Sally Green – Kayip Half Bad Serisi 3

“Aynı insan, farklı yaşlarda, farklı şartlar altında bütünüyle farklı bir insandır. Bazen iblisliğe, bazen azizliğe yaklaşır. Ama adı asla değişmez ve bizler, iyi ve kötü olmak üzere, her şeyi bu ada yükleriz.” Gulag Takımadaları, Aleksandr Soljenitsin kaybolmadım, yaralıydım “Parola belirlemeliyiz.” “Öyle mi? Neden?” “Çünkü bir gün şu gezintilerinden birinde ölüp gideceksin. Kılık değiştirme yeteneğine sahip bir Avcı senin görünümünü alacak ve kampa gelip beni öldürecek.” “Kampı bulup seni öldürdükten sonra ıslık çala çala eve dönmemi beklemeleri daha muhtemel.” “Islık kısmından emin değilim ama bu da olası.” “O halde parola ne olacak?” “Tek bir sözcük değil, cümle olmalı. Ben belli bir şey söylediğimde, sen de doğru yanıtı vermelisin.” “Anladım. Öyleyse ben, ‘Islık çalıyorum çünkü on Avcı öldürdüm,’ dediğimde, sen de Ama Eiger Dağı’na tırmanmayı tercih ederdim,’ dersin.” “Gerçekten sorabileceğim bir soru düşünüyordum.” “Ne gibi?” “Uzun zamandır yoktun. Kayıp mı oldun?” “Peki yanıtım ne olacak?” *Kaybolmadım, yaralıydım.


” “Böyle bir şey söyleyeceğimi hiç sanmıyorum.” “Gene de… Deneyelim mi? Doğru anladığına emin olmak için?” “Hayır.” ıo birinci bölüm kime güveneceğim? taşlar Babam yirmi sekiz yaşma girdiği yıl otuz iki kişi öldürmüştü. Celia bana Marcus’la ilgili gerçekleri öğretirdi. Bu ölü sayısı da onlardan biriydi. Soul’un liderliğindeki Meclis ve Özgür Cadılar ittifakı arasındaki savaştan önce, bu Marcus’un en çok cinayet işlediği yıldı. Eskiden otuz iki kişinin çok fazla olduğunu düşünürdüm. On yedisine bastığında, yani bağış töreninin gerçekleştiği yıl, Marcus yalnızca dört kişinin canını almıştı. Bense halen on yedi yaşındaydım. Babamın öldüğü, Ittifak’ın neredeyse yarısının can verdiği, bugün artık o günden bahsetmeye cüret edebilecek biri çıkarsa ancak “BS” olarak anabileceği Bialowieza Savaşı’ndan önce, yirmi üç kişi öldürdüm. BS aylar önce gerçekleşti ve artık ölü sayım ellilere ulaştı. Net olmak gerekirse, bugüne dek elli iki kişi öldürdüm. Bu türden konularda net olmak önemliydi. Pilot (o zaten ölecekti) ve Sameen listemde yer almıyordu. Sameen’i öldürerek ona merhamet gösterdim.

Sameen’i öldürenler Avcılardı. Cepheden kaçarken onu sırtından vurdular. Peki ya Marcus? O da kesinlikle elli iki kişilik listemde yer almıyordu. Babamı ben öldürmedim. Babamı, o öldürdü. Annalise. Onun adını andığımda bile kusmak istiyordum. Onunla ilgili her şey midemi kaldırıyordu. Sarı saçları, mavi gözleri, altın rengi teni. Onunla ilgili her şey tiksinti verici ve kötüydü. Beni sevdiğini söylemişti. Ben de onu sevdiğimi söylemiştim ama ben dediğimde ciddiydim. Onu sevmiştim. Ne aptallık! Ona, bir O’Brien’a âşık olmak! Bana onun kahramanı, prensi olduğumu söylemişti ve ben de budala gibi ona inanmak istemiştim. Ona inanmıştım.

Şimdiyse tek istediğim onu öldürmekti. Vücudunu parçalamak, ona çığlık attırmak istiyordum. Ama bu bile kâfi değildi; kâfi olmaya yakın bile değildi. Yaptığım şeyin ne kadar zor olduğunu anlaması gerekiyordu. Elini kesip ona kendi elini yedirmeliydim. Ya da gözlerini çıkarıp ona kendi gözlerini yedirmeliydim. Ama bunlar bile, yapmak zorunda kaldığım şeyin yanında daha kolay olurdu. Elli iki kişi öldürdüm. Ama aslında bundan sonra tek istediğim onu elime geçirmekti. Elli üç rakamıyla sonsuza dek mutlu olabilirdim. Bir tane daha ve tatmin olabilirdim. “Yalnızca o.” Savaş alanıyla eski kampı santim santim aramıştım. Karşılaştığım bütün Avcılar’ı öldürmüştüm. Bazıları savaşın sonrasındaki pisliği temizliyordu.

Bazılarının izini sürmüştüm. Ama onu görememiştim. Ona dair bir ipucu bile yoktu! Günler ve haftalar boyunca onu aramıştım. Hiçbir işaret, hiçbir ayak izi beni ona götürememişti. “Hiçbir şey.” Bu sesle başımı kaldırdım ve dinledim. Sessizdi. Sesin kaynağı bendim. Gene kendi kendime konuşuyordum. “Siktir!” Annalise! Bana bunu o yaptı. “Sikeyim Annalise’i.” Başımı kaldırıp etrafıma baktım ve ağaçlara haykırdım. “Annalise’i sikeyim!” Ardından alçak sesle “Tek istediğim onu öldürmek,” dedim taşlarıma. “Yok etmek. Ruhunu ortadan kaldırmak.

Onu yeryüzünden silmek istiyorum. Sonsuza dek. Sadece bu. Bundan sonra duracağım.” Elime aldığım küçük bir taşa “Belki de öyle değil,” dedim. “Belki de durmam.” Marcus hepsini öldürmemi istiyordu. Belki de bunu yapabilirdim. Marcus bunu yapabileceğimi biliyordu. Yoksa böyle bir şey söylemezdi. Taşlarımdan küçük bir yığın oluşturmuştum. Elli iki taş vardı. Kulağa çok gelse de, aslında önemsiz bir rakamdı. Babamın bana öldürteceği kişilerin rakamının yanında hiçbir şeydi. Annalise yüzünden can verenlerin rakamının yanında da hiçbir şeydi.

BS’de yüzün üzerinde kişi ölmüştü. Annalise’in katliam düzeyine çıkmak istiyorsam kendimi geliştirmem gerekiyordu. Onun yüzünden ittifak yok olmuştu. Onun yüzünden Marcus ölmüştü. Saldırdıkları esnada Avcılar’ı geride tutabilecek, hatta onları mağlup edebilecek tek kişiydi Marcus. Ama onun yüzünden, o Marcus’u vurduğu için, İttifak yok olmuştu. Ve zihnimde, en başından beri Annalise’in Soul’un casusu olduğuna dair sinir bozucu bir düşünce dönüyordu. Soul onun amcasıydı. Gabriel asla Annalise’e güvenmemiş ve Cenevre’de Mercury’nin apartman dairesinin yerini Avcılar’a bildiren kişinin Annalise olabileceğini söylemişti. Buna bir an olsun inanmamıştım ama belki de Gabriel haklıydı. Ağaçların içinde bir hareket sezmemle, Gabriel’in ortaya çıkması bir oldu. Ateş yakabilmemiz için odun toplamaya gitmişti. Sanırım az önce bağırdığımı duymuştu. Beni duymamış da, zaten geri dönüyormuş gibi gelip odunları yere bıraktı ve taşlarımın önünde durdu. Gabriel’e taşların ne olduğunu söylemedim.

O da sormadı. Ama sanırım anlamıştı. Tırnağım kadar bir taşı elime aldım. Bunlar küçük ama her biri farklı taşlardı. Her biri öldürdüğüm bir kişi içindi. Aslında bu taşların her birinin kimi temsil ettiğini biliyordum. Kastım bu kişilerin adları filan değildi. Bunların çoğu yalnızca Avcı’ydı. Ama esasen taşlar bana ölüm anlarını, dövüşlerimizi, nasıl öldüklerini hatırlatıyordu. Artık dövüşler birbirine karışmış, her şey tek bir kan gölüne dönüşmüştü. Ama yığınımda elli iki taş vardı. Gabriel’in çizmeleri doksan derece döndükten sonra bir süre hareketsiz kaldı. Ardından “Daha çok oduna ihtiyacımız var,” dedi. “Yardıma gelecek misin?” “Birazdan.” Çizmeler kırk beş derece daha döndükten sonra, dört, beş, altı, yedi saniye bekledi ve yeniden ağaçların arasına döndü.

Cebimdeki beyaz taşı çıkardım. Oval şekilli, bembeyaz bir taştı bu. Kuvars. Yüzeyi pürüzsüzdü ama parlamıyordu. Bu, Annalise’in taşıydı. Bir gün Annalise’i ararken bir ırmağın kıyısında bulduğum bu taşın iyi bir işaret olduğunu düşünmüştüm. Bir gün onun izini bulacağıma emindim. Henüz bulamamıştım ama bulacaktım. Onu öldürdüğümde taşını diğer taşların arasına eklemeyecek, fırlatıp atacaktım. Yok olacaktı. Onun gibi. Belki o zaman rüyalar kesilirdi. Bundan şüpheliydim ama asla bilemezdiniz. Rüyalarımda Annalise’i çok fazla görüyordum. Bazen rüyalar güzel başlasa da bu uzun sürmüyordu.

Bazı rüyalarımda Annalise babamı vuruyordu ve bu, tıpkı BS’de olduğu gibi oluyordu. Şanslıysam bu anın öncesinde uyanıyordum. Ama bazen devam ediyordu ve her şeyi en başından itibaren bir daha yaşıyordum. Rüyalarımda Gabriel’i görmeyi tercih ederdim. Bunlar güzel rüyalar olurdu. Eskiden olduğu gibi birlikte dağlara tırmandığımızı görürdüm. Eskiden olduğu gibi arkadaş olurduk. Halen arkadaştık. Her zaman da arkadaş olacaktık. Ama artık bir şeyler farklıydı. Çok fazla konuşmuyorduk. Bazen ailesinden, bütün bunlardan önce, yıllar önce yaptığı şeylerden ya da tırmanmaktan, okuduğu kitaplardan… Ne bileyim işte, sevdiği şeylerden konuşuyordu. Gabriel konuşmakta iyi olsa da ben dinlemekte çok kötüydüm. Geçen gün bana Fransa’da yaptığı bir tırmanıştan bahsediyordu. Bir nehrin tepesindeydi ve çok güzeldi.

Gabriel’i dinlerken, oraya ulaşmak için geçtiği ormanları hayal ediyordum. Ama Gabriel dağ geçidini ve nehri anlatırken, birdenbire hikâyeden kopup Annalise’in özgür olduğunu düşünmeye başlıyordum, içimdeki bir parça, Gabriel’i dinle! Hikâyesini dinle! deyip dursa da, Annalise’i düşünmeye devam etmek isteyen diğer bir parçam, Gabriel konuşurken, Annalise bir yerlerde özgürce dolanıyor, diyordu. Babam ölmüştü ve bedeninin nerede olduğunu bile bilmiyordum. Elbette onun bir kısmı benim içimdeydi. Çünkü babamın kalbini yemiştim ve bu, hayatımda yaptığım en hastalıklı şey olmalıydı. Buradaydım işte. Babasını yiyen çocuk buradaydı. Gabriel’in yanına oturmuş, siktiğim tırmanışını, tırmanışına başlamadan önce nehri nasıl geçtiğini dinliyordum. Bense kendi babamı nasıl yediğimi, son nefesini verirken onu kollarımın arasında nasıl tuttuğumu, Annalise’in özgürce bir yerlerde dolandığını ve bütün bunların nasıl normal olabileceğini düşünüyordum. Bu yüzden en sonunda, mümkün olabildiğince sakin bir sesle, “Gabriel, siktiğim tırmanışından bahsetmeyi keser misin?” dedim. Bunu gerçekten çok alçak sesle söyledim çünkü aksi takdirde çığlık atmaya başlayacağımı biliyordum. Gabriel bir müddet sustuktan sonra “Elbette,” dedi. “Peki sen de küfretmeden tek bir cümle kuramaz mısın?” Benimle dalga geçiyor, daha fazla gerilmememiz için çabalıyordu. Farkmdaydım ama nedense bu beni daha da sinirlendirdiğinden, ona siktirip gitmesini söyledim. Ama siktirip gitmesi dışında başka şeyler de söyledim.

Kendimi durduramıyordum. Ona ağza alınmayacak küfürler savururken, Gabriel de bana sarılmaya çalışıyordu. Kolumu tuttuğunda onu ittim ve benden uzaklaşmasını, yoksa canını yakacağımı söyledim. Gabriel de gitti. Gabriel gittikten sonra sakinleştim. Yalnız olduğum için muazzam bir rahatlama yaşadım; yalnız olduğumda daha rahat nefes alabiliyordum. Bir müddet iyiydim ama tam manasıyla sakinleştiğimde kendimden nefret ettim çünkü Gabriel’in koluma dokunmasını, hikâyesini dinlemeyi istiyordum. Benimle konuşmasını, normal olmayı istiyordum. Ama ben normal değildim. Normal olamazdım. Bütün bunlar Annalise yüzündendi. Yan yana oturmuş, ateşe bakıyorduk. Gabriel’le konuşmak için kendimi zorlamam gerektiğini düşünüyordum. Normal bir insan gibi konuşmalı, dinlemeliydim. Ama aklıma söyleyebileceğim hiçbir şey gelmiyordu.

Gabriel de pek konuşmuyordu. Sanırım taşlar yüzünden canı sıkılmıştı. Ona, dün eklediğim iki yeni taştan bahsetmemiştim. Gabriel’e bu taşlardan… Onlardan bahsetmek istemiyordum. Ekmeğimle sıyırdığım ince kâsemi bir kez daha sıyırdım. Kâsenin içinde hiçbir şey kalmamıştı. Yemeğimiz peynirle konserve çorbadan ibaretti; çorbayı sulandırmıştık ama hiç yoktan iyiydi. Halen açtım, Gabriel’in de doymadığını biliyordum. Gabriel aşırı ölçüde zayıflamıştı. Aslında artık sıskanın teki olduğunu söylemek daha doğruydu. Zamanında biri de bana sıska olduğumu söylemişti ve o zamanlar ne kadar aç olduğumu hatırlıyordum. “Et yememiz gerekiyor,” dedim. “Evet, bu güzel bir değişiklik olurdu.” “Yarın tavşan yakalamak için tuzak kuracağım.” “Yardım etmemi ister misin?” “Hayır.

” Başka bir şey söylemeyen Gabriel, bir dalla ateşi karıştırdı. “Tek başıma daha hızlıyım,” dedim. “Evet, biliyorum.” Gabriel ateşi bir kez daha karıştırırken, ben de kâsemi bir kez daha sıyırdım. Bana sıska olduğumu söyleyen Trev’di. Bunu ne zaman söylediğini hatırlamıyordum. Liverpool’da, elinde plastik bir torbayla yolun yukarısına doğru yürüdüğünü hatırlıyordum. Bir süre düşündüğümde, oradaki fersiz kızı ve peşime takılmış Avcılar’ı da hatırladım. Bunlar bambaşka bir dünyada, bambaşka bir hayatta olmuştu sanki. “Liverpool’da karşıma bir kız çıkmıştı,” dedim Gabriel’e. “Fersizdi ama sağlam kızdı. Bir erkek kardeşi, tabancası… Ve köpekleri vardı. Belki de o çocuk kızın erkek kardeşi değildi. Hayır, köpeklerin sahibi de bir başkasıydı. Erkek kardeşinin tabancası vardı.

Bana bunu kız söylemişti ama çocuğu hiç görmedim. Liverpool’a Trev’le buluşmak için gitmiştim. Trev tuhaf bir tipti. Uzun boylu ve… Sessizdi. Havada süzülüyormuş gibi yürüyordu. Ak Cadı. Ama iyi biriydi. Bileğimdeki dövmeden örnek almıştı. Kan, deri ve kemik örneği. Dövmelerin işlevini çözmeye çalışıyordu. Her neyse, bir anda Avcılar ortaya çıktı ve kaçmaya başladık. Ama Trev’in bana geri getirdiği örneklerin olduğu plastik torbayı düşürdüğüm için geri dönmek zorunda kaldım. Torbayı fersiz kız bulmuştu. Kız bana torbayı geri verdi ve ben de içindeki örnekleri yaktım.” Gabriel bana hikâyemin gerisini duymak istiyormuş gibi baktı.

Hikâyenin geri kalanının nasıl olduğundan emin değildim ama biraz düşününce hatırladım. “îki Avcı vardı. Bizi neredeyse yakalayacaklardı. Yani benle Trev’i. Ama şu kız, yani erkek kardeşi olan, bir fersiz çetesinin üyesiydi. Avcılar bizi yakalayacakken, bu çete Avcılar’ı yakaladı. Oradan ayrıldım. Avcılara ne yaptıklarını bilmiyorum.” Gabriel’e baktım. “O zaman aklımdan Avcılar’ı öldürmek gibi bir düşünce geçmemişti. Şimdiyse onları öldürmemeyi düşünemiyorum.” “Artık savaştayız,” dedi Gabriel. “Durum farklı.” “Evet. Farklı olduğuna şüphe yok,” dedikten sonra ekledim.

“O zamanlar sıska olan bendim. Şimdiyse sensin.” “Sıska mı?” Gabriel’in sorusuyla, bu hikâyeyi anlatmaya neden başladığımı ona söylemediğimi fark ettim. Aslında şu anda ikimiz de sıskaydık ve bunu açıklayacak halim yoktu. “Boş ver.” Bir müddet ateşe bakarak sessizce oturduk. Kilometreler boyunca tek ışık kaynağı bu ateşti. Hava kapalıydı. Ay yoktu. Trev’le kankası Jim’in şu anda nerelerde olabileceğini düşündüm. O anda, bana sıska diyenin Trev değil Jim olduğunu hatırladım. “Greatorex’i görmeye gittim,” dedi Gabriel. “Evet, biliyorum.” Zaten konserve çorbalarla peyniri oradan dönerken getirmişti. Greatorex’e gitmek geçidin her iki tarafında bir saat kadar yürümeyi gerektiriyordu.

Gabriel, ben taşlarımı sayarken onun yanına gitmiş ve belki de sonra odun toplamaya çıkmıştı. Herhalde saatlerdir taşlarımı sayıyordum. “Yeni haber pek yok,” dedi. Bunu da biliyordum. Savaştan canlı çıkan ittifak üyeleri, Avrupa’nın farklı bölgelerindeki gözden uzak yedi kampa dağılmıştı. Gabriel’le, Greatorex’in kampındaydık. Polonya’da küçük bir gruptuk. Ama biz onlarla birlikte değildik. Herkesten uzaklaşmak istemiştim. Burada kendi kampım vardı. Kamplar numaralandırılmıştı. Greatorex’inki Üçüncü Kamp’tı. Bu durumda bizimkisine Üçüncü Kamp B Blok ya da Üç Buçuğuncu Kamp denebilirdi. Her neyse, Üçüncü Kamp’ın başında olan Greatorex, Celia’nm kontrolündeki Birinci Kamp’la iletişimden de sorumluydu. Ama anladığım kadarıyla iletişim kurmayı gerektirecek bir durum yoktu.

Greatorex’in elinden gelen yalnızca, bir gün bu eğitimin işe yarayabileceği umuduyla savaştan canlı çıkmış genç cadıları eğitmekti. Üçüncü Kamp’a son uğrayışımda eğitimdeki cadıları izlemiştim. Greatorex’den hoşlansam da, aynı şeyi genç cadılar için söyleyemezdim. Cadılar, ben onlara bakarken asla bana bakmıyorlardı. Başımı başka yöne çevirdiğimdeyse, bütün gözlerin üzerimde olduğunu hissediyordum. Bir kez daha onlara döndüğüm anda, zeminin çok ilginç olduğunu düşünüyormuş gibi gözlerini yere dikiyorlardı. Sanırım babam için de durum aynıydı. Kimse onunla da göz göze gelmek istemiyordu. Ama eskiden ben diğerleriyle böyle bir şey yaşamazdım. BS’nin öncesinde, savaşçıların oluşturduğu ekibin bir parçasıydım. Ben Nesbitt’le, Gabriel de Sameen’le eşleşirdi ve diğerlerinin yanında Greatorex’le birlikte çalışırdık. Esaslı bir ekiptik. Şakalaşıp güler, birbirimize takılır, birlikte dövüşür, yemek yer, konuşurduk. Bu hissi özlemiştim. Bu his yok olmuştu ve bunu bir daha asla yaşayamayacağımı biliyordum.

Gene de Greatorex sorumlu olduğu genç cadılarla halen çok iyiydi. “Acemileri eğitmekte iyi,” dedim. “Greatorex’ten mi bahsediyorsun?” “Onun hakkında konuşuyoruz, değil mi?” Gabriel’e neden çıkıştığımı bilmiyordum. “Benimle birlikte kampa gelmelisin. Greatorex seni gördüğüne memnun olacaktır.” “Evet, belki.” Ama ikimiz de bunun hayır demek olduğunu biliyorduk. Greatorex’i ya da Gabriel dışında herhangi birini son görüşümün üzerinden haftalar geçmişti. Hatta Gabriel’i saymazsam son gördüğüm kişiler şu iki Avcı’ydı ve onları da öldürmüştüm. Şimdi bunun üzerine düşündüğümde, karşılaştığım kişileri genellikle öldürdüğümü fark ettim. Kampından uzak durduğum için Greatorex’in bana minnettar olması gerekirdi. “Eğittiği acemilerin neler yapabileceğini sana göstermek istiyor. Çocuklar çok ilerledi.” Buna ne diyeceğimi bilemiyordum. Ne demem gerekirdi ki? “Ah?” “Güzel.

” “Bu hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinden kimin sikinde ki?” Gerçekten de ne diyeceğimi bilemiyordum. O anda aklıma bir şey geldi. “Bugün günlerden ne?” diye sordum. “Bunu bana dün de sormuştun.” “Yani?” “Bilmiyorum. Greatorex’e soracaktım ama unuttum. Bunun önemi var mı?” Başımı iki yana salladım. Hangi günde olduğumuzun esasında hiçbir önemi yoktu ama kafamı toparlamaya çalışıyordum ve her gün bir öncekinden farksızdı burada. Aradan haftalar geçmişti ama aylar da olabilirdi. Zihnimdeki her şey birbirine karışmıştı. Odaklanmam, ipin ucunu kaçırmamam gerekiyordu. îki Avcı’yı dün öldürmüştüm. Ardından buraya gelmiştim ama aradan çok daha uzun zaman geçmişti sanki. Geri dönüp cesetlere bakmalıydım. Ölü arkadaşlarının peşinden daha da çok Avcı gelecekti.

Belki de aralarından birini yakalayıp sorgulayabilirdim. Belki de Annalise hakkında bir şeyler biliyorlardı. Annalise gerçekten casussa muhtemelen Soul’un yanma dönmüştü. Bu durumda Avcılar’ın onu görmesi olasıydı. Sırtüstü uzanıp kolumla yüzümü kapadım. Öldürdüğüm iki Avcı’dan Gabriel’e bahsetmemiştim. Bunu yapsaydım o da bundan Greatorex’e bahsedecek ve Greatorex kampın yerini değiştirmek isteyecekti. Bu olmadan önce Avcılar’a bakmalıydım. Ama öncelikle uyumam gerekiyordu. Marcus öldüğünden beri doğru düzgün uyuyamıyordum. Biraz uyuduktan sonra gidip Avcılar’a bakabilirdim. Belki de bunu bir gün sonra yapardım. Yarın güney yönünde keşfe çıkabilirdim. Annalise’e dair bir iz arar ve buraya dönüp Avcılar’m cesetlerine bakardım. Biraz da yiyecek bulmak zorundaydım.

O halde, yarın güney keşfi ve tavşan tuzaklarını halledip, bir gün sonrasında da ölü Avcılar’a bakacaktım. Şansım varsa birkaç canlı Avcı da bulabilirdim. Kendi koluma baktığımı fark ettim; halen gözlerim açıktı. Gözlerimi kapatmayı bile hatırlamam gerekiyordu. Uyumam lazımdı. Yan yana oturmuştuk. Bacaklarımızı kaya çıkıntısından aşağı sarkıtmıştık. Havada yapraklar uçuşuyordu. Annalise’in yanık tenli bacağı bacağımın çok yakımndaydı. Uçuşan yapraklardan birine uzandığında, yaprakla gömleğimin kolunu aynı anda yakaladı. Bana dönerek dikkatimi çekmek için yaprağı yüzümün tam önünde tuttu ve yaprakla burnuma dokundu. Parıldayan gözlerinde gümüş şekiller hızla dönüyordu. Teni pürüzsüz, kadifemsiydi. Ona dokunmak istiyordum. Ona doğru eğilmeye çalıştığımda hareket edemediğimi fark ettim.

Bir banka bağlanmıştım. Tepemde dikilen Wallend “Bu biraz tuhaf bir his verebilir,” dedikten sonra boğazıma metal bir şey dayadı. Bir anda kendimi ormanda buldum. Dizlerimin üzerine çökmüştüm. Biraz ilerimde, yerde yatan babamın karnından kan akıyordu. Fairborn elimdeydi. Canlıymış ve bir an önce işe koyulmak istiyormuş gibi, bıçağın elimde titreştiğini hissedebiliyordum. Sağ elim Marcus’un omzunu tutmuştu. Ceketini hissediyordum. Babam “Bunu yapabilirsin,” dedi ve başladık. îlk kesikle gömleği yırtıldı ve etine girdik. Ardından derinlere ilerledik. Üçüncü kesik daha da derine inerek, Marcus’un kaburgalarını kolayca kırıp geçti. Marcus’un teni de ellerim de kanla kaplanmıştı. Kan sıcaktı ama hızla soğuyordu.

Parmaklarımı babamın kalbine doladım. Öne eğilirken kalbinin attığını hissediyordum. Isırdım. Ağzımdan kan fışkırdı. Öğürmeme rağmen yutuyordum. Bir başka ısırık aldım ve babamın gözlerinin içine baktım. Kanı ağzıma dolarken o da bana baktı. Öksürerek, kusarak, ter içinde uyandım. Gabriel dönerek bana sarıldı. Ben de ona sarıldım. Gabriel tek kelime etmeden, yalnızca bana sarıldı. Bu iyiydi. Uzun müddet bu şekilde kaldıktan sonra “Rüyanda ne gördüğünü anlatır mısın?” dedi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir