Jo Nesbo – Hayalet – Harry Hole 9

Tiz sesler onu çağırıyordu. Oslo şehir merkezinde, gecenin tüm diğer seslerini, pencerenin dışından mütemadiyen gelen araba uğultusunu, uzaklardan gelen ve yükselip alçalan siren sesini, civarda çalmaya başlamış kilise çanlarının sesini akustik mızraklar gibi deliyorlardı. Dişi fare yiyecek aramaya gitti. Mutfak zeminindeki kirli linolyumda burnunu gezdirdi. Sesleri şimşek hızıyla saptayıp üç kategoriye ayırıyordu: Yenilebilir, tehlikeli veya hayatta kalmakta faydasız. Gri sigara külünün keskin kokusu. Bir hidrofil pamuk parçasındaki kanın şeker gibi tatlı aroması. Bir şişe kapağındaki Ringnes biranın acı kokusu. Başta Makarov tabanca için üretilen ve bu tabancanın adını alan, dokuza on sekiz milimetrelik kurşun mermi için tasarlanmış boş bir metal kovandan sızan kükürt, güherçile ve karbondioksit gazı molekülleri. Rus İmparatorluğumun kartal armasını taşıyan, sarı filtreli ve siyah kâğıtlı, hâlâ için için yanan sigaranın dumanı. Tütün yenilebilirdi. Ve işte oradaydı: Leş gibi alkol, deri, yağ ve asfalt kokusu. Bir ayakkabı. Fare onu kokladı. Onun gardıroptaki ceket, o petrol kokan, yapımında kullanılan çürümüş hayvanın kokusunu taşıyan ceket kadar kolay yenilebilir olmadığına karar verdi.


Sonra fare beyni, karşısındaki şeyi fiziksel güç kullanarak aşmaya odaklandı. Ayakkabının iki yanından da sıkışarak geçmeyi denemişti; ama uzunluğu sadece yirmi beş santim, ağırlığı da yarım kilonun epey altında olmasına karşın başaramamıştı. Üstü duvara yaslı halde yan duran bu engel yuvanın girişini kapatıyordu ve farenin yeni doğmuş, kör, tüysüz sekiz bebeği, onun sütünü arzulayarak, giderek daha yüksek sesle bağırıyorlardı. Et dağından tuz, ter ve kan kokuları geliyordu. Bu bir insan bedeniydi. Canlı bir insandı; farenin hassas kulakları, aç bebeklerinin cıyaklamaları arasında hafif kalp atışları duyabiliyordu. Korkuyordu, ama seçme şansı yoktu. Yavrularını beslemesi tüm tehlikelerden, tüm çabalardan, diğer tüm içgüdülerinden önemliydi. Burnunu kaldırıp çözümün gelmesini bekledi. Kilise çanları şimdi insan kalbiyle uyumlu çalıyordu. Bir vuruş, iki. Üç, dört… Fare dişlerini gösterdi. Temmuz. Lanet olsun. Temmuzda ölm em eli.

Gerçekten kilise çanlarını mı duyuyorum, yoksa o kahrolası kurşunlarda halüsinojenler mi vardı? Tamam, buraya kadarmış. Hem ne fark eder ki? Ha burada, ha orada. Ha şimdi, ha sonra. Ama tem m uzda ölmeyi cidden hak ettim mi? Kuşlar cıvıldarken, şişeler tokuşturulurken, Akerselva’da kahkahalar koparken ve pencerenin hem en ardında lanet olası yaz neşesi hüküm sürerken? Hastalıklı bir keş evinin zemininde, vücudumda her şeyin -yaşam , saniyeler ve beni bu noktaya getiren her şeyin anılarının— dışarı aktığı fazladan bir delikle yatm ayı hak ettim mi? Önem li ya da önem siz her şey, kısmen önceden belirlenm iş ve rastlantısal olaylar dem eti; bu ben miyim, hepsi bu mu, hayatım bu mu? Planlarım vardı, değil mi? Şimdiyse hayatım tozla dolu bir çanta sadece, komik olmayan bir espri, öyle kısa ki tam am ını şu çılgın çan susmadan anlatabilirim. Cehennemin ateşleri! Ölürken bu kadar acı çekildiğini kimse söylem edi. Şimdi orada mısın baba? Gitm e, şimdi olmaz. Dinle bak, espri şöyle: Adım Gusto. On dokuz yaşına dek yaşadım. Sen kötü bir kadınla yatan kötü bir adam dın, dokuz ay sonra da ben doğdum ve daha “Baba!” dem em e fırsat kalmadan üvey ailemin yanına postalandım. Orada da olabildiğince sorun çıkardım. Beni boğucu battaniyeyle iyice sarmaladılar sadece ve sakinleştirmek için, ne istediğimi sordular. Lanet olası bir dondurma? Senin ve benim gibi insanların eninde sonunda vurulacağından, haşere gibi kökümüzün kazınacağından, çürüme ve hastalık yaydığımızdan, fırsatını bulunca fare gibi ürediğimizden haberleri yoktu. Bütün suç kendilerindeydi. Ama onlar da bir şeyler istiyordu. Herkes bir şeyler ister.

Üvey annemin ne istediğini gözlerinden ilk anlayışımda on üç yaşındaydım. “Öyle yakışıklısın ki Gusto” dedi. Banyoya girmişti; kapıyı açık bırakmıştım, sesi duymasın diye de duşu açmamıştım. Dışarı çıkmadan önce tam bir saniye fazladan, öylece durdu. Güldüm, çünkü artık biliyordum. Yeteneğim bu baba: İnsanların ne istediğini görebiliyorum . Bu konuda sana mı çektim acaba? Sen de mi öyleydin? O çıkınca, boy aynasında kendime baktım. Bunu, yakışıklı olduğumu ilk söyleyen o değildi. Diğer oğlanlardan daha çabuk gelişmiştim. Uzun boyluydum, sırım gibiydim, daha şimdiden geniş omuzlu ve kaslıydım. Saçım öyle siyahtı ki ışıldıyor, sanki her ışığı yansıtıyordu. Elmacıkkemiklerim çıkıktı. Çenem köşeliydi. Doyumsuz bir ifade taşıyan büyük bir ağzım vardı, ama dudaklarım kız dudağı gibi dolgundu. Cildim yumuşak ve bronzdu.

Gözlerim siyaha kaçan kahverengiydi. Sınıftaki çocuklardan biri “Kahverengi sıçan” demişti bana. Didrik, adı buydu galiba. Konser piyanisti olacaktı. On beşime basmıştım ve Didrik o lafı sınıfta bağırarak söylemişti: “Şu kahverengi sıçan doğru dürüst okuma bile bilmiyor.” Gülüp geçmiştim; öyle demesinin sebebini biliyordum tabii. Onun ne istediğini biliyordum . Kamilla. Didrik ona gizliden gizliye âşıktı; Kamilla’ysa bana âşık olduğunu pek gizlemiyordu. Sınıf partisinde, kazağının altında ne olduğunu hissetmek için onu bir kere ellem iştim . Pek de bir şey yoktu. Birkaç oğlana bundan bahsettim , Didrik de bunu duymuş olacak ki beni ayak altından çekmeye karar verdi. “Popüler” olmayı filan pek umursam am, ama onunki dayılanmaktı. Bu yüzden, m otosiklet kulübünden olan Tutu’ya gittim . Okulda onlar için esrar satıyordum ve işimi düzgün yapm am için bana saygı duyulması ge­ rektiğini söyledim.

Tutu, Didrik meselesini halledeceğini söyledi. Daha sonra Didrik iki parmağını erkekler tuvaleti kapısının üst menteşesinin altına sıkıştırmayı nasıl becerdiğini herhangi bir kişiye açıklamayı reddetti, ama bir daha asla bana “kahverengi sıçan” demedi. Konser piyanisti de olmadı, evet. Lanet olsun, çok acıyor! Hayır, teselliye ihtiyacım yok baba, mala ihtiyacım var. Son bir kez kullanayım, ondan sonra hiç sorun çıkarmadan bu dünyayı terk edeceğim, söz veriyorum. İşte, kilise çanı tekrar çaldı. Baba? Bangkok’tan gelen SK-459 sefer sayılı uçak, Oslo’nun ana havalimanı Gardermoen’un pistinde ilerleyerek 46 numaralı kapının yanında ayrılmış park alanına girerken, vakit neredeyse gece yarısıydı. Kaptan pilot Tord Schultz fren yaparak Airbus 340’ı tamamen durdurdu; sonra yakıt beslemesini çabucak kesti. Jet motorlarının metalik iniltisi giderek kalınlaşan frekanslarla yavaşlayıp sevecen bir homurtuyla son buldu. Tord Schultz’un gözleri kendiliğinden saate çevrildi; iniş anından beri üç dakika kırk saniye geçmişti… İniş on iki dakika erken gerçekleşmişti. Tord Schultz ve yardımcı pilotu motor durdurma ve park prosedür listesini kontrole giriştiler, çünkü uçak gece boyunca orada kalacaktı. Yüküyle birlikte. Tord Schultz seyir defterinin yer aldığı evrak çantasını karıştırdı. Eylül 2011. Yağmur mevsiminin hâlâ sürdüğü Bangkok’un havası her zamanki gibi sıcak ve nemliydi; Tord Schultz memleketini ve sonbaharın ilk serin akşamlarını özlemişti.

Eylülde Oslo. Yeryüzünde buradan daha iyi bir yer yoktu. Tord Schultz kalan yakıt için form doldurdu. Yakıt faturası. Tord Schultz bunu açıklamanın bir yolunu bulmak zorunda kalmıştı. Amsterdam ve Madrid uçuşlarından sonra, ekonomik olmayacak kadar hızlı uçmuştu; zamanında gitmek için binlerce kronluk yakıt harcamıştı. Sonunda amiri ona fırça atmıştı. “Neye yetişmeye çalışıyordun ki?” diye bağırmıştı. “Aktarmalı uçuş yapan yolcun yoktu!” Tord Schultz reklam sloganını mırıldanmıştı: “Dünyanın en dakik havayolu şirketi.” “Dünyanın en batık havayolu şirketi asıl! Bundan iyi açıklama bulamadın mı?” Tord Schultz omuz silkmişti. Ne de olsa gerçek sebebi, yakıt nozullarım şahsi bir iş yüzünden açtığını söyleyemezdi. Ona verilen sefer… Bergen, Trondheim ve Stavanger seferi. Bu yolculuğu diğer pilotlardan birinin değil onun yapması son derece önemliydi. Yaşı ilerlediğinden, ona bağırıp çağırmaktan başka bir şey yapamazlardı. Ciddi hatalar yapmaktan kaçınmıştı, sendika tarafından kollanıyordu, çift beşe (yani elli beş yaşına) ulaşıp emekli olmasına da yalnızca birkaç sene kalmıştı ve bu her koşulda olacaktı.

Tord Schultz iç geçirdi. Durumunu düzeltmek, dünyanın en batık pilotu haline gelmemek için birkaç senesi vardı. Seyir defterini imzalayıp kalktı ve bronz tenli pilot çehresindeki, inci gibi beyaz dişlerini yolculara sergilemek için kokpitten çıktı. Gülümseyişi onlara kendisinin güven abidesi olduğunu söyleyecekti. Pilot: Bu mesleki unvan bir zamanlar ona başkalarının gözünde saygınlık kazandırırdı. O zamanlar erkeğiyle kadınıyla, genciyle yaşlısıyla herkesin o sihirli “pilot” sözcüğünü duyunca ona baktıklarını ve yalnızca karizmasını, fütursuzluğunu ve çocuksu cazibesini değil, kaptan pilot olarak dinamizmini, soğukkanlılığını ve titizliğini, üstün zekâsını ve fizik kurallarına, sıradan ölümlülerin içsel korkularına meydan okuyan cesaretini de keşfettiklerini görürdü. Ama bu çok eskidendi. Artık onu (haklı olarak), otobüs şoförü gibi görüyor, en ucuz Las Palmas biletinin ne kadar olduğunu ve Lufthansa’nın koltukları arasında daha fazla bacak mesafesi bulunmasının sebebini soruyorlardı. Canları cehennemeydi. Hepsinin canı cehennemeydi. Tord Schultz çıkış kapısında, uçuş personelinin yanında dururken dikelip gülümsedi ve İngilizce, yayvan Teksas ağzıyla “Tekrar hoş geldiniz hanımefendi” dedi. Aldığı karşılık, onaylayıcı bir gülümsemeydi. Bir zamanlar, böyle gülümsendiğinde, geliş peronunda buluşma ayarlayabilirdi. Bunu yaptığı olmuştu da. Cape Town’dan Alta’ya dek.

Kadınlarla. Birçok kadınla. Sorun buydu. Çözüm de. Kadınlar. Birçok kadın. Yeni kadınlar. Peki ya şimdi? Pilot şapkasının altındaki alm açılmaktaydı, ama ısmarlama üniforması boylu boslu ve geniş omuzlu bedenini gösteriyordu. Uçuş okulunda savaş pilotu eğitimi almasına izin verilmemesinin ve sonunda Hercules’te kargo pilotu, gökyüzünün yük beygiri olmasının sebebinin bu olduğunu düşünmüş, suçu fiziğine yıkmıştı. Memleketindekilere omurgasının birkaç santim fazla uzun olduğunu ve Starfighter, F-5 ve F-16’ların kokpitlerine ancak cücelerin sığabileceğini söylemişti. İşin gerçeğiyse rakiplerinin ondan üstün olmasıydı. Bedeni, o zamanlardan kurtarmayı başardığı, dağılmamış, un ufak olmamış tek şeydi. Evliliklerinin aksine. Ailesinin. Arkadaşlarının.

Bu nasıl olmuştu? Bütün bunlar olurken kendisi neredeydi? Cape Tovvn’da veya Alta’da bir otel odasındaydı muhtemelen; barda içtiği, cinsel gücü öldüren içkilerin etkisini dengelemek için kokain çekiyordu, penisi de onun olmadığı ve asla olmayacağı her şeyi telafi etmek için Tekrar-Hoş-GeldinizHanımefendi modu sergileyecek halde değildi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir