Jane Green – Bay Belki

Tanrı aşkına, Nick asla doğru adam olamazdı ki. Bunu ben bile biliyordum. Evet biliyorum; şu mutlu evlilikleri olan tipler sık sık, bunun hemen anlaşılamayacağını söylerler, ama ben tabii ki biliyordum. Yanlış konuşmasından falan değil, Nick’in diksiyonu benimkinden bile düzgündü, ama başka hiçbir şey öyle değildi, hiçbir şeyi bana uymuyordu. Öncelikle, para meselesinderl başlayayım. Bir halkla ilişkiler uzmanı olarak işim, yeryüzündeki en yüksek maaşlı iş olmasa da faturalarımı, taksitlerimi ödememe yetiyor ve birazcık alışveriş terapisine bile kalıyordu. Öte yandan Nick’in, beş kuruşu yoktu. Şey, bu belki biraz abartılı oldu ama daha önceki erkek arkadaşlarıma hiç benzemiyordu. Gerçi beni de rahatsız eden asıl neden bu değildi; her zaman dediğim gibi: Benim paramı ödeyememesine itirazım yok, ama kendi kahrolası parasını ödeyemezse bozulurum. Aslında Nick, ara sıra Alman usulü bölüşmeyi teklif ederdi, ama bunu öyle nezaketsizce yapar ve ben de kendimi öyle suçlu hissederdim ki; uzattığı parayı tutan elini iter; saçmalamamasını söyleyerek kredi kartımı çıkarırdım. Ayrıca bir de politika vardı. Ya da benim durumumda yok demek daha doğru olurdu. Nick, solcu arkadaşlarıyla olmaktan çok mutluydu, Yeni İşçi partisinin artılarını ve eksilerini tartışırlarken, ben de oturup sıkıntıdan patlardım. Kazara biri sorar da, ailem onlara verdiği için, muhafazakâr partiye oy verdiğimi itiraf etmek zorunda kalırım diye, sohbete hiç katılmazdım. Artılar ve eksilerden laf açılmışken belki size Nick’le tanıştıktan kısa bir süre sonra yaptığım listeyi gösterirsem işler kolaylaşır.


Yani demek istediğim, şimdi oturup size onun bana neden uygun olmadığına dair bütün gerekçelerimi saymaya kalksam, bu bütün bir gün alır ve liste zaten elimde, bu yüzden okuyun daha iyi… Bunun yalnızca bir flört olduğu konusunda neden bu kadar ısrarlı olduğumu anlamanıza yardım edebilir belki. ARTILAR Pantolonunu çıkarmak hoşuma gidiyor! Bugüne dek gördüğüm en iri, en yumuşak ve en mavi gözler onunkiler… Şefkat dolu biri. Yatakta inanılmaz derecede verici. Ya da yalnızca inanılmaz… Beni güldürüyor. EKSİLER Parasız. Highgate’de, döküntü bir dairede yaşıyor. Sol görüşlü. Publar ve bira şişeleriyle arası iyi. Arkadaşlarından nefret ediyorum. Tam anlamıyla bir yürek yakan. Her türlü taahhüte alerjisi var. Dediğine göre henüz bir ilişkiye hazır değil. Gerçi ben de öyleyim. İşte gördünüz, eksiler artılardan daha çok ve gerçekten dürüst olmak gerekirse, eksiler insan hayatında çok daha önemli. Yani arkadaşlarından nefret ettiğim biriyle .

ilişkiye girmeyi nasıl düşünebilirim, değil mi ama… Her zaman derim. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Ama ne yazık ki kimden hoşlanacağınıza karar vermek elinizde değil. İşte son sözüm. Ben Nick’ten hoşlanıyorum… Hem de yıllardır karşıma çıkan herkesten daha fazla… Ve neden bilmem, biri midenizde o bildik karıncalanma hissine yol açtığında doğru ve yanlış olanı, yapılması ya da yapılmaması gerekenleri unutup, kendinizi kaptırıveriyorsu-nuz… Anlattıklarımdan sonra büyük olasılıkla Nick’le nasıl tanıştığımızı merak ediyorsunuzdur. Hadi itiraf edin, yollarımız pek çakışacak gibi görünmüyor, değil mi? Onu bir süredir tanıyordum aslında. Arkadaşım Sally, Sal, ile gittiğimiz garip partilerde gördüğüm sıradan insanlardan biriydi işte. Ona hiçbir zaman pek dikkat etmemiştim; dikkatimi çekecek kadar sık görmüyordum; çünkü aslında Sal’i de o kadar sık gördüğüm yoktu. Sal’le dolaylı bir şekilde tanışmıştık. Yıllar önce halkla ilişkiler sektörünün en alt basamaklarındayken, Sal de dergilerden birinde muhabirdi. Neredeyse bana boktan 2 davranmayan tek insan o idi ve arkadaşlığımız da bu temel üstüne kurulmuştu. Sal, nasıl desem, biraz farklıdır, yani bence… Ondan hoşlanmıyor değilim, yoo. Sal harika bir kız. Yalnızca, daha çok Nick gibi. Hatta hayal meyal aralarında bir şeyler geçtiğini de hatırlıyorum.

Zaten bu muhtemelen Nick’i hatırlıyor olmamın yegâne nedeni. Sal, kendisine bakıyor mu, diye onu izlememi istemişti ben de onun bu arzusunu yerine getirdim. Çünkü Sal arkadaşımdı ve üstelik bana oyalanacak bir şeyler yapma olanağı sağlıyordu ki; bu da bir köşede başka bir yerlerde olmayı dileyerek sıkılmaktan iyiydi. Sal beni bu tür partilere sürükleyip dururdu. Biraz kibirle öğrenci tipi partiler diyeceğim, tabii kimsenin uzun zamandır öğrenci falan olmaması kaydıyla. Bu partiler, daima garip, döküntü evlerde, orayı paylaşan 4-5 kişi tarafından verilirdi ve kesinlikle benim tarzımın dışındaydı. Ben de istediğim gibi yaşadığımdan değil, yani en azından o günlerde… Tadımlık şampanyalar ve kötü kokulu birayla idare ediyordum… Aile ziyaretlerim sırasında eğer yeni bir şeyler giymek gibi ölümcül bir hata yapmışsam, annem hemen burun büker ve onaylamayan bir ses tonuyla, “Bu ne?” diye sorardı. Üzerimdeki markalı, nefis giysiyi görmezlikten gelerek, “Ne, bu eski püskü şeyi mi soruyorsun?” demeyi öğrenmiştim. “Ofiste bir kolinin içine atılmış duruyordu, bana verdiler, beğendin mi?” Yeni olduğunu itiraf etmediğim sürece annem giydiklerimi beğeniyordu. Fakat kazara ona gerçekten yeni bir şey aldığımı söyleyecek olursam, hemen bir kaşını kaldırır ve sorardı: “Ne kadar verdin?” Ben de genellikle yüz paund civarında gezinen rakamlar mırıldanırdım ve o tekrar gözlerini devirerek başını sallar, kendimi büyüme çağındaymışım gibi hissetmeme neden olurdu. Kariyer sahibi iş kadını olmak konusunda şu bildik düşlere sahiptim: Vatkalar, evrak çantası ve cep telefonları istiyordum. Markalı giysiler ve ahşap parkeleri, beyaz koltukları, cilalanmış masalarında vazolar dolusu leylakları olan muhteşem bir daire istiyordum. Mercedes bir araba ve gösterişli mücevherler istiyordum. Fakat halkla ilişkiler işinde bunu elde etmenin kolay olmayacağını söylemeliyim. Hatta gerçekçi olmak gerekirse dünyadaki en kötü maaşlı sektörlerden biri… Aslında ne yapmam gerektiğini biliyorum.

Borsa işine girmeliydim. Çünkü herkesin borsaya büyük ilgi gösterdiği bir zamanda mezun olmuştum, bir şeyler yapabilirdim. Ama para ya da sayılar konusuna hiçbir zaman fazla aklım ermemiştir, başarısız da olabilirdim. Bu yüzden halkla ilişkiler en koiay seçenek gibi göründü. Kulağa çok etkileyici ve heyecan verici geliyordu. Üstelik sekreter olarak başlamak zorunda da değildim. Bu durumda insanların bana ne iş yaptığımı sormalarından nefret edecektim çünkü… Bu işe, halkla ilişkiler asistanı olarak başladım ki, 21 yaşında biri için piyango kazanmak gibi bir şeydi. Guardian gazetesindeki bir iş ilanını aramıştım. Görüşmeye gittiğimde bu işi alamazsam öleceğimi düşünüyordum. Joe Cooper Halkla İlişkiler; Kilburn’un arka sokaklarında birindeydi. Biliyorum, şehrin en iyi yeri değil ve bina da dışarıdan depo gibi görünüyordu. Ama içi muhteşemdi. Geniş bir çatı katı, ahşap parkeler, parlak renkli koltuklar ve kadife yastıklar, dünyada gördüğüm en güzel insanlar ve telefon konuşmalarının devamlı vızıltısı… Ve ben, tam anlamıyla uzaydan gelmiş gibi görünüyor-dum. Herkes kot pantolonlar, son moda tişörtler, büyük motosiklet botları -o günlerde çok modaydı,- giymişti ve bense Jigsaw etiketli krem rengi takımım, buna uygun yüksek ökçeli ayakkabılarım ve daha profesyonel görünmek için koltuğumun altına sıkıştırdığun zarif çantamla başka bir dünyadan gelmiş gibiydim. Hey Tanrım, içeri girişimi anımsıyorum.

Neden, Tanrım neden gelmeden biraz soruştumıamıştım sanki…. Fakat Joe Cooper geldi ve elimi sıkarak, “Sen Libby olmalısın,” dedi. Tanıştığımız andan itibaren ondan hoşlanacağımı anlamıştım; daha da önemlisi onun da benden hoşlanacağını biliyordum. Nitekim hoşlandı da. Ertesi hafta çok az bir 3 maaşla işe başladım. Fakat işi sevmiştim, Tanrı biliyor ya, hem de nasıl… Bir ay içinde bütün arkadaşlarımı kıskançlıktan yeşile döndürecek şekilde, en popüler televizyon yıldızlarıyla senli benli duruma gelmiştim bile… Günlerim şeflere yardım ederek; basın bültenlerini daktilo ederek; en son çıkan kitapları, filmleri ya da TV programlan hakkında konuşmak üzere TV ya da radyoya çıkan bu ünlülerin çocuklarına bakarak geçiyordu. Öyle heyecan doluydum, öyle çok insanla tanışıyordum ki inanılmazdı. Bu arada Jigsaw marka takımım gardrobumun en arkalarında kendine sağlam bir yer buldu, çünkü bende diğerleri gibi giyinmeye başlamıştım büe. İtiraf etmeliyim ki, tam planladığım gibi olmadı Yves Saiat Lauren yerine Rıfat Özbek’den giyinmek istiyordum, Annabel’s parfümü yerine Quiet Storm kullanıyor, Mor-ton’s’ün yerine Atlantis Bar’a gidiyordum, ya da o aralar her neresi modaysa, tam hatırlayamıyorum. Çoğu kez müşterileri eğlendiriyor oluyordum, yani hesaplar şirkettendi. Ama bir genç kızı iş diye böyle bir hayatın içine atarsanız akşamlarını hazır alınmış yemeklerle evinde geçirmesini bekleyemezsiniz, değil mi? Daha yeni yeni yaşantım istediğim standarda ulaşmaya başladı. Tabii gerekli durumlarda kullanılmak üzere bana kredi açmayı kabul eden anlayışlı bir banka müdürünün sayesinde… Bu gerekli durumlar oldukça sık oluyor maalesef ama canı cehenneme, konuştuğumuz şey yalnızca para ve bildiğim kadarıyla şu dünyada 80 yıl kadar bir zamanımız var, şanslıysak tabii… Yani bu tür şeylerin gerçekten pek önemi yok, hele ki paranın hiç. Hatta mesele oraya geldiğinde, erkeklerin bile… Şuna karar verdim ki gerçekten önemli olan tek şey arkadaşlıktır. Benim yaşantım virajlar ve kavşaklardan oluşuyor. Bazen tam bir sosyal koşuşturma içinde; her gece dışardayımdır.

Evde oturup TV seyrederek uykuya dalınan akşamlan özlerim. Sonra, bir süre için iıer şey yavaşlar, akşamlan evde geçirmeye başlarım. Telefon defterini karıştırırken neden illa ki birileriyle konuşmanın bu kadar önemli olduğunu sorarım kendime… : Aslında, tam olarak birileri değil, ‘biri’ demeliyim. Her gün aşağı yukarı beş kez Jules ile konuşurum. Birbirimize söyleyecek bir şeyimiz olmasa bile; ki genelde yoktur. Çünkü en son bir saat önce konuştuğunuz birine söyleyecek neyiniz olabilir ki? Genellikle telefonlarımız ıvır zıvır konuşmalarla geçer. Beni arar ve, “Biraz önce yarım paket bisküviyle peynir, üstüne de turşulu sandviç yedim. Midem bula-nıyo” der. Ve ben de, “Somonlu kızarmış baget ekmek yedim, yağsız. Sonra da bir Twix,” derim ve kapatırız. Ya da ben ararım ve, “Sadece merhaba demek için arıyorum,” derim. O da içini çeker ve, “Merhaba. Yeni bir şeyler var mı?” der. “Yok. Sende?” “Yok.

” “Tamam, sonra konuşuruz.” “Tamam.” Asla, asla hoşçakal demeyiz. Ya da ‘Hafta sonu konuşuruz,’ hatta ‘Yarın,’ bile… Çünkü gece geç vakit yataktaki konuşmalarımızın dışında -ki bunu her gece yapıyoruz- ikimizde daha sonra telefonlaşacağımızı biliriz, söyleyecek hiçbir şeyimiz olmasa bile… Bu konuda asıl şaşırtıcı olan bizim yakınlığımızdan daha çok Jules’un evli olması galiba. Jules geçen yıl James’la evlendi. Ya da genelde çağırıldığı biçimiyle Jamie -ne hoş değil mi, tıpkı Jules ve Jim filmindeki gibi!- Onu artık göremeyeceğim diye ödüm kopmuştu, ama neredeyse tam tersi oldu. Jules sanki evli değil gibidir, aramızdaki konuşmalarda Jamie’nin çok az sözü geçer. Jamie hiç ortalıkta görünmez, evdeyse de odasına kapanıp çalışır. Bu durum beni bir süre epey endişelendirmişti; belki Jules bir hata yapmıştı, belki evlilikleri olması gerektiği gibi değildi. Fakat bir araya geldikçe farkettim ki evlilikleri yürüyordu; Jules’un mutlu olduğunu, evliliğin ona hiç sahip olmadığı, benimse hep özlemini çektiğim güvenceyi sağladığını gördüm. Üstelik, Jules hâlâ benim arkadaşım, kız kardeşimdi. Sahiden değil elbette, yalnızca öyle 4 hissettiğim için. Şunu da söyleyeyim ki Jules benim tanıdığım en akıllı kadındır. Oturup onu en son maceralarımla bunaltırım ve o da sessizlik içinde dinler. Ben bitirdikten sonra, konuşmaya hemen başlamaz aradan birkaç saniye geçmesini bekler.

Bu eskiden epey canımı sıkardı, çünkü sıkıldığını düşünürdüm. Ama gerçekte o sırada yaptığı söylediklerim hakkında düşünmek ve bir fikir geliştirmektir! Ve Jules bana bir tavsiyede bulunduğunda bu daima akılcıdır, duymayı istediğim şey olmasa bile… Jules annemin ‘gerçek dost’ dediği türden biridir. Ne olursa olsun daima birbirimizin yanında olacağımızı bilirim. İşte bu yüzden eve kapandığım dönemlerde ve dışarıdaki dünyayla yüzleşecek halim olmadığı zamanlarda büe Jules daima aradığım tek insandır. Daima. Ve çok şükür ki bu yalnız kaldığım dönemlerde sığınacağım bir dairem de var. Tam hayal ettiğim gibi olmasa da, eşyalarımın çoğunu ailemden ya da ikinci el satan dükkânlardan topladığımı da göz önüne alırsak, oldukça güzel döşenmiştir. Fakat Tanrı onlardan razı olsun, eğer ailem olmasaydı böyle bir yeri asla alamazdım. Bugün, büyük olasılıkla döküntü bir evi dört ya da beş kızla paylaşıyor olurdum. Akşamlarımızı bulaşık sırası yüzünden tartışarak ya da birbirimizle, gözünün üstünde kaş var, diye küserek geçirirdik. Belki ben bunu yapmak zorunda kalmazdım, ama kalacak bir yeri olmadığı için salondaki kanepeye musallat okın yeterince arkadaşım var ve açıkçası bundan bıkmış durumdayım. Dairem küçüktür. Minicik. Stüdyo tipi olmayan bir ev için hayal edebileceğimiz en küçük daire. Ladbroke Gro-ve’da bir bodrum katında yaşıyorum, sokak kapısından girer girmez salondasınız.

Fakat bir zemin kat için şaşırtıcı bir şekilde aydınlık ve ben de olabildiğince az eşyayla bunu öne çıkarmaya çalıştım. Dağınıklık, kitap rafları, kartlar ve fotoğraflar dışında tabii. Çünkü ben hiçbir şeyimi atmam, bir şeye ne zaman ihtiyacınız olacağını asla bilemezsiniz. Salonun dışında L şeklinde bir mutfağım var; açık plan ve geniş pencerelerin karşısında yatak odasına açılan camlı kapılar. Yatak odam öyle küçük ki ancak duvara doğru katlanan bir yatak koyabildim. Ama tabii parti falan vermedikçe katlamak umurumda bile olmaz. Yatak odasından çıkar çıkmaz kendinizi banyoda bulursunuz ve hepsi bu kadar. Geniş bir mekân ve yüksek tavanlar düşümden vazgeç-mesem de benim için gayet uygun. Halkla ilişkiler işinde çalıştığun sürece istediğim yaşamı elde etme konusunda bir yere varamayacağımı anlamış durumdayım, bu yüzden en kısa zamanda zengin biriyle evlenmem gerekiyor! Böylece geldik erkeklere… Büyük olasılıkla hayatımın en felaket bölümü… Onlara rastlayamamaktan değil, yok canım, ortalık erkek kaynıyor. Yalnız bana nedense hep solucanlar denk geliyor. Tipik, değil mi? Jules bunu hiç anlayamıyor. Bunu ben de hiç anlayamıyorum. Her seferinde bu kez farklı olabilir diyorum, her seferinde bu kez bana iyi davranan biri olabilir, beni kollayan biri… Ama her seferinde gözyaşlarıyla sonuçlanıyor. Jon’un aradığım insan olduğunu sanmıştım. Evet, evet biliyorum, her seferinde aynı şeyi söylüyorum.

Ama, bu doğru. Aradığım her şeye sahipti. Emlak komisyonculuğu yapıyordu ki biraz sıkıcı bir iş, biliyorum, ama Jon hiç sıkıcı değildi. Yakışıklı, iyi giyinen biriydi; Maida Vale’de bir dairesi, bir Mazda MX-5’i vardı; çevresi genişti; yatakta harikaydı. İşte, liste devam edip gidiyor böyle. Tek problem benden yeterince hoşlanmıyordu. Demek istediğim, elbette beni beğeniyordu; fakat beni sevmiyordu, zamanını benimle geçirmek istemiyordu. Ve ben de düşündüm ki eğer mükemmel olursam, eğer mükemmel bir kız arkadaş gibi dav-ranırsam, bana âşık olabilirdi. Ama, olmadı. Ben daha iyi olmaya uğraştıkça o bana daha berbat davranıyordu. Başlangıçta beni arardı. Ancak zaman geçtikçe bunlar öylesine telefon konuşmalarına dönüşür oldu. Sonunda insanlar beni arayıp neden geçen akşam Jon’un gittiği partide olmadığımı sormaya başladılar. Bir de hafta sonları ortadan kaybolurdu. Ben de bütün bir hafta sonunu gözyaşlarına boğularak geçirirdim.

Telesekreterini arayıp, mesajın sonunu beklemeden telefonu çarparak kapardım. 5 Onu ailemle tanıştırdım. Büyük hata. Çok büyük. Ondan hoşlandılar. En sonunda beni onlardan alacak, beni kollayacak biriyle tanışmış olduğum gerçeğinden hoşlandılar. Şaşırtıcı ve umulmadık bir biçimde onlar hoşlandıkça ben Jon’u daha çok sevdim. Fakat bu böyle süremezdi. Boktan biri gibi davranılmanın gerilimini daha fazla kaldırmam mümkün değildi. Ve, ki bundan ötürü kendimle gurur duyuyorum, ilişkiyi bitirdim. Orospu çocuğunun umurunda bile olmadı. Omuz silkmekle yetinip ilişkimizin biçiminden memnun olduğunu söyledi. Daha fazlasına ihtiyacım olduğunu söylediğimde de yeniden omuz silkip bana bundan fazlasını veremeyeceği için özür diledi. Orospu çocuğu. Hayvan.

Ama boşverin, bu uzun zaman önceydi. Bir hafta boyunca üzüntüden felç olmuş gibiydim. Ofiste gözyaşlarına boğulup duruyordum. Bir şey söylememekle beraber herkes olağanüstü bir anlayış gösteriyordu. Masamın başında her ağlayışımda ya omuzumda bir el buluyordum ya da masamda bir fincan çay, sessizce. Öyle hoştu ki. İş arkadaşlarımın bana ilgilerini gösterme biçimiydi bu. : Bir hafta kadar geçtikten sonra Jules kendimi toparlamam gerektiğini söyledi. Başından beri Jon’un bana uygun olmadığını biliyordu, kendini beğenmişin tekiydi, ben daha iyilerini hak ediyordum ve denizde daha bir sürü balık vardı, falan filan. Fakat ne demek istediği kafama dank etmişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir