ile bir vampirin başı gövdesinden ayrıldı. Tahta bıçaklar, kalplere saplandı ve neredeyse aynı anda tekrar geri çekildi. Bu hareket o kadar hızlıydı ki, kurbanın aşağıya doğru bakma ve kendi göğüs kafesinin dağıldığını, gövdesinin bir kül şelalesinden boşluğa dönüştüğünü görmeye vakti kalıyordu. Hiç silah olmadan, yumruk yumruğa bile olsa, dövüş orantısızdı.

Vampiler, kendilerininkinden daha üstün değilse bile, en azından onunla eşit bir kas gücüyle karşılaştıkları için afallamıştı. Pençeleri, zırhla kaplı gövdeleri ve uzuvları boşuna tırmaladı. Ezici vuruşlar, boyunlarını ezdi ve omurgalarını parçaladı. Mladen’in ölümü ile yuvanın son üyesinin yok edilmesi arasında belki bir dakika geçmişti. Süre, kesinlikle daha uzun değildi. Yedi zırhlı figür, kendilerinin neredeyse üç katı sayıda vampirin küllü kalıntılarına bakıyordu. Kimse derin nefes bile almıyordu. EKİBİN, KIZIL GÖZ Bir olarak görevlendirilmiş kumandanı, ağzını ve burnunu kapatan maskeyi açtı. Maske, siyah poli-karbordan yapılmış çerçeveli bir tümsek gibiydi. Bir telsizi vardı ve ses geçirmezdi. Çatışma alanında kullanışlıydı, fakat aynı zamanda boğucuydu da. “İşte” dedi sert çeneli adam, “bir vampir yuvası böyle imha edilir.” Etrafta onaylamaya yönelik baş sallamaları ve homurtular vardı. Bir iki Kızıl Göz daha maskesini çıkardı. “Umarım siz evdekiler hepsini görmüşsünüzdür.

” dedi Kızıl Göz Bir, kaskına takılı kızılötesi mikro kameraya parmağını tıklatarak. Sonra da, sanki kulağındaki cihaza merkezden bir cevap gelmiş gibi başını kaldırdı. “Apaçık mı? Güzel. Tepemizdeki tüm bu tuğla örgüsünden ve sağlam kayalardan dolayı birazcık endişelenmiştim. Sinyal kesintisi olmadığını duymak iyi oldu.” Kızıl Göz Yedi, sırıtarak kameranın görüş alanına girdi ve her iki başparmağını da havaya kaldırarak “Geldik, gördük ve kıçlarını toza çevirdik!” diye bağırdı. Ekipteki tek kadın olan Kızıl Göz Üç, gözlerini devirdi. Neredeyse bir yatak odası dolabının boyutlarındaki iri kıyım bir siyahi olan Kızıl Göz Beş, ayakkabısının ucunu düşünceli bir şekilde yere saçılmış toz yığınlarına sürttü. “Anlaşılan o kadar da sert değillermiş.” “Hiç de sert değiller” dedi Yedi. “Ve neden biliyor musun? Çünkü biz daha sertiz. Biz lanet olası Kızıl Göz Takımıyız! Kötülerin en kötüsüyüz. Öyle değil mi, Altı?” Yedi ve Altı bağırıp çağırdı ve bir beşlik çaktı. Üç, Bir’e Çocuklar anlamına gelen bir bakış attı; Bir ise karşılığında yalnızca başını salladı. Başarılı bir görevin ardından keyifli davranışlar hoş görülebilirdi.

Adamlar, adam gibi davranırdı ve oğlanlar da oğlan gibi. Bir, maskesini tekrar yerine taktı. “Haydi buradan çıkalım. İşimiz bitti ve eğer Tanrı cennette oturmaktaysa, bizi bilgi verme toplantısında sıcak kahve ve hindili sandviç bekliyor olacaktır.” “Ben yarım litre hemoglobine de razıyım.” dedi Dört. “Ben de” diye ona katıldı Yedi, gözleri parıldayarak. Ve hepsinin, hatta Bir’in bile gözlerinde, birbirine benzeyen ani birer açgözlülük parıltısı geçti. Hepsi, metabolizmalarının neye ihtiyacı olduğunu biliyordu: et ve içecek. Aynı zamanda hepsi, gerçekte ne istediğini de biliyodu: aynı anda hem et hem içecek olan bir şey. Hatta onun için can atıyorlardı. BELKİ NEDENİ insan kanı beklemişiydi. Belki de, potansiyel olarak tehlikeli bir görevi tamamlamanın getirdiği neşeydi. Her ne idiyse, Kızıl Göz Takımı, 9. Cadde’nin altında bir yerlerdeki artık kullanılmayan bir istasyon olan çıkış noktalarına doğru, bir terk edilmiş tüneller sistemi üzerinden yürürken yeteri kadar tetikte değildi.

Gardlarını düşürmüşlerdi ve etrafa tam olarak dikkat kesilmemişlerdi. Yoksa içlerinden biri muhakkak, rayların kenarındaki girintide bulunan ve bir zamanlar metro işçileri tarafından gelmekte olan trenlerden kaçınmak için kullanılmış parlak kırmızı LED durum göstergesini fark ederdi. Ve durum gösterge ışığının bağlı olduğu yüksek çözünürlüklü dijital kaydedici kameranın da ayırdına varırdı. Ayrıca, kaydedici kamerayı tutan, elleri titreyerek ve gözü vizöre odaklanmış bir şekilde, yedi kişilik silahlı ve zırhlı milis kuvvet tek sıra halinde oradan geçerken nefes almaya dahi zar zor cesaret edebilen, ray kenarlarındaki girintiye çömelmiş kadını görürdü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir